14 Kasım 2011

,

Günlerin Getirdiği

Joseph Daher doğru söylüyor[1]: bölgeyle ilgili görüş açımızı tayin eden, El-Cezire. Ve bu haber kanalı, bölgedeki Arap sermayesinin ufkunu ele veriyor. Bu ufukta Siyonizmin bayrağı dalgalanıyor. Bölgede Arap sermayesi, İsrail’in verdiği cevaz üzre hareket edebiliyor. Türkiyeli efendiler de pay istiyorlar, “ben de deli dumrul olacağım, bu işin rantını yiyeceğim” diyor. Ama Tayyib, laiklik müdafaası sonrası Mısır ulemasının tokadını yiyor. Nahdacı Gannnuşi, gıyaben yediği tokadı halkına atıyor. Seçim sonrası ilk olarak Katar Emiri’ni ziyaret ediyor. Şükranlarını sunuyor. Katar, İsrail’le iktisadî ilişkilerini derinleştiriyor. Şirketler paylaşılıyor, emirlikler acentelere dönüşüyor. United Fruits of Middle East kuruluyor.

Bu arada, bölgede devletin ulusal ya da ulusötesi bir şirket gibi yönetilip yönetilemeyeceğine ilişkin tartışma sürgit devam ediyor. Ama herkes, devletin şirket gibi yönetilmesi hususunda hemfikir. Benjamin Franklin’in ifadesiyle, “paranın her şeye kadir olduğunu söyleyip duran, esasta para için her şeyi yapacak bir kişidir.” Özetle, Allah’a imanın yerini paraya dönük itikat alıyor.

El-Cezire, paranın ve şirketlerin demokrasisinden ve özgürlüğünden yana saf tutuyor. Her gördüğü sakallıyı dedesi zanneden sol ve Müslüman yayın organları da El-Cezire’nin tayin ettiği görüş açısı içinde konuşmayı politika zannediyorlar. Para ve şirket gerçekliği ile insanî gerçeklik arasındaki ayrım silikleşiyor. Birincisi ikincisinin arkasına saklanıyor.

Tunus’tan Bahreyn ve Yemen’e dek uzanan hat üzerinde yaşananlara dair solun ve Müslümanların buradan söyleyecekleri bir şey bulunmuyor. Zira esas güç değiller. Her iki kesim de politik-ideolojik mevcudiyetini liberal akımla tanımlıyor. Kendisini ona yamıyor.

Sol ve Müslüman, liberal olanda buluşuyor. Liberal, sol ve Müslüman arasına bir kama gibi yerleşiyor. Sol ve Müslüman kapışırken, kazanan liberal oluyor. Burjuva değerler her iki tarafa servis ediliyor. Sol ve Müslüman’a liberalizm bulaşıyor. Her iki kesimi kesen apolitik hat iktidara değdikçe antipolitizme çalıyor. Politika insana, insan bireye doğru kapanıyor. Bu bireyin sol ve Müslüman olması, temelli bir fark arz etmiyor.

Birey, bölünmez yegâne bütünlük olarak cennet diyarına işaret ediyor. Tüm itirazlar, karşıtlıklar, gerilimler ve kavgalar onda ve orada son buluyor. Bunların gereksizleştirilmesi için birey putlaşıyor. Politika geçersizleşiyor. Zamanla sadece kendisini gören solcular, sadece kendisini gören Müslümanlara birileri kendilerini görsün diye, bağıra çağıra küfrederek ömürlerini tüketiyorlar.

Solculuk veya Müslümanlığın hayatta kalmasının yegâne garantisinin birey cennetinde olduğuna ikna edilmek, hayatta kalma gayreti içinde, yaşamaktan kaçmak, hayat pratiğini ölüme tamamlıyor. Efendiler, ölümle korkutup köleliği hayatta kalmanın yegâne biçimi hâline sokuyorlar.

Müslüman, Marksizmi insan dışı bulduğundan eleştiriyor. Bu noktada liberal, ona gerekli besini temin ediyor. Sol, İslam’ı insan dışı bulduğundan eleştiriyor. Liberal gene besin tedarikçisi. Marksizm insan dışı maddî olana, İslam insan dışı manevi olana bakıyor. Bu sebeple “insan” mahkemesinde yargılanıp idam ediliyor her ikisi de. Liberalizm, o hukukun ideolojik ruhunu üflüyor.

Sol ve Müslüman, bugün hayatta kalmak için efendilere, “tamam ben de sadece insana bakacağım” sözü veriyor. Efendilerin yüzlerce yıllık insan putu sadece kendilerine işaret ediyor. Onun dışında bir yere bakmak bile tehditkâr bulunuyor. Allah insanîleşiyor, maddiyat insanî istismara açık olduğu ölçüde anlam kazanıyor. Salt insana ve onun hayatta kalmasına indirgenen bir akıl ve eylem, efendilerin eteğini hiç bırakmıyor.

AKP, ülkedeki tüm taşın-toprağın mülkiyetine dair bir temsiliyeti yükleniyor. Hayatta kalmak, toprağa daha sağlam basmayı gerektiriyor. Toprak yarılınca, hayatta kalmak da imkânsızlaşıyor. Hayatın altındaki halı çekiliyor. AKP, böylesi bir sarsıntı sonrası, gene hayatta kalmaya, daha doğrusu, zamanı mekânda sabitlemeye çalışıyor. Mekâna dönük alışkanlık, hayatta kalma pratiğine kul olmuş kölelerin zamanı yenme biçimi oluyor.

“Bakmayın deprem olduğuna, bina yıkılmadığına göre sağlamdır, girin” emrini veriyor AKP. Deprem bir kez daha sallıyor müstekbirin saltanatını. İktidar, her şeyin yolunda gittiğini her ân herkese ispatlama kaygısı ile yaşanan tüm gelişmelere elindeki havuç ve sopayla yaklaşıyor. Bu gerilim, bu sancı, sömürülen-mazlum halkın gerilim ve sancılarını anbean boğuyor. Yaşamak için verilen mücadele, AKP türünden iktidarların eliyle eziliyor ve hayatta kalma gayretine kapatılıyor. Toprak ve coğrafyadaki bütünlüğe, tutkala muhtaç onlar. Daha doğrusu, onlar, iktidarın kendilerine toprak ve coğrafyadaki parçalanmanın giderilmesi için bahşedildiğini biliyorlar.

AKP, kendisine ait otele sağlam raporu veriyor. Otel bir metafor. AKP cumhuriyetini temsil ediyor. Bir milyon dolara dışarıdan rehabilite edilen otel zarfımız ise içeri tıkılanlar, suyu çalınan köylüler, işkence gören devrimci öğrenciler, üç kuruşa talim eden emekçiler, mazrufumuz.

AKP’yi münferit bir olgu hâlinde karşıya almamak gerek. O, bu topraklardaki müstekbirlerin saltanat ordusunun neferi. Ordu ile cedelleşme, sadece yeni dönemin gereklerini karşılayacak başka bir orduya muhtaç olunduğu için gerçekleşti. AKP, temize çekme operasyonu ve belkemiğini 1920’lerden bugüne akıp gelen devletli gelenek teşkil ediyor.

Bayram Otel üzerinden bakarsak, AKP, özünde Kemalist cumhuriyete “sağlam raporu” veriyor. “Okuyup üflüyor”, eksik metafizik payandalarını örüyor. Kopacaklar kopamıyor, geri giriyor ana binaya. Allah yolunda cihad, kendini Allah zannedenlere dönük korkunun önünde diz çöküyor. Bu amaçla AKP, başörtülü kızlar için üniversite kapılarında kurulan ikna odalarını tüm ülke genelinde kuruyor. Efendilerin develeri güdülsün diye ikna ediyor, diyarda göçmen olanları.

Kolombiya devleti gibi AKP devleti de insanları hayatla tehdit ediyor. Hayat ise her kolektif hareketinde bir fazla üretiyor, yaşamaya yazgılı. Efendiler onu ezemediler, ezemiyorlar.

İnsan bir metafor. Mecaz. İktisadî, coğrafî ve biyolojik bir bütünlüğü işaretliyor. Muktedir ve müstekbir, ona hüküm koymak zorunda. Müstekbir, herkesin kendisinin insan dışı şartların oyuncağı olduğunu görmesine mani olmak için alabildiğine insana abanıyor. İzmir-Antalya arası, özellikle kaçakçılıkla ve kompradorlukla palazlanmış Anadolu sermayesi, tüccarlar ve yeni burjuvazi nasıl ki Kemalizm aracılığıyla kendi hayat tarzını kamusallaştırdı ise, her dönemin müstekbiri de kendi insan dışı doğasını örtbas edecek kültürel, ideolojik ve politik araçlar geliştirmeyi biliyor. Zorla ikna ediyor, o araçların mağdurlarını. İzmirli, batılı tüccarların hayatlarından etkilenip açık geziyorsa, neticede Kemalizme kılık kıyafet “devrim”i yaptırtıyor.

İnsan, Kemalistse insan. Değilse değil. İnsan, ancak Tayyibî ise insan. İnsan, gene insan. Gerisi, berisi hayvan ve güdülmeyi, kıyımı, kurban edilmeyi yazgısı olarak alnında taşıyor. Hayatta kalmanın ötesine geçip hayatın tohumlarından fışkıran akıl ve vicdan, onlar eliyle, eziliyor.

Gözleri insan dışına çevirmek, insan dışılık zannediliyor. Marksizmin de kaderi bu. Üretici güçler, sömürü, zulmün maddî zemini, tarihin yasaları dediğinde, insana hüküm koyanlar, onu ipotek altına alanlar sinirleniyorlar. İslam da Marksizm de ortak bir kaderi paylaşıyor. İnsan’cıların ipine tutunmakla hayvan sürüsünden sayılmak arasında salınıyor.

“Sivil ve insan” medya, kendisine verilen ölçü ve ölçek dâhilinde iş görüyor. Kitleleri hayatta kalma gayretine kilitliyor. Ölçü şu: tüketimin kölesi olan bireyin kendini vazgeçilmez görme yanılgısının sürekliliği. Şiddet, sınır çekmek. Sivil olmak, bu türden sınırları silmek demek. İnsan olmak, imanına koruduğu toprağın ve mülkün kulu olmak demek. Liberal hoşgörü ve faşist zorbalık, içten ve dıştan, birbirlerini tamamlayarak ilerliyor.

Misal, TV programcısı Cüneyt Özdemir Şam’a gidiyor ve deprem konusunda yaptığı yayıncılıkla incittiği Tayyib abisinden özür diliyor. Lüks mahallelerde gezip “buralarda devrim mevrim yok” diyor. Akla şu soru geliyor: “oralarda görünür hâle gelmişse devrim, zaten olmuş demek değil midir?”

Son deniz otobüsü hadisesinde içine Tayyib kaçtığını ikrar ediyor Özdemir:

“Sivillere yönelik eyleme giderken aklında medyayı çatır çatır kullanırım diye düşünenlerin de artık o devrin bittiğini bilmesi gerekiyor. Bunun için Başbakan’ın huzuruna gidip ‘nasıl yayın yapılır’ ayarı almaya ya da Ankara’dan birilerinin telefon etmesine de gerek yok. Sivillere yönelik terör eyleminden nemalanmak isteyen bu insanlara verilecek en büyük ceza, özgür ve bağımsız yayıncıların bu eylemleri hiç görmemesi değil, hak ettiği kadar görmesidir.”[2]

Sivil ne, terör ne, “özgür ve bağımsız yayıncı” kim, başbakana “sen yorulma, biz senin borazanınız zaten” demek ne demek, haberin hak ettiği değeri tayin eden kim vs… Öz itibariyle Özdemir ve bilcümle zevat havuç oluyor, Müge Anlı’lar sopa. AKP cumhuriyetinin İnsan’ına hizmet ediyorlar.

Kimse, askerin elindeki “enstrüman”ı sorgulamıyor, herkes, mazlumun öfkeli dilini kesmek için birbiriyle yarışıyor.

Bu ortamda, insanın bireye, bireyin ülkeye indirgenmesinin açık timsali olan Ülke TV’de Hilal Kaplan ve Kenan Alpay, şizofren bir Kemalistle cedelleşiyor. Kaplan, M. Kemal’in “diktatör” olduğunu örtük olarak söylüyor ve bir diktatör tarifi veriyor: “ekonomik, politik ve sosyal alanda tekeli elinde bulundurmak”. Kaplan ikrar ediyor: Tayyib abisi, diktatör olmayı M. Kemal’den öğrenmiş!

Kaplan, “mazlumun zulmü varsa, bizim de Tayyibimiz var” diyor ve devam ediyor, o güzel insanın, Ahmet abimizin adını, “besmelesiz”, ağzına alarak:

“Kürtçe, sadece zulümlerini yakından bildiğimiz PKK’nın tekelinde olan bir dil midir? Bir dilin ne olduğunu sadece o dili konuşan zalimler belirleyebilir mi? Öyleyse referandum zamanı yerden yere vurduğunuz darbeciler hangi dilde zulmettiler diye sormazlar mı?”[3]

Mazluma direnişinde kullandığı silâhı bırak demek, daha sinsi bir zulüm değil midir?

Ahmet abinin Hasan Hüseyin şiirine düştüğü Lübnan ezgisi ile, “bu şiddet olmazsa hiç olmaz” değil midir? Yağmur çamur değmemiş yüreklere “zalim” demek hak mıdır? Dört yanımız puşt zulası iken, fark koymasın mı başkaldırmak? Sussun mu çiğdem çiçek, kardelenler, mavinin türküsü, turuncu gemi ve kılıç balığı?

Sussun tabiî, sussun ki haksözlü Kenan Alpay konuşsun: “Mustafa Kemal’e muhalif olan hemen herkesi işbirlikçilikle, ihanetle, ajan olmakla suçlamak, Cumhuriyet’in başından beri devam eden ve kaynağında devlet olan bir kara propagandadır.”

Sormak gerekiyor: bugünün AKP cumhuriyetinde Tayyib abinize muhalif olmak da “işbirlikçilik, ihanet ve ajan olmak”la suçlanmıyor mu? M. Kemal, her şeyi sorgulanamayacak bir yere çekip o yere kendi sarayını inşa ettiyse, Tayyib de o saraya girip her şeyi kendi mevcudiyetine bağlamıyor mu?

Bugün fukara bir Müslüman’ın ağzından dökülen “ona küfreden Peygamber’e küfretmiş gibidir” lafı, Müslüman olmanın da Kemalist nizamın iki dudağına sıkıştığının delili. Doğası itibariyle politik olan İslam, bu doğadan uzaklaşıyor. Uzaklaşma sonucu ondan olduğunu iddia eden kimileri, Papa’nın elini öpüyor, İsrail’le gizli anlaşmalar imzalıyor, ABD’den gelen emirlere itaat ediyor vs. Mazlum ve fukara Müslüman ise olan bitene “İslam içindir” yanılgısı ile ses etmiyor.

Tayyib, ekonomisinin güçlülüğünü göstermek için herkese “Üç çocuk yapın” diyor. Duble yollar, kanal projeleri, heybetli, gösterişli adımlar, napalm bombaları, misket bombaları, operasyonlar…

Onca haksızlığa rağmen, haksözden “çıt” yok.

Efendiler, hayatta kalmanın yaşamak olduğuna ikna ediyorlar kitleleri. İnsan, buradan tarif ediliyor. Hayatta kalma gayreti, hayat mücadelesini ve yaşama arzusunu ele geçiriyor. Kış soğuğunda donmamaya çalışanlara doğum günü pastaları kesiliyor. Dualar okunuyor üstüne.

Hayatta kalan, bireysel bir kavganın neferi olarak, göklere çıkartılıyor. Yaşama iradesi ise her daim kolektif olana bakıyor. Zira hayat, tekil şahsa eksikliklerini hatırlatıp başkalarını görmeye mecbur ediyor. İlkine tabi olan bir işçi, işten atıldığında, bir masanın başına geçip iş ilânlarında umut kapısı bulmak istiyor. İkincisine tabi olan ise soluğu, en azından bir kahvede alıyor, yoldaş arıyor kendisine.

[…] Aylar öncesinde “demokrasiyi biz Kürdlerden mi, hele hele Libyalı birkaç kabile şefinden mi öğreneceğiz, biz büyük ve güçlü bir devletiz” diyen, Sakarya-Fırat dizisinin senaristi Sülüman Çobanoğlu, mealen Kürdleri küçük bir kabile olarak gördüğünü söylüyordu. Aylar sonra o büyük ve güçlü devletin malumat satıcısı bir gasteci, Hz. Muhammed’e “kabile şefi” deyince kıyamet koptu.

Libyalı kabileler, bugün birbirlerine düşmüş durumdalar. “Baba”larını katlettikten sonra üvey analarının kucağında ne yapacaklarını bilmez bir hâldeler. İslamcılar, müstekbire karşı mücadelenin öncü gücü olan Peygamber’i taklid etmeyi büyük ve güçlü devletlerin hizmetine sunmakta beis görmüyorlar. Muhammedî kavganın harı, liberal ve emperyalist sularda söndürülüyor.

Sol, Kemalist, demokrat, liberal vs. de Peygamber’i görmek istemiyor ama Kanuni karşısında da huşu içinde titriyor. Özünde Kanuni ve Peygamber arasında yapılan hadsiz kıyas, Tayyib’e dönük bir mesajı içeriyor. “Devletli kal, devlet yıkan Muhammedî pratiği terk et!”

Hakkı Devrim özür diliyor sonra ve “insan” olarak Peygamber’e saygı duyduğunu söylüyor.

Müslüman’ın insana indirgenmesi, insanın da iktidarın belkemiği kılınmasını ifade eden AKP devletinin tebaasının, Peygamber’i salt insana indirgeyip ona ancak “saygı” duyabilen Hakkı Amca’ya kızmaya hakkı yok esasen. Onlar yaptı, Muhammed’i bireylerden bir birey, onlar devleti kutsadı, devletlerden bir devlet olarak. “Birey merkezli” anayasa hazırlamayı vaad eden “kabile şefi”, Allah’ın Afrikalısına Türkçe öğretmekle övünen vaizi ile kol kola, Kürd’ün üzerine ölüm fermanları savuruyor bugünlerde.

Bu zulüm karşısında gene de tutuşuyor dizeler, şarkı oluyor, yüzlere çarpıyor ve dirhem dirhem eksiltiyor düşmanı.

Eren Balkır
14 Kasım 2011

Dipnotlar:
[1] Joseph Daher, “Where Does Al Jazeera Stand?”, 5 Ekim 2011, Counterfire. Türkçesi: İştirakî.

[2] Cüneyt Özdemir, “Kartepe Canlı Yayını”, 13 Kasım 2011, Radikal.

[3] Hilal Kaplan, “Ahmet Kaya ve Tayyip Erdoğan”, 14 Kasım 2011, İlke.

0 Yorum: