13 Ekim 2011

Retoriğin Ötesinde Wall Street İşgali


Wall Street’i İşgal Et Hareketi’nin [WSİEH] ayırt edici özelliklerinden biri, hareketin merkezî bir liderlikten yoksun oluşudur. Hareket, sadece lidersiz olmakla kalmıyor, ayrıca açık biçimde tarif edilmiş “talepler” etrafında örgütlenmiş gibi de görünmüyor. Bu durum, katılımcıların ve destekçilerin algısında hayli olumlu bir nitelikmiş gibi takdim ediliyor; muhalifler, özellikle ana akım medya, eleştirilerini esas olarak bu nokta üzerinde yoğunlaştırıyorlar.

WSİEH, temelde muhalefetini ABD’deki (dolayısıyla, tüm dünya genelindeki) servetin dağılımında mevcut olan adaletsizliğe yöneltiyor, son kırk yıldır tüm dünyayı mahveden neoliberal politikaya itiraz ediyor, şirketlerin (özellikle finans kurumlarının) açgözlülüklerine ve sömürüye dayalı kapitalist sistemdeki mevcut yapısal eşitsizliklerin sonucu olarak çeşitli sistemik şiddet biçimlerine karşı çıkıyor. Ancak göstericiler, tam da medya uzmanlarının görmek ve sunmak istedikleri bir iş yapıyorlar: protestocuların da “tatmin” olacakları, bir zaman çizelgesine oturmuş, bir işlem var ortada. Bu WSİEH’yi, geçen kış dünya sahnesine çıkan ve “Arap Baharı” başlığı ile takdim edilen Tunus ve Mısır ayaklanmalarından niteliksel açıdan farklı kılıyor.

Tunus ve Mısır’daki gruplarda açıkça tarif edilmiş kimi “talepler” vardı: evvela başlarındaki politik liderleri devirmek. WSİEH ise Arap Baharı’ndan farklı, onun hedef ve amaçları henüz tam anlamıyla tarif edilmemiş durumda.

Hareket, medya uzmanlarının ve şirket seçkinlerinin kolayca başlarından defetmek amacıyla buldukları çeşitli etiketlerin, “komünizm”, sosyalizm”, “anarşizm”, “solculuk” vb. gibi izm’lerin de ötesine geçti. ABD dışındaki yorumcuların da dikkati bu yöne çevrildi. CBC mensubu Kevin O’Leary, geçen hafta Pulitzer ödüllü gazeteci Chris Hedges’a verdiği mülâkatta, kendisi ile alay ederek, “kafası kırık bir solcu” olduğunu söyledi. Chris ise görece daha zeki ve açık sözlü biri olarak, bu ifadeye “protestocuların önemli bir bölümünün onları eleştirenlere nazaran daha ‘muhafazakâr’ olduğunu”, finans sınıfının radikalizmine ve yeni feodalizmine karşı hukukun kurallarına geri dönülmesini arzuladıklarını söyleyerek cevap verdi. O'Leary’nin meseleyle ilgili hayal kırıklığı, muhtemelen WSİEH’nin başarısının, söylem teorisyeni Ernesto Laclau’nun yaklaşık on yıl önce ortaya attığı, politikadaki “boş gösterenler” meselesine atıfla kavranabilecek nitelikte olduğunu gösteriyor.

“Boş Gösterenler” Neden Politikanın Meselesi?

Semiyotiğin, “işaretler bilimi”nin diline aşina olmayanlar için birkaç kelâm edelim: bir dildeki her kelime (işaret) iki unsura ayrıştırılabilir: gösteren, kelimenin kendisi ve gösteren tarafından dillendirilen, telaffuz edilen, gösterilen. Semiyotiği geliştiren ilk kişi olan İsveçli dilbilimci Ferdinand de Saussure’e göre, bir dildeki herhangi bir terimin anlamı, onun gerçeklikle kurduğu doğrudan ilişkiden değil, aynı dildeki diğer kelimelerin tümü ile arasındaki farklılıktan türer. “Ağaç”ın anlamı “ağaç”tır, çünkü bu kelime “çalı” ya da “çiçek” anlamına gelmez. Bu türden bir kavramın kavranması için tüm kelimelerin başka kelimelere atıfla tarif edildiği bir sözlüğe bakmak gerekir.

Fransız post-yapısalcı Jacques Derrida, bir différance süreci olarak dilin içindeki farklılıklar sistemine atıfta bulunur. Différance sürecinden kastı, dilin sürekli ertelenen anlamlardan müteşekkil oluşudur. Onun aksine çağdaşı, psikoanalist Jacques Lacan ise bir şeyin herhangi bir anlama sahip olabilmesi için her dilin tüm diğer “yüzergezer gösterenler”in anlamına el koyan boş bir “Büyük Gösteren”in faaliyeti aracılığıyla belli bir noktada sabitlendiğini iddia eder. Bir dildeki tüm diğer kelimeler anlamlarını, temel, boş bir “Büyük Gösteren”den ya da gösterileni olmayan bir gösterenden, kendilerini ayrıştırmaları sayesinde elde ederler.

Laclau’ya göre, boş gösterenler, politik hegemonya için önemlidirler. Onun Chantal Mouffe ile birlikte kaleme aldığı Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Politikaya Doğru (1985) isimli o çok önemli eserinde hegemonya teorisi, Lakancı, gösterileni olmayan gösteren, kavramına dayanır.

Egemen ideoloji ve ona muhalif ideoloji düzeyinde her politik hareket, politik ve toplumsal düzenin evrensel inşasını temsil etmek durumundadır. Boş gösteren, insanları belli bir politik harekete ya da gruba bağlar. Bunun başlıca örneği, politik spektrum genelinde, ABD ve Kanada’daki siyasetler tarafından günümüzde devreye sokulan “orta sınıf” kategorisidir. “Orta sınıf” neredeyse herkese işaret ediyormuş gibi görünen muğlâk bir terimdir.

Sıklıkla politik söylem, “hürriyet”, haklar”, “adalet” ve de en önemlisi, “demokrasi” gibi retoriksel boş gösterenlerin baskınına uğrar. Son elli yıl, Sovyetler Birliği’nin otoriterizmi ile ilişkili olumsuz bir şeye işaret eden “komünizm” ve “sosyalizm” türünden sol gösterenlerin sağcı edinimine tanık olmuştur. Bu tip kavramlar, artık günümüzde insanları alternatif politik yaklaşımları seçmekten vazgeçirmek için kullanılıyorlar.

Popülizm mi Sınıf Mücadelesi mi?

Laclau, sonraki süreçte hegemonya anlayışını bırakıp sol için yeni bir popülizm kavramsallaştırmasına yöneldi. Popülist Akıl Üzerine (2005) isimli kitabında solda, “halk” olarak adlandırdığı, yeni bir popülist politik gücün oluşturulması gerekliliğini savunuyor. Laclau’nun “halk”ı, Marksizmdeki proletarya ya da işçi sınıfı gibi özel politik failleri aşan bir güç olarak zuhur ediyor. Laclau'nun “post-marksizm”i kültürel politikadaki postmodern sapmadan alıyor gücünü. Bu sapma, altmışlarda ve yetmişlerde yükselen yeni toplumsal hareketlere (YTH’ler), post-kolonyalizme, ırkçılık karşıtlığına, feminist harekete ve eşcinsel hareketine sırtını yaslıyor. Bu hareketler, politikadaki sınıf dışı bir temele sahip yaklaşımları ifade ediyorlar. YTH’ler, tam da sınıf temelli politikanın mevcut iktidar biçimlerini yeterince tehdit etmediği, görece daha geniş politik konulara seslenmede akim kaldığı bir noktada ortaya çıkıyorlar. Seksenlere girerken muhafazakâr işçi sınıfı da, Teçırizm ve Regınizm örneklerinde görüldüğü üzere, hâkim seçkinler grubunun muhafazakâr popülizminin safına geçiyor.

Laclau’ya göre, farklı kimlik grupları kendi aralarındaki birliği, “can düşmanları”na ya da “hasımlar”ına yönelik karşıtlıkları etrafında örgütlemeli. Öznel düşmana karşı oluşturulan bu birleşik örgütlenme sayesinde farklı politik-kültürel gruplar arasında politik ittifakların oluşması mümkün hâle geliyor. Bu can düşmanı küresel sermaye ya da finans sınıfı olabilir. Ancak bu noktada Slavoj Žižek, bu tip bir popülizmin bir tür yeni faşizm biçimine doğru yozlaşma tehlikesi barındırdığını söyleyerek uyarıda bulunuyor.

Žižek’e göre, popülizm, kapitalist sömürü sisteminin nesnel şiddetini onu, sistemin istikrarını bozan, bir tür dışsal, nesnel, düşman/mütecaviz olarak resmetmek suretiyle, perdeliyor. Başka bir deyişle, popülist perspektif, sistemin kendisinde içsel manada yanlış bir şey görmüyor, bunun yerine, bozulmaya yol açan kimi dışsal faktörlerin tecavüzüne bakıyor. Nazi antisemitizmi, faşist popülizmin en açık örneği. Faşizmde otuzların krizinin sebebi kapitalizmin içine yerleştiriliyor, sınıf mücadelesi Yahudi’ye karşı verilen antisemitik bir figürde karşılığını buluyor.

Mevcut krize ırkçı, cinsiyetçi ve homofobik bir retorik kullanarak suçlama yönelten sağcı Çay Partisi hareketinin aksine WSİEH, en azından Laclau ve Žižek’in kullandığı mananın dışında, bir tür popülist politika etrafında örgütleniyormuş gibi görünüyor. Hareket, “%99” ifadesinde açığa çıkan biçimiyle, Gramşici bir halk hareketi olarak vücut buluyor ve esasta “sınıf savaşı” açısından, halkın hayal kırıklıklarını dillendiriyor.

ABD’deki Cumhuriyetçi Parti ve yönetici seçkinlerin sızlanma ve atışmalarına rağmen, mevcut politik yüzleşmenin tanımlanması noktasında, kimse “sınıf savaşı” kavramını kullanmaktan çekinmemeli. Savaşın ilkin %99’a karşı ilân edildiğini, çoğunluğun yüzde birin bugüne dek uyguladığı o yoğun şiddete karşı mücadele etmeye nihayet karar verdiğini söylemek gerekiyor. Hareket, hâkim söylemin sindirmekte güçlük çekeceği bir form kazanmış durumda. Mevcut hareketin ana akım medyanın eliyle (egemen ideoloji lehine) yapılan sembolleştirme girişimlerine karşı direnme becerisi (Lakancı toplum teorisyenleri nezdinde) “hakiki” bir şeylere sahip.

Öte yandan WSİEH’nin, Michael Hardt ve Antonio Negri tarafından tarif edilmiş olan çokluğa dair bir biçim kazandığını iddia etmek de mümkün. Ancak burada tekrar “orta sınıf” teriminin politik söylem dâhilinde, hem WSİEH’ye atfen hem de “Amerikalı çalışanlar” bağlamında siyasetçiler tarafından başvurulan bir kavram olduğunu tekrar hatırlatmak gerekiyor. ABD’de “orta sınıf”, Amerikan rüyası ideolojisi ile sıkı sıkıya bağlantılı bir kavram. Bu kavramın kullanımında hâlâ nahoş bir yön mevcut.

Sistemdeki Çelişkiler

Yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da kapitalizmin eninde sonunda yaşayacağı kendi yıkımını gerçekleştirecek güce, proletaryaya katkı sunduğunu söylüyor. En yaygın biçimiyle proletarya “işçi sınıfı” olarak biliniyor. Ancak bu noktada proleter sınıf konumu ile “işçi sınıfı”nın konumunu ayrıştırmak gerekiyor. Proleter sınıf, toplumsal dönüşümün bir faili iken, “işçi sınıfı” mevcut toplumsal düzendeki belli bir konumu temsil ediyor. “İşçi sınıfı” kavramı “endüstride/fabrikada, hizmet sektöründe ya da kamuda çalışan, sendikalar aracılığıyla örgütlenen işçiyi" çağrıştırıyor. Ancak kanaatimce medyanın ve siyasetçilerin “orta sınıf” ya da “çok çalışan aileler” dediği şey, Marx ve Engels’in proletarya derken akıllarından geçene daha yakın. Yani Marx ve Engels’in kapitalist sınıfın, yani yüzde birin yıkımına dair öngördüğü güç %99’da. Onlar, kapitalist üretim tarzı tarafından nesnel planda sömürülmeye, “kültür savaşları” ve “kimlik politikaları” arasında çekiştirilmeye devam ediyorlar. %99’u biraraya getiren de sistem içinde (kültür savaşlarının ve kimlik politikalarının tariflediği nesnel konumların bölüp parçalama gayretine itiraz eden) nesnel bir konum elde etme kavgası. Bunlar, (tam da Laclau’nun popülizminde görüldüğü üzere) sistemi bozan kimi dışsal mütecavizlere atıfla ya da kendilerine karşı politik ve sistemik düzeylerde ilk sınıf savaşını verenlere karşı durarak biraraya gelmiyorlar. Kapitalist üretim tarzının kendi çıkarlarına göre örgütlendiği o yüzde bir, sistemi dışarıdan bozan bir düşman/mütecaviz ya da sistemin kendisinden sorumlu sınıf olarak hedefe konmuyor.

Şirket medyası kaynaklı propagandayı ve üstteki yüzde birin çıkarlarını gözeten sistemin safında yer alanlardan gelen eleştiriyi mağlup etmek için verilen mücadelede kesin talepler ve egemenlerin adımlarına uyan muhalif bir retoriğe ait kimi gösterenler dillendirmemek gerekiyor. Aile, hürriyet, adalet ve demokrasi gibi onların mülk edindiği kimi politik terimleri (gösterenleri) sahiplenmek artık önem arz ediyor. Böyle yaparak, kapitalist sömürünün ağırlığı altında ezilen farklı kimlik grupları arasında dayanışma imkânları artacaktır. Ancak kısa vadede, kimi noktalarda, hareketi ileri taşımak için içte de bazı “yeni gösterenler”in benimsenmesi gerekiyor. Tam da WSİEH’nin antikapitalist popüler hislerin örgütlenmesinde yeni bir yöntem ortaya koyduğu günlerde, liberal demokrasinin sınırlarını aşabilmemiz için, politik formlara sahip belli bir örgütsel deneyime kavuşmamız zorunlu.

Matthew Flisfeder
12 Ekim 2011

Kaynak

0 Yorum: