Alt ve üst ayrımı yapmak elzemdir bu noktada.
Yüksek siyaset, yönetsel-devletli ilişkiler üzerine diplomasi, uluslararası
ilişkiler ve siyaset bilimi bağlamında kimi tespitler yapmak, politika yapmak
değildir. Bilimler için olmuş olan’ın, politika içinse olmuş olan ile
olacak olan gerilimindeki olan’ın, gergin bir çarşaf üzerindeki demir
gülle gibi, ağırlığı hissedilir. Bu bağlamda liberalizm ve faşizm etiketlerinin
bu denli savruk ve tutarsız bir biçimde kullanılmasına da izin verilmemelidir.
İlgili kullanımlar alt-üst ayrımı yapmazlar, yapılmasına izin vermezler,
nihayetinde bu tip bir ayrımın politik sonuçlarını engellerler. Üstte olmayı
arzulayanlar, fiilîleşen bu türden altüstlerde her zaman karşı safta
konumlanırlar. Sol veya İslamî açıdan çeşitli mazeretler bulunur, sığınaklar
belirlenir. Akıl ve vicdan buna göre yeni bir form kazanır. Düşene sallanmak
için tekmeler hazır edilir. Misal, 2005’te yaşanan Paris ayaklanmasındaki temel
gücün lümpen proletarya olması ile Hitler’in arkasındaki kitlenin sınıfsal
tahlilleri eşleştirilir ve bu ayaklanma “faşizm” etiketi ile damgalanır kimi
solcular tarafından. Ya da Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalarda kitlelerin
renkliliği üzerinden, Soros ve liberalizm eleştirileri ile yüklü bohçalar
devreye sokulur hemen.
Oysa alttakilerde ne liberalizm ne de faşizm vardır.
Bu iki ideolojik ve politik yönelim üsttekilere ilişkindir, dairdir ve
yöneliktir. Meselelere, gelişmelere, olaylara ve kitlelere yukarıdan bakanlar,
ancak bu prizmadan geçirirler aklî ışınlarını. Olan bitenin içinde olmadan,
olacak olan’ı olmuş olan'ın hükmüne sokmak ve olan biteni silikleştirmek,
politik bir tutum değildir. Üstte ya da dışarıda değil, içeride olmak; politik
ve devrimci tutum budur.
Hikmet Kıvılcımlı’nın kendisinin yazı dilini
eleştirenlere karşı sarf ettiği cümleyi tekrarlarsak: “çığlıkta ahenk aranmaz.”
Alttakiler çığlık atarlar ve üste çıkmak isteyenler, zaten üstte olanlar, üstte
olanlara öykünerek prim yapmak isteyenler, bu çığlığı teorik, ideolojik ve
politik manada, olumlu ya da olumsuz bir içerikle, belli bir ahenge oturtmak isterler.
Efendilerin solunda oturanlar, bu çığlıkları faşizmle; sağında oturanlar,
liberalizmle etiketlerler.
Çığlıkta ahenk aranmaz ise o çığlığı atanlarda da
ahenk yoktur demektir. En temelde çığlık, zaten verili toplumsal-tarihsel
ilişkilerin ahengine dönük bir itiraz olarak atılır. Varlık sebebi budur. Demek
ki orada, altta ahenkle, ahenk arayışı ile veya ahengin mutlak olarak
kendisinde olduğu iddiası ile var olmak da mümkün değildir.
Mağrib ve Maşrık’ın ahengini bozan dinamikler,
rengârenktirler. Burada esas olarak İhvan’ın rengini öne çıkartmak, İhvan’ı öne
çıkartmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmektedir. İhvan bile tek bir renk
değildir. Verili dönemsel kesitte çatlaklar meydana gelmiştir. Mısır özelinde
İhvan orta sınıfı, Selefîlerin partisi Nur, alt orta sınıfı ve emekçilerin
belirli bir kesimini temsil eder konuma gelmiştir. Yani Katar ve Suudi
Arabistan, ateşin kendilerini yakmaması için su niyetine ortalığa
petro-dolarlarını akıtır ama bu önlem, hakikat karşısında, başka bir şeye
dönüşür, dönüşecektir.
İdeoloji denilen “deli gömlek”lerinden kurtulup
“saf Müslüman” olduğunu iddia eden ya da daha gerçekçi bir tespitle, olmaya
çalışan Müslümanların da deli gömleklerini yırtıp kimin ceketini giydiklerine
bakmaları gerekir. Ayrıca politika yapma niyeti ve iradesi var ise ideolojinin
önbelirlenmiş sınırlarını aşmak elzemdir. O sınırları aşan politika değil,
bireyin hevası ve özgürlük hevesi ise, efendilerin başka bir ideolojisine
koşulsuz biat ediliyor demektir. Sınır çekmek, sınır silmek, sınır boylarında dövüşmek,
sınırları ötelemek için belli bir irade ortaya koymadan, salt sınırsızlık
edebiyatı yapmak, hâkim sınıfın hizmetindedir her daim.
Birey denilen “tanrı bozuntusu”na Allah gibi
tapanlar için şu veya bu ideoloji değil, ideolojinin kendisi bir deli gömleğine
dönüşmektedir. Oysa bu hissiyatı koşullayan sürece bakmak şarttır. Kendi
bireyliğini mutlak kabul edip hakikati ona göre hizalamaya çalışmak,
bireyciliğin alamet-i farikasıdır. Özünde bireycilik de ideolojiktir. Bireyi
sıfat olmaktan kurtarıp isim yapmaya çalışmak nafile bir çabadır. Mesele,
“birey”li cümleler kurmamak, çıkardığımız sesin, aklımızın, yüreğimizin
tarihsel ve toplumsal varlıklar olduğunu önkabul etmektir. Zamansız-mekânsız
Allah’ın zaman ve mekândaki yansıması olarak tasvir edilen bireyin ilahiyatı,
Allah için, Allah aşkına ve Allah yolunda, çöpe atılmalıdır. Çünkü Allah, birey
olarak Muhammed’e, O’nun aklına seslenmez, aklın müdahalelerine maruz kılmamak
için vahiy doğrudan kalbe indirilir. Kalb ise, Ali Şeriati tabiriyle, “en-nas”, yani halktır. Halk, her
kurtuluş mücadelesinde o vahye sahip çıkar, onu yüklenir, ayağa kalkar ve
kendisini yeniden kurar.
Mağrip ve Maşrık’ta halk kendisini yeniden
kurmaktadır. Burada bedenlere üflenen ruhun petro-dolarların kokusu olması
ihtimali başlıca tehdittir. Toprağa akan kan, zalimlere ve sömürücülere karşı
öfkeyi de dem’lemektedir bir yandan.
Eski Soğuk Savaş ezberleri ve kurguları ile “adam yurduna konulma” gayreti
geçersizdir. İhvan ve bilcümle Müslüman hareket de Soğuk Savaş ürünü oluşlarını
bu momentte dönüştürecektir. Soğuk Savaş’ın merkez üssü olan Ortadoğu, kendi
özel soğuk savaşı ile baş başadır bugün. Buradan çıkış, üstte, retorikte,
muhayyilede kurulmuş bir sol-İslam ittifakı ile değil, mazlum ve sömürülen
halkın kolektif aklı ve iradesi ile mümkündür. Bu akıl ve irade, sol-İslam
ittifakının tüm tarihsel-toplumsal mirasını dikine kesecek, geleceğe başka bir
güç miras bırakacaktır.
Müslüman kesimde marksizme dönük alerji esas
olarak madde ile ilgilidir. Bu, bir gerçeği dışavurur: Müslümanların marksizme
düşman kesimleri, esasta kendi ibadetlerinden, inançlarından ve akıllarından
oluşan bütünlüğü “mutlak madde” olarak görmektedirler. Herkesin elinde bir
terazi, hakikati kendisine göre bölüp parçaları kendisi ile tartmaktadır.
Eşitlemek isterken, o hakikatten özgürleşmek; özgürleşmek isterken, o hakikati
kendisine denk hâle getirmek istenir. Marksizme ilişkin dert, materyalizmle
ilgilidir esasta. Müslümanların marksizmle derdi olanları, maddeyi marksizme
yar etmeme derdindedirler kendi maddiyatları adına. Söz konusu yarışın,
kıyasın, terazinin ve tartının esbab-ı mucibesi budur. Efendiler adına,
marksizm hanesine yazılan madde üzerindeki tahakküme son verilmek
istenmektedir. Kimi sol da bu tahakküm zannı ile ekmek yemeye devam etmek
istemektedir.
Oysa marksizm için madde-cilik değil, maddîcilik
söz konusudur. Yani madde, Allah statüsünde ve onunla eş kudrette bir varlık
değildir. Temelde madde olarak kodlanan, bilinen, algılanan, hissedilen şey ne
ise onu mutlak verili bir bütünlük olarak yüceltmek değil, ona ait olan
parçaların analiz edilmesi söz konusudur. Esasta marksizm materyalizmi pratize
eder, sürekli olarak “praksis materyalizmi”nden dem vurur. Bu, hareketsiz ve
eylemsiz madde olamayacağına ilişkin bir vurgudur. Marksizme saldıranlar, Rosa
Lüksemburg’un “kıpırdamazsan, mahkûm olduğun zincirleri de hissedemezsin” sözü
üzerinden, o zincirlerin baki kılınması için, kıpırdamaya ilişkin maddî pratiği
silmeye niyetlenmektedirler.
Liberalizmin kırklardan beri yürüttüğü faşizm
eleştirileri, stalinizm eleştirilerine zemin hazırlamış, bu eleştiri ise döne
dolaşa marksizme doğru sivriltilmiştir. Bugün kimi Müslümanlar, “erdemli bir
toplum” kavgasının abesliğinden ve saçmalığından bahsetmektedirler. Böylelikle
bu Müslümanların elinde Medine Vesikası da yırtılmaktadır. Zaten tarih, teorik
mirası ile Mekkî mücadeleyi geri itmek için gerekli zemini teşkil ettiğinden,
Medinevî pratiğin de silinmesinde hiçbir beis yoktur.
Materyalizmdeki “madde” ile İslam’daki “Allah”
dövüşmez. Dövüştürenler, esasta mutlak maddî birer güç olarak kendi
bireyliklerini yarıştırıyorlardır. Politik mücadeleden uzaklaşıp dar ideolojik
kalıplara mahkûm olduğu ölçüde her iki kesim, mübareze anlamında, bu
politikleşmeye karşı olan unsurlarını savaş meydanında karşı karşıya getirmektedir.
Bu unsurlar, bazen elif’inden mim’ine tüm Kur’an metnine dönük hâkimiyetini ya
da Marx’ın nişanlısına yazdığı şiirlerden Kapital’e,
tüm külliyata dönük hükmünü terazide tartarlar. Kimi iyi niyetli unsurlar ise
terazinin kefeleri arasında denklik durumunu mutlaklaştırmak isterler. Ama gene
de bu pratik, terazinin varlığına tabidir. Denkleme, eşitleme, aynı seviyeye
getirme, rekabet için şarttır. Atletlerin aynı çizgi arkasında hizalanmasına
benzer bir durumdur bu.
20. yüzyıl İslam âlimlerinin marksizmle olumlu ya
da olumsuz bir rabıta kurmuş olmaları önemli bir mirastır ancak bu rabıtanın
baştan sakat olduğunu da kabul etmek gerekir. Hepsi de Sovyetler ve kendi
ülkeleri arasındaki güç ilişkileri dolayımı ile meseleyi ele almışlardır. Bazı
sol örgütlerin kafasında Sovyetler’in yerini Portekiz’den Yunanistan’a dek tüm
mevcut komünist partiler ya da Latin Amerikalı sol örgütler almışsa, kimi
İslamcılar için de Sovyetler’in yerini batılı think-tank’lerin liberalizmi
ve Katar-Suudi Arabistan'ın (KİK) parasal gücü almıştır.
Söze en yüce ve en kudretli güçle (misal Allah
ile) başlayıp pratikte en aşağılık ve en geri güce biat etmek, orta sınıfın
pazarlık üslubudur. İfrat tefrit içindir. Bu denli yüceden söze başlamak, en
geri pratiği meşrulaştırmayı amaçlar. Zira en yüceden söze başlayan, tüm olası
ileri ve devrimci pratik imkânlarının geçersizliğini kendince ispatlamak
derdindedir. Sonuçta bugün sol ve İslam arasında bir rabıta gerekliyse bu,
bugünün mazlum ve sömürülen halk kitlelerinin mücadele içinde ördüğü güç
mevzilerine göre, ona tabi olarak oluşmak zorundadır.
Suyun yasalarını bildiği için su üzerinde
yürüyeceğini zannetmek, ahmaklıktır. Kur’an’ın tevilini, tefsirini, mealini,
türetilen fıkhı, ameli ve akideyi ezbere bilmek, Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’un
basit bir cüzü olduğunu unutturur. Böylelikle İbrahimî geleneğin iç devrimi
olan İslam, diğer dinlerle denklenir, onlara benzer, Muhammed bir “Yahudi
peygamberi” ya da İsevî bir Mesih oluverir. İslam’ın diğer dinleri
neshettiğiyse unutulur.
Temel mesele, Şam’da Amerikan şirketlerine verdiği
danışmanlık hizmeti ardından gidip Emevi Camii’nde özgürce namaz kılmak
değildir. Hakiki mücahidin, kendi dininin Kur’an, İslam ve Peygamber öncesi
dönemin dinine dönüşme tehlikesine karşı sürekli uyanık olması ve bu ihtimalin
tüm işaretleriyle, verili durumda, dövüşmesi gerekir. Yücede, yukarıda olup
efendilerle pazarlık masasına eşit bir bileşen olarak oturduğunu zanneden
liderlerin gölgesindeki hareket, tüm sıçrama imkânlarını da çöl kumuna gömüyor
demektir. Sonuç neden, isim sıfat, eylem söz oluverir. Ak Parti’den İhvan’a,
oradan Gannuşi ve Benkirani’ye dek uzanan hatta Müslümanlar, toplumsal ve
tarihsel sorumluluklarından azade kılınmakta, Müslümanların bir kısmı da
özgürleşme diye bu politik ve ideolojik saldırıyı bağırlarına basmaktadır. Bu
özgürleşmenin rayihası ile Müslümanlar, söz konusu hattın İslam’ın bağrına
saplanmış emperyalist bir hançer olduğunun farkına varamamaktadırlar.
Sünni-Şii savaşı ABD-İsrail oyunu ise, buna benzin
dökecek herhangi bir teşebbüsten kaçınmak da Müslümanlığın gereği olmalıdır.
“Takiyye, hile ve kurnazlıkla bizimkiler iktidarı alır, sonra işbirliği
yaptığımız tağutî rejimleri defederiz” denemez. Burada belli şahısların maddî
mevcudiyetlerine fazlaca değer yüklenmektedir. Sanki Cübbeli Hoca ölse İslam
bitecek gibi davranılamaz misal. Cübbeli gibiler, Müslüman halkla kurdukları
gizli anlaşmaya güvenmektedirler. Onlara İslam oluşlarında her zaman belirli
eksiklikler olacağı inandırılır ve maddî güç olarak paraya, şöhrete ve
malumatfuruşluğa kul edilir.
Maddeden büyük olan, onu yaratan Allah’ın yolundan
gitme iradesi, bir maddî pratik olarak, budünyada sadece kendisini madde,
başkalarını buhur, sis gibi bir şey olarak görmek demektir. Bu görme biçiminin
ucu bucağı yoktur. Sınırsızlık, tek sınırdır. Maddî varlıklar olarak Kur’an ve
Muhammed’in artık bir ağırlığı yoktur hayatta. Maddî planda bir cemaatle
kolektif olarak aynı eylemi aynı ânda ve aynı içerikle yapıyor olmanın anlamı
da doğalında kaybolur. En-nas da
maddiyatın silinmesi ile değerini yitirir. Soğuktan donan bir evsizin derdiyle
hemhal olmak, Müslüman için artık çok yabancıdır. Efendiler düşmanlarını
birbirlerine düşürmekte mahirdirler. Kuvvetini ve kudretini biraz da buna
borçludurlar. Marksizm düşmanlığı ile Müslüman kesimler, maddiyatlarını ve
dolayısıyla maneviyatlarını unutmuşlardır.
İslam, her daim, mazlumların çığlığıdır.
Ahenksizdir. Maddî planda İslam tarihi boyunca, çeşitli dönemlerde belli bir
bileşen, belirli bir cüz öne çıkar, çıkartılır, çıkartılmak zorunda kalınır. Bu
tasavvuf olur, fıkıh olur, cihad olur. Bu üçü arasında belli bir bağ mevcuttur.
İlki bireyle, ikincisi bireyselleşmiş bir iktidarla, üçüncüsü bireyselleşmiş
iktidarın hâkimiyet alanının genişletilmesi ile ilgilidir. Bağ koptuğu vakit
hakikat oradan, zemzem misali, sızar, kendisini ele verir ve yeni bir bağın
kurulmasını emreder. Yani iktidara ve iktidarın tahakküm araçlarına mesafe
koymuş bir maneviyat cihadı olarak tasavvuf
İslam’ın bayrağını üstlenir. Bireyin iç hezeyanlarından çıkıp tahakküm
araçlarına karşı kıyam ettiği vakit, mazlumların kolektif iktidarı için yola
düştüğünde, fıkıh, bu bayrağı halk
iktidarının gönderine çeker. Cihad ise
mazlumların devrimci kıyamıdır.
Bugün Mağrip ve Maşrık’taki Müslüman güçler bu
hakikatin önünde perdedirler. Perde, sadece fiilî pratikte, amelde, gerçeğin
sahnesinde yırtılır. Bu noktada İsrail-İran çekişmesinde bir Müslüman, doğası
gereği İran’ın safındadır. Ama o safta da rahat durmamalı, bu safı devrimci
politik anlamda bölmelidir. Ait olunan safın olduğu gibi kalmaması, düşmana
karşı bileylenmesi gerekir. Dönemin gereğince Ali Şeriati ve Seyyid Kutub’u
kesen bir pratik, bu safı mazlumlar lehine bölecek, iki önderin külliyatı da bu
işlem sonucu devrimci anlamda dönüşecektir. İki hareket ve fikir adamının batı
karşıtı, batıya göre biçimlenmiş içeriği değişecektir. Bu, batıcılığa karşı
doğuculuk refleksi geliştirmeden, “doğu da batı da Allah’ındır” ayeti uyarınca
gerçekleşecektir.
Bugün Tunus’ta yeniden iki kişi, üzerine benzin
döküp kendilerini ateşe vermiştir. Devrimin ateşi ne Bin Ali tanır ne de
Gannuşi’yi. “Tunus ile Libya birleşsin” diyen Gannuşi için ölçüt ümmetin
birliği değil, petro-dolarların birliğidir. Bu birlik iradesi, önü sonu, belli
oranda, sus payı niyetine, orta sınıfların ağzına bir parmak bal çalmakla
ilgilidir.
Teorik olarak orta sınıflara bel bağlayan politik
tutumlar, pratikte orta yolcu olmaya mahkûmdurlar. Alttakilerin, mazlumların
ahenksizliğinden korkanların bu yolu, her daim çığlık atmak değil, gelecek balı
yemek için ağzını açanların yoludur. Aynı yoldan yürüyenlerin bunca zamandır
“kemalist vesayet” eleştirisi yapıp, eleştiri oklarını kitlelerin hep bir
korumaya, vasiliğe muhtaç durumda tutulması meselesine yöneltmemelerinin,
onların sadece Allah’a güvenmelerini sağlamamalarının nedeni buradadır. Ali Şeriati’nin
dediği gibi, “bir kişinin ideolojisi anlaşılmak isteniyorsa, onun nasıl para
kazandığına” bakılmalıdır. O “kemalist vesayet” eleştirisi yapanlar, “hamidist
vesayet”e ya da Abdülhamit ile Menderes’ten mürekkep bir karikatür olarak
tayyibist vesayete alan açmak için dil dökmektedirler.
Maddiyatla ve güçle, imana ilişkin, Allah’a dönük,
kimi imgeler üzerinden rabıta kuranların kibri, siyaset alanının ana rengini
tayin etmektedir. Kredi kartlarıyla, şunla bunla, bir on yıl köle ve tutsak
kılınan halkın maddiyata ve güce dair tüm imge ve simgelere kolay alıcı olması
sağlanmıştır. Reklâmlar, TV dizileri, sohbetler, köşe yazıları, şarkılar bile,
bunun içindir.
Has Partililerin “Ak Parti gidecek, biz geleceğiz”
diye şimdiden birilerini kendi yedeğinde tutma gayreti içinde olmaları, bu
kibrin ve şımarıklığın ürünüdür. Ama kimi solun “devrim yapacağız da, işte bu
din bize mani oluyor” demesi de aynı ölçüde aptalcadır. Bu kibir ve şımarıklık,
mevcut popüler kültürde prim yapmaktadır. Bir yığın tarihsel yanılgı ve
yanlışlarla dolu “Fetih 1453” gibi bir yerli holivud yapımı karşısında yapılan
ibadet, bunun eseridir.
Has Parti, Ak Parti geleneğinin bir iç vicdanî
eleştiri odağı olarak örgütlenmektedir ve ona içredir. Genel olarak Ak Parti
neye güveniyorsa, o da oraya ve ona güvenmektedir. Burada gizli bir kibir ve
üstünlük iddiası mevzubahistir. Temel dert, sola ait ve solun mülkiyetinde
olduğu düşünülen kavramları ve pratikleri “gasp” etmektir. Amblemi Çark-Başak
olan Türkiye İşçi Partisi’ne öykünerek Hilâl-Başak’ı amblem olarak seçen Refah
Partisi geleneğinin henüz Menderes-Özal-Demirel hattı ile iğdiş edilmemiş
kesimlerine yakın durmakta ama bu söz konusu hat ne hikmetse(!) içerideki
ilgili sol yönelimi tasfiye etmek istemektedir. Has Parti, Ak Parti’ye açılan kontenjandan,
o alandaki güç imkânlarından ve fırsatlardan memnundur. Sırtında yumurta küfesi
olmadığı için de Ak Parti’yi soldan eleştirebilmektedir. Biçilen rol budur. Ama
pratik olarak buradaki mevcudiyetini idame ettirmesi mümkün değildir. Kanser
olduğu iddia edilen Tayyip Erdoğan siyasetten çekildiğinde Numan Kurtulmuş’un
ikame edilmemesi için herhangi bir neden de yoktur. Ama bunun için Arap
Baharı’nın gülü Ahmet Davutoğlu’nun yarışta geçilmesi gerekecektir. Ya da bir
senaryoya göre, ileride Ak Parti iki veya üçe bölünecek, bu pastada kendisine
düşen payla Has Parti yıldızının parlayacağı güne nihayet ulaşacaktır. Ama
bunun için de Numan Hoca’nın önceden bir Washington ziyareti yapması icab
edecektir. Bu icab, ahengi çığlıkla bozmaya değil, çığlığı ahenkle boğmaya
yazgılı olacaktır.
Özetle; O’na aitsek ve
dönüş sadece O’na ise, aidiyetin karşısına mülkiyeti, dönüşe karşı ilerlemeyi
çıkartanların kendi Müslümanlıklarını da sorgulamaları gerekecektir. Bu kibir
ve bu hükümle Müslümanların bir gecede liberal olmaları ve (vasat) yollarını bulmaları
mümkündür. Ama din sadece Allah’ın olacaksa, diri diri toprağa gömülen kızları
ve Ebubekir ile bir olan Bilâl’i unutmamak şarttır.
Eren Balkır
9 Ocak 2012
0 Yorum:
Yorum Gönder