02 Şubat 2012

,

Küçük Burjuva Sosyalizmi


Küçük burjuva solculuğu, burjuvaziyi yukarı doğru aşmak derdindedir. Belli bir süre onunla aynı seviyede, aynı mekân ve zamanda dolaşmayı sever, bu oluş, mutlaklaştırılır. Emeksiz kazanılan para, bu zemini teşkil eder. Temelde buradaki aşma iradesi, burjuvaziye aittir. Proleter sosyalizmi ise burjuvaziyi yerin dibine geçirmenin gayretindedir, onu aşmanın değil. Burjuvaziyi yukarı doğru aşmak isteyenler, küçük burjuvalardır.

“Bireycilik, toplum tarafından insan üstünde yapılan baskının doğurduğu bir sonuçtur. Bireycilik, kendini zorbalığa karşı savunmak için kişinin giriştiği boş bir teşebbüstür; oysa, kendini savunmak, kendini sınırlamaktan başka bir şey değildir.” [Maksim Gorki, Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, Ortam Yayınları, 1980, s. 76-77.]

Küçük burjuva sosyalizmi, ekonomi, coğrafya ve biyoloji hususunda belli bir tekleşmeye muhtaçtır. Kendini savunmak anlamında, bir sonuç olarak, belli bir bütünlük figürü teşkil edilmelidir. Kan değerleri, bedensel tepkiler, maddeci terennümler, buradadır. Savunma ve sınırlama, doğası gereği, devreye girer. Ekonomi, coğrafya ve biyoloji çitlenir, sınırlar pekiştirilir. Bu ayrım, bu çitler, bir süre politikmiş gibi savunulur. Laf, düşünce, ideoloji, kalem ve kaba hayat pratiği, “namus” gibi korunur. Sürekli hak istenir, tanınma ve kabul talep edilir. Burjuvaziyle kurulan eşitlik, hukuku ve ahlakı tayin eder.

Faşizm, premature emperyalizmdir. Faşizm, dışa açılamayan ve içe bükülen emperyalizmdir. Küçük burjuva sosyalizmi, faşizmle liberalizm arasında salınmaya mecburdur. Salınmak, onun temel eylem biçimidir. Tanınana, kabul edilene dek bu salınım devam eder. Ama tatminsizlik hâkimdir ve bu kabul, hiçbir şekilde gerçekleşmez.

Küçük burjuva sosyalizmi, Kürd’ün saldırısı sonrası, faşizmle ilişkisi üzerinden, birden Türk’leşir; Müslüman’ın saldırısı sonrası ise liberalizmle ilişkisi üzerinden, birden laikleşir. Onca muhalefete, itiraza ve “devrimcilik pozları”na rağmen teslim olunan yer, gene egemenin kucağıdır, onun devletidir.

Küçük burjuva, burjuvanın rahat ve huzuruna öykünür, dolayısıyla o rahatı ve huzuru bozacak, alttan gelen saldırılara dalgakıranlık yapmak zorundadır. Liberalizm ve faşizm, bu dalgakıranlığın teorik ve politik adlarıdır. Burada esas olan, alttakilerin lafını ve eylemini talileştirmek, münferitleştirmek, sıradanlaştırmaktır. Liberalizm ve faşizm, küçük burjuvazinin burjuvazi adına, mazlum-sömürülen kitlelere yönelttiği saldırı ve savunma biçimidir. İlki savunma, ikincisi saldırı hâlidir.

Küçük burjuva sosyalizmi, bu anlamda, birlikçidir. Tek olmak içindir bu. Başı sonu belli olmayan bir iş pratiğinin içinde olmayı, işçileşmeyi hiç sevmez. Hep vazgeçilmez olmak ister. Marx’ın kullandığı tabirle, “sürekli saygı duyulmayı bekler.” Onun için iş değil, kendisi önemlidir. Kendi öznelliği başa alınmadıkça, kimseye iş de yaptırmaz. İşin başı ve sonu olmayı sever, zira o işi gereksizleştirmek derdindedir. Mülkiyeti sever, aidiyetten nefret eder. İş pratiği, doğası gereği, her türden bütünlük tasavvurunu dağıtacağından, işin gereksizleştirilmesi ve boşa düşürülmesi zorunludur.

“Küçük burjuvanın temel şartı şudur: Böyle gelmiş böyle gider.” [Gorki, s. 10]

Her türden işin bütünlük tasavvurunu dağıtması karşısında bu kaderci düstur, söylem, bazen örtük bazen de açıktan savunulur. Küçük burjuva, “su akar yatağını bulur” der, su olduğunu zanneder ve sürekli gece yatacağı yatağını düşünür. Su gibi her forma girmek zorunludur onun için.

“Topografya ve psikosomatik” gibi sözcüklerle örülü cümleler faşizme işaret ederler örneğin. İlki “coğrafî determinizm”e, ikincisi “sosyal darvinizm”e dairdir. Her ikisi de faşizmin teorik payandalarıdır.

Küçük burjuva sosyalizmi, burjuvazinin birikiminden memnundur. Onu sorgulamak kendisini sorgulamak olduğundan ve sürekli kendisini eleştiri hedefi olmaktan kurtarma gayretince belirlendiğinden, bu birikime toz kondurmaz. “Tarih, sınıf savaşımları tarihidir” cümlesi böylelerinin ağzında tarihsizleşir, kimi zaman da sınıfsızlaşır. Küçük burjuva sosyalizmi, ya tarihi kendinde toparlamak için “sınıf”ı ya da sınıfı toparlamak için “mücadele”yi bu cümleden çıkartmak zorundadır. Onun her daim kendisini işaret eden ideolojik ezberler çıkını mevcuttur.

Küçük burjuva, ikbal peşinde koşar. Tecimsel niyetleri, politik-ideolojik gayretin üzerindedir. Burjuvaziyi aşmak olarak anladığı sosyalizm, gerisin geri burjuvazinin kucağına düşmek zorundadır. Sosyalist mücadele, gündelik çıkarlar ve tecimsel-maddî kâr için istismar edilecek bir seviyeye çekilir. Onun nezdinde yaşamak değil, hayatta kalmak önemlidir. Sosyalizm, ancak bu düzeyde makuldür.

Küçük burjuva, üretim değil, tüketime endeksli bir algı ve bilginin üzerinden düşünür ve eyleme geçer. Aşmak, ama aşmanın verili durum ve dönemdeki imkânsızlığına iman etmek, ciddi bir gerilimdir. Aşılmak istenen dağ düzlenmez, aksine bir Kaf Dağı hâline getirilerek, herkes, aşma pratiğinin sonsuz zorlu bir uğraş olduğuna inandırılır. Sosyalizm, böylelikle satılabilir bir meta hâline gelir ya da sığ bir rekabetin konusu olur. Mülkiyet, ön veri olduğundan, rekabet tayin edicidir. At yarışındaki gibi sosyalizm, çeşitli ideolojilerle yapılan bir yarışa hapsedilir ve “sosyalizm kazanacak” denilir.

“Sosyalizm kazanacak!”

Neyi kazanacak? İktidarı mı? Peki, bu iktidar, kazı-kazandan mı yoksa lotodan mı çıkacak? Var olan iktidara karşı mücadele etmeksizin, bu “mücadele”nin anlamı var mı?

“Sosyalizm, bu partinin büyümesi, güçlenmesi ile kazanacak. Sosyalizm mutlaka kazanacak” diyor TKP, yani anlaşılıyor ki sosyalizm eşittir parti. Bu formül, aslında kendi dışındaki sola çekilmiş bir ihtar: Cezayir’de bir dönem iktidara gelmiş olan İslamî hareket FİS’in İslam’ın beş şartına bir de parti üyeliği şartını eklemesi türünden, kendilerine yönelik her eleştiriyi sosyalizme küfür olarak algılatıp, kadrolarını seferber ve motive etmeyi hesap ediyorlar. Oysa sosyalizm, parti bürolarına sığmaz, sığmıyor olmalı.

Sosyalist İktidar çizgisi, sınıf ve devrimle ilgili tüm “pürüz”leri düzlemek için vardı. Düzleme işleminde sınıfa ve devrime ait tarihsel-toplumsal tüm ilişkiler de düzlendi. Birileri, “her şey boş, iktidar olmadıkça” lafına ikna edildiler. Alt siyasetten sıkılanlar için, yönetsel ilişkilerle, jeopolitik gelişmelerle, devletli yönelimlerle uğraşmak, daha cazip geldi. Birileri, küçük işlerle uğraştıklarına inandırıldılar ve büyük oynamayı seçtiler. Komünist hareket, teknokrat âlimlerin önünde diz çöktürüldü.

Bu SİP çizgisi, sonradan düzleme işlemini sonuca götürerek TKP ismini aldı. Başka birileri de bu ismi “biz alacaktık, her şeyi biz düzleyecektik” diye sitem ettiler. Bu yarışta yenildiler.

TKP, 10 Eylül 1920 tarihinde Bakû’de kuruldu, ama öncesi vardı. Türkiye 29 Ekim 1923’te kuruldu, ama öncesi vardı. Eski TKP başkanı Aydemir Güler’in sahip çıktıklarını söylediği, Mustafa Kemal’in tüm politik rakiplerini saf dışı bırakma gayreti ile bu üç yıl içinde her şey düzlendi. Neticede başkan, “Kemalizmin Edirne’den Hakkâri’ye tüm coğrafyaya bütünlüklü bir irade ile hükmetmesine de sahip çıkıyor”du.

Saf dışı edilen en önemli politik rakip, Mustafa Suphi’ydi. Mustafa Kemal, Kızıl Ordu’nun bir bahane ile Ankara’ya gelip, Suphi’yi başa geçirmesinden korkuyordu. Bu olmasa bile, Sovyetler’den alacakları yardımları büyük olasılıkla Suphi dolayımı ile alacaklardı ki bu da, iktidar koltuğunun altından kayması anlamına geliyordu.

Geçenlerde o Suphi ve yoldaşlarının, o sahip çıktıkları iktidar tarafından katledilişlerini kutladılar Ankara’da.

“Küçük burjuva, bütün düşünceleri ve bütün duyguları ile tamamıyla bireycidir. Küçük burjuvanın başka türlü olmak elinden gelmez. Çünkü, küçük burjuvanın bireyciliği, burjuva toplumunun asıl temelini oluşturan ‘kutsal özel mülkiyet kurumu’na dayanır.” [Gorki, s. 44]

İblis Naim Şahin’in ifadesi ile, “devlet demek mülkiyet demek”. TKP, bu devlet katında yürüttüğü politik olmayan, saf ideolojik çalışmasında, mülkiyete kul olmuş kesimleri örgütlemekle görevlendirildi. “Sosyalist iktidar” diye bir mit yaratıldı ve her şey oraya kilitlendi, burası, bugün, bu dünya unutularak.

Parti’nin gerçek, yegâne sahibi, bugün “kolektif önderlik”ten dem vuran, koltuğunu kaybetmemek için türlü dalavereler yapan Kemal Okuyan, aynı kutlamada şunları söyledi:

“Mücadele sosyalist iktidara ulaşmak için değilse, bir komünist parti niye vardır.”

Kendisi, sosyalist iktidar imkânlarının olmadığı koşullarda komünist bir parti olamayacağını da ikrar etmiş oluyordu böylelikle. Zaten toprak ağalarının, Rum ve Ermeni’nin malını çalmış burjuvazinin kurduğu bir cumhuriyeti savunmak da onlara düşmüştü, dolayısıyla KP değil, burjuva-milliyetçi bir parti olmak, sosyalist iktidar yolunda yeterli bir hamleydi. Devlet, mülkiyet demekse ve işçiler, mülk bağlamında patronlarla uzlaştırılmak zorunda ise TKP gibilerin varlığı zorunluydu.

SİP’in TKP’si, tarihsel TKP ile bu türden bir mülkiyetçi refleksle ilişki kuruyor. O, işin başı ve sonu olma derdinde: “Solun önemli bir bölümü ‘ha devlet sektörü, ha özel sektör’ dediğinde kamuculuğu bayrak yapan hangi partiydi?” diyerek övünüyor, sirkatin söylüyor Okuyan. Oysa kamuculuk politikası ile doksanların başında burjuva devletine işmar edilmiş, ondan cevaz alınmış oldu. Bunun dışında da bir politik anlamı yoktu. Bu Gelenek, Ergenekon tutuklamaları baş gösterdiğinde, tutuklanma korkusuyla yönetici kadronun görevlerini terk etmesinde de devam etti.

SİP’in TKP’si, geçmişte TKP’yi fazla Sovyetçi olduğu için eleştiriyor, “yerli” bir siyasete vurgu yapıyor ve bu açıdan, TİP geçmişini öne çıkartıyordu. Böylelikle, partii Mustafa Kemal’in emriyle kurulan Resmî TKP’deki önde gelen isimlerin “Bolşevizm iyi de bize uymaz, bizim gerçekliğimiz farklı” sözlerine bağlandı.

Suphilerle ancak ve sadece biyolojik yaşları düzeyinde ilişki kurabilen ex-prezidant, eskiden de TV’de, “onlar ölmeye geldi, biz yaşamak istiyoruz” diyerek, küçük burjuva tabanına sesleniyor, efendilerine gizli bir mesaj iletiyor, onlara “Suphileri öldürmenize neden olan gerekçeler bizde yok” diyerek sözlerine sadık olduklarını o efendilere arz ediyorlardı. “Türkiye Müslüman’dır, komünizm olmaz” diyenleri eleştiriyormuş gibi görünüyor, ama esasında bu sözü kendi pratiği ile onaylıyordu.

Oysa bugün devletten icazetli TKP, Mustafa Suphi’nin parti içinde bu yönde çıkan tartışmada Müslüman halk içinde Bolşeviklerin yürüttüğü siyaseti devam ettirmeyi savunanların başında yer aldığını (ki bu tavrı, “Müslüman halkımıza” diye başlayan bildirilerine de yansıyor.), Müslüman Kızıl Ordu’su kurulmasını savunduğunu, bağlı bulunduğu Müslüman Halklar Komiserliği’nin dönemsel siyasetini somutladığını görmüyor.

Partinin eski başkanı, Mustafa Suphi’nin “emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşında, kurtuluş için sosyalizm” dediğini iddia ediyor ve kendi siyasetini meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa Suphi, ortada bir ulusal kurtuluş mücadelesinin ya da bir anti-emperyalist mücadelenin olmadığının gayet net farkındaydı.

TKP, tarihsel süreç içinde, Sovyetler’in üstte, devletler katında, yüksek siyaset düzeyinde attığı adımların küçük bir figüranı olmayı kabul ettiği için, bu siyaset tarzı bugüne kadar bozulmadan gelmiş görünüyor.

Zahirde Suphi, Ankara hükümetine yardıma geliyor, ama batında o, komünist mücadelenin, kendi tabiriyle, “devrimci ocaklar”ını teşkil etmek için geliyor Anadolu’ya. Küçük burjuvanın gözü ocakta yanmayı kesmediği için, o, bu derindeki gerçekleri örtbas etmek zorunda kalıyor.

“TKP, ilk gününden beri anti-emperyalisttir, yurtseverdir.” diyor Güler. Suphi’yi Kemalistlerle kurduğu ittifakın mezesi yapmak istiyor, hepsi bu. Bir ittifak unsuru hâline gelmeyi, Kemalistleri sosyalizme ikna etmeyi umuyor. Oysa onların varoluş sebebi, anti-komünizm.

“Yurt” dediği Misak-ı Milli ise eğer, Suphi’nin Balkanlar’a, İran’a ve Kafkaslar’a uzanan kollarını görmüyor. Biraz da bu kollar kesilsin diyedir ki o ve yoldaşları Karadeniz’de katlediliyorlar. Güler, Kemalizmden, onun izin verdiği ölçüde öğrendiği “komünistliğini” Suphi’nin komünistliği ile karıştırıyor.

Yoldaşı Kemal Okuyan’ın tüyleri “Kürd” deyince diken diken olurken, Suphi’nin komünistliği öğrendiği ocakta “ittifak içinde olunan ittihatçıların samimiyetini anlamak için onları ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özellikle Kürdistan konusunda sıkıştırmak gerekir” türünden analizler yapılıyor. İlk TKP programına da yansıyan “plebisit” önerisi, bunun sonucu. Oysa şimdiki TKP, Barzani’den Apo’ya tüm politik Kürd unsurlarını toprağa gömmek istiyor, devlete, Kemalistlere, sağcılara, milliyetçilere hoş görünmek adına. Bu tip unsurlar, alttan gelen çığlığı siyasî-ideolojik hamlelerle boğmak için varlar.

“Türkiye solunun Kürtlerin çilesine duyarsız kalması mümkün mü? Bu soruyu hakaret sayarız. En başta TKP üyesi olan binlerce Kürt yoldaşımız hakaret sayar. Biz komünistiz, bizde milliyetçiliğin kırıntısı bulunmaz. Sınıf işbirlikçiliğini kabul etmeyiz. Türk patronu Kürt işçisine, Kürt patronu da Türk işçisine yeğlemeyiz.” [Kemal Okuyan]

Duyarsız kalan bir kesim var ama. Kürtlerin hakaretine maruz kalan bir kesim. Biraz siyaset var, o da milliyetçilik denilen kırıntı üzerine kurulu zaten. Partinin Kürt siyaseti gayet açık ki Türk patronunun istediği bir siyaset. Türk işçisini hiç mi hiç yeğlemediği ise zaten ortada. Ama her şeyden önce TKP’de “mazlum millet” kavramı hiç yer etmemiş bilinçte. Şoven siyasetini biraz sınıfçı sosa daldırıyor, hepsi bu. Birilerinin bütünlük tasavvuruna adam topluyor, kan taşıyor. Bu bütünlük savunusu, bağımsızlık vurgusunda dile geliyor ve efendilerin coğrafî tasavvurlarına eklemleniyor. “Sınıf” diyerek, oradan kalkınmacılığa sıçrıyor, iktisadî tasavvuru da buradan örüyor. Bireysel bütünlük ve bireyin kılını her tür rüzgârdan koruma ise aydınlanmacılık ve laiklik vurgusu ile pekiştiriliyor, bu da biyolojik kurguları oluyor. İşin, pratiğin, mücadelenin, eylemin kolektif düzeyde ürettiği her tür fazlalık, bu tip küçük burjuva müdahalelerle düzleniyor (faşizm) ya da lime lime ediliyor (liberalizm).

“Ruhu hiç sosyaliste benzemediği hâlde, yüzü sosyaliste benzeyen insandan daha kötü bir şey olamaz.” [Gorki, s. 69]

Eren Balkır
2 Şubat 2012

0 Yorum: