22 Eylül 2011

,

Arap Hazanı


Ortadoğu’da hazan mevsiminin siz batılılardakine benzer çağrışımları yoktur. Sizin için bu mevsim ölümü çağrıştırır; yapraklar renk değiştirir, dökülür ve kuşlar güneye uçarlar. Bizim içinse Yaz’ın bunaltıcı sıcağının ardından uyandığımız keyifli bir mevsimdir. Otlar kırmızı, kahverengi tonlardaki çayırlarda yeniden boy verir ve ağaç dalları olgunlaşmış incirler ve narların ağırlığı ile yere değerler.

O muhteşem Şubat ayaklanmaları dalgasına verilen isim olarak “Arap Baharı” yerini “Arap Yazı”na, insanı acımasızca yakan güneşin altında boş yere gölgelik bir yer ya da serin bir çukurun aranıp durulduğu o sıcak ve anlamsız mevsime bıraktı. Mısır’da askerî cunta, Mübarek’in politikalarını devam ettirdi; Libya’da silâhlı çeteler, NATO Hava Gücü’nün pahalı şemsiyesi altında çölü arşınladı; Suriye’de Şamlı lezbiyen blogcunun efsanevi maceraları, İskoçya’da emekliliğini yaşayan Ortaçağ’a ait Amerikalı eski bir istihbarat ajanı eliyle ortaya çıkartıldı, kaleme alındı ve tasarlandı. Filistin ise kolayca unutuldu ve bir yeni muhafazakâr gözlemci, mutlu bir ifadeyle, alelacele, “Arap Baharı’nın Filistin meselesini gündemden çıkarttığını” duyurdu.

Hazan geldi ve Yaz’ın sisi, dumanı dağılıp gitti. Bahar’da ekilen tohumların ilk meyveleri alınmaya başlandı: Nil üzerindeki bir kalede bulunan İsrail Büyükelçiliği’ne zorla girildi, Türkiye, geçen yılki onur kırıcı eylemi hatırlattı ve Suudiler, hayatlarında ilk kez ABD’yi tehdit ettiler. Filistin, yeniden merkeze oturdu ve BM’ye yapılan başvuru yeni mozaiğin parçası hâline geldi. Artık Ortadoğu’da bugün yaşananları anlamaya ve ortadaki delilleri yeniden değerlendirmeye geçebiliriz: tüm bu yaşananlar, liberalleşmeye ve demokrasiye dönük hakiki bir gayretin ifadesi mi, yoksa bir kredi kartı devrimi mi ya da dikkatle planlanmış bir komplo mu? Ve tüm bu olup bitenler bizi nereye götürüyor? Görünüşe göre bölgemiz, tam da bilgisayardaki sabit disk gibi yeniden formatlanıyor. Bu kısa sürecin sonunda, ileride izah edeceğimiz üzere, uzun süredir unutulmuş olan halife, yeniden sahneye çıkacak.

Filistinliler Neden BM’ye Başvurdular?

Filistinliler, o hiç bitmeyen müzakerelerden bıktılar. Onlara hep o 1993’ten, Mandela Nobel Barış Ödülü’nü aldığı, Jurassic Park’ın izlenme rekorları kırdığı seneden beri, ellerinden alınan bağımsızlığın geri verileceği vaat ediliyor. Yaser Arafat ile İtzak Rabin arasında imzalanan Oslo Anlaşması’nın kısa süreli bir otonomi faslından sonra tüm sorunları çözeceği umut edildi. Ama işe yaramadı: Arafat zehirlendi, Rabin vuruldu, sonuçta Yahudi hükümetleri, süreç içinde tahammülü kalmayan Filistinlileri kesintili olarak kıyıma tabi tuttu. Müzakereler gene de devam edip durdu…

Filistinliler, uzun süre önce bu müzakerelerden bıktılar ve inançlarını yitirdiler: 2006’daki ilk serbest demokratik seçimlerde müzakereleri yürüten Fetih’e destek vermediler. Şimdi, beş yıl sonra, Mahmut Abbas ve Fetih de zaman kaybından bıktılar ve sonuçta her şeyi kaybedeceklerinden korkmaya başladılar. Abbas, yüzünün önemli bir kısmını yitirdi. Hasımları, onun İsrail süngüsü üzerinde oturan bir çorap kukla olduğunu düşünüyorlar. Onlara göre, Abbas’ın artık yönetme yetkisi yok. O, bir sonraki intifada dalgasının Mübarek gibi kendisini silip atacağından ve İsraillilerin de kendisini kurtar(a)mayacağından korkuyor. Abbas’ın tek seçeneği, yeniden formatlanan bölgeyle ilişkisini kesmek. Hamas ile barışmasının ve BM’ye kabul için başvurmasının ama bir yandan da her ihtimale karşı ayaklanma karşıtı ekipman ısmarlamasının nedeni bu.

Abbas ve Fetih, her ne kadar emekliliklerinde bağ bahçe işleriyle uğraşıp zeytinyağı satmayı planlasa da kimi sonuçlara ulaşmaları zaruri görünüyor. Ama zaman ve içinde olduğumuz yeniden formatlanma süreci, Abbas’ın konumunu giderek daha fazla şüpheli kılıyor. Fetih’in de az çok ait olduğu Baas ve Nasır’ın sosyalist milliyetçi Arap hareketi artık ölüyor. Irak’ta bu hareket, ABD işgali eliyle imha edildi; Mısır’da Mübarek politikaları tarafından tüketildi; Libya’da bombalar altında eziliyor, Suriye’de ise şiddetli biçimde çöküyor. Bu Arap sosyalistleri neoliberallere çok fazla taviz verdiler, yeni süper zengin milyarderlerini yüreklendirdiler, fazla rüşvet aldılar ve belli ölçüde de halk desteğini kaybettiler. Kokusunu yitiren tuz misali, anlamlarından mahrum kaldılar. Bu yönetimler, ABD sendikalarının, Meksika Anayasal Devrimci Parti’nin ve Avrupa sosyal demokratlarının kaderini yaşıyorlar. Ayrıca devrim sonrası miras aldıkları katılık, onların değişmesine imkân vermiyor.

Herkes gibi Mahmut Abbas da BM kararının makul bir statü kazandırmayacağını anlamış durumda. Ancak o, İsrailliler eliyle başına açılacak belânın kendisine değer kazandıracağını düşünüyor. Abbas, hayli Amerikan yanlısı bir tutum içinde. Güvenlik güçleri, eğitimlerini Amerika’dan aldı. Teklifinin kabul edileceğini umut ediyor. Bu, Obama’nın Kahire konuşması ışığında makul bir umuttu ve esasında Obama da bu oyuna girerdi. Ancak ABD’li Yahudiler, o denli güçlü ve milliyetçiler ki ona hiç fırsat vermezler. ABD’li Yahudiler, aptal bir inatçılığa sahip Netanyahu’yu seçtiler. ABD’de siyasete hükmeden sınıf, Yoldaş Stalin’in ya da Albay Kaddafi’nin bile gururlanacağı bir tezahüratla kucakladılar Netanyahu’yu. Weiner’in Kongre’deki koltuğunu beklenmedik bir biçimde kaybetmesi ve Obama’nın yeniden başkan seçilmesi sürecini raydan çıkartan Yahudi korkuları, Obama yönetimini BM Güvenlik Konseyi’nde veto kararı verme vaadinde bulunmaya itti.

Bu, zoraki alınmışsa da akıllıca bir karar. Barış için birlik süreci ABD vetosunu bastırıyor ve görünüşe göre uluslararası siyasetin bu kıyamet günü silâhı, 1950’deki Kore Savaşı’ndan beri ilk kez yürürlüğe sokulacak ama bu sefer ABD aleyhine. Teslimiyetçi yanını göstermesi sebebiyle, ABD, Ortadoğu’daki yönetsel konumunu terk etmek durumunda kaldı.

Ortadoğu’yu Kim Yönetecek?

Arap milliyetçiliği halk desteğinin tadını çıkarttığı sürece, kimse (yeniden formatlanan) bölgeyi söz konusu milliyetçilik yenilmeden yönetemez. İnsanlar, kendi politik yönelimlerinden hoşnut olmak zorundadırlar. Atina’dan Kahire’ye, herkesi işgalci Yahudi’ye karşı mücadeleye çekecek daha iyi bir unsura da rastlanmıyor. Bu tespitin sebebi, bir tür önyargı ya da mitik bir antisemitizm değil, aksine Kutsal Topraklar’a dönük her yana yayılan aşk; bu toprakların sakinleri Siyonistler eliyle berbat bir biçimde hırpalanıyorlar. Eski Ahit – Atasözler’de (30:22) söylendiği üzere: “Altında yeryüzü titrer ve bir hizmetçi kral olur.” Bir İsrailli yazar da ülkesindeki Yahudilere uyarlar bu sözü. Kendi yöneticilerine hizmet etmeye alışkın olan Yahudiler yeterli düzeyde yardımsever değildir, tutkudan ve insaftan mahrumdur, yereldeki insanlara caniyane ve adaletsizce davranır, sonuçta da kendi teşebbüslerine dönük itiraz düzleminde, tüm Ortadoğu’yu birleştirmeyi başarırlar.

Ortadoğu’daki yöneticilere ilişkin nihaî karar, bu yöneticilerin Kutsal Topraklar’a yönelik yaklaşımı üzerinden tayin edilecek. İnsanlarımız, o güvenilmez demokrasi ve liberalizmden ziyade ve Facebook’la Twitter’dan daha fazla, kendi kaderleriyle ilgililer. Şubat’ta da yazdığım üzere, “Bu, Camp David Anlaşması ile tesis edilmiş olan İsrail-Amerikan düzeninin sonudur. Bugün itibariyle yeni bir düzenin gelişine tanıklık ediyoruz.”

Kim bölgeyi yönetmeyi arzuluyorsa Filistin’i düşünmek zorunda. Dahası, bu düşüncesini liderlik yönünde ortaya koyduğu teklifin bir önkoşulu olarak sunmak durumunda. Bunu Türkiye yaptı: uzun bir beklemenin ardından Erdoğan hükümeti, birkaç çarpıcı hamlede bulundu: İsrail büyükelçisini paketleyip geri gönderdi. İsrail’le mevcut askerî işbirliğini ve askerî alımları durdurdu. Erdoğan donanmasının koruması eşliğinde Gazze’yi ziyaret etmeyi vaat etti. Sonuçlar gayet çarpıcı: Kahire ziyareti üzerine Sultan’ın varisi olduğu iddia edilen bu kişiye “yeni Selahaddin” denildi. Selahaddin, Haçlıları 1187’de Galile Denizi’nin üst kısmında, Kurunü’l-Hattin savaş meydanında mağlup etmişti. Erdoğan da, ona atıfla, bir kurtarıcı olarak selâmlandı. Eğer sözlerinin ödülü bu ise eylemlerinin ödülü ne olacak?

Mısır, yeni bir devrimin arifesinde: Mısırlılar, İsrail büyükelçiliğini kuşatan duvarı yıktılar ve binaya girdiler. Kitle, Mübarek sonrasında onun politikalarını devam ettirdiği ve gerekli adımları atmadığı için askerî cuntaya dönük tatminsizliklerini ifade etti. Şubat ayaklanması ve o binlerce şehidiyle Mısırlılar, henüz güçlerinin çok azını gösterdiler aslında. General Tantavi, yıllar önce Mübarek tarafından halefi olarak seçilmiş bir isimdi zaten. Politik rejim hiç değişmedi, seçimler ertelendi, Gazze ablukası devam ediyor, hatta Mısırlı askerlerin İsraillilerce öldürülmesi bile olağan hâli hiç mi hiç bozmuyor.

Türkiye, yeni düzeni kurma meşruiyetine sahip. O, AB ya da NAFTA gibi oluşumların bir muadili olarak bugün Osmanlı İmparatorluğu’na işaret eden hilafeti ilân edebilir. İstanbul, Birinci Dünya Savaşı’na dek halifenin son ikametgâhı ve Ortadoğu’nun dördüncü yüzyıldan beri doğal başkenti. Kemalizmin o şiddete dayalı laisizminin sona ermesi ve İslamî AKP’nin yükselişi Türkiye’nin hilafeti yeniden diriltme teklifi için kapıları açıyor. Doğal bir lider olarak Türkiye, Suriye dışarıda tutulacak olursa, ileride tüm bölgeyi hilafet bayrağı altında bütünleştirebilir.

İkinci Güç

Tek talip Türkler değil elbette. Ortadoğu’da yeni bir güç daha doğuyor. Bu gücün liderliği, Katar gibi sıkı müttefiklere sahip olan Suudi Arabistan’ın elinde. Bunlarda tonla para ve El Cezire gibi hayli güçlü medya araçları var. Ateşli bir Müslüman ve katı anti-sosyalist olan bu kesim, bölgeyi kendi ağız tadına uygun olarak yeniden formatlamak niyetinde. Libya’ya dönük NATO saldırısından esas kazancı bunlar elde etti. İstikrarsızlaştırılan Suriye’deki kaynakların önemli bir bölümü de bunların kontrolünde. Şimdiye dek pek sahneye çıkmıyorlar ve ellerini göstermiyorlar. Filistin meselesi, bunları ortaya çıkmaya zorlayacak temel konu.

Prens Turki Faysal’ın NY Times’da yazdığına göre: “ABD Filistin’in teklifini veto ettiği takdirde Suudi Arabistan onun yanında yer alacak.” Bu, sadece Filistin halkına dönük sempatiden ötürü yapılmayacak, ayrıca bölgesel hâkimiyete dönük açık bir teklif olarak gerçekleştirilecek. Suudiler, hilafet tacının kimde olacağı hususunda yarış içinde. Onu artık istiyorlar. Bu sonuca ulaşmak için uzun süredir tonla para harcadılar; Kaddafi’yi yok ettiler ve Esad’ın iktidarını sarstılar. Türk AKP’si ile iyi giden ilişkileri var. Erdoğan ve Gül Suudileri yakından tanıyor, ara sıra bu ülkede vakit geçiren bu ikili, Suudilerin desteğinden epey yarar gördüler. Eğer Suudiler patron olmak istiyorlarsa, Filistin için daha fazla gayret göstermek zorundalar.

Muhtemelen Türkiye görece daha gerçekçi bir talip: Türkiye, büyük, müreffeh ve modern bir ülke; buradaki ortodoks İslam’ın Sufizmle güçlü bir teması mevcut (Türklerin çok sevdiği bir şair ve veli olarak Rumi’yi hatırda tutmak gerek.). Suudilerde İslam’ın Protestan-Püriten kolu hüküm sürüyor (Selefilik ya da Vehhabilik). Bu akımın pek başarı şansı yok. Tarihsel açıdan Mekke ve Medine’nin kutsal şehirler olarak Halife’nin ikametgâhı olma ihtimali bulunmuyor. Muhtemelen bu iki şehir, hedeflerini aşağıya çekmeyip Türkiye’ye nispetle ikinci plana düştüklerini kabul etmedikleri sürece, başarısız olacak.

BM Teklifi

ABD, bir dizi zor tercihle karşı karşıya. Filistin teklifini veto etmek boş bir hareket, ancak tarafgirliliğinin de açık bir delili olacak. Avrupalılar ona yardım etmeyecek: Siyonistlerin kazanç hanesine yazılmasın diye Libya’yı artık bombalamayacak. ABD yönetimi Yahudileri kucaklamaktan da vazgeçmeyecek.

Belki de İsrail aklını başına alacak ve Kadima lideri Tsipi Livni’nin de önerdiği biçimiyle, BM oylamasını daha fazla germeyecek. Filistin’le ilgili karar geçse bile İsrail, bölgedeki en güçlü ordunun sahibi olmayı ve ABD’den aldığı koşulsuz desteğin keyfini çıkartmayı sürdürecek. İsrailliler, yüzlerce Genel Kurul kararında olduğu gibi bu kararı da görmezden gelip Ben Gurion’un düsturunu tekrarlayabilirler: “Gayrıyahudilerin ne dediğinin kim umurunda? Önemli olan, Yahudilerin ne yaptığı.” Amerikalı-Arap felsefeci Joseph Massad, İsrail’in her hâlükârda kazanacağını söylüyor: eğer Filistinlilerin teklifi kabul edilirse, ellerine sadece küçük bir yurtluk geçmiş olacak, kabul edilmezse hareket güçlerini yitirecekler.

Ali Ebunima, teklife muhalif bir dizi sebep sıralıyor. Esasında ideal olan, Filistin Ulusal Otoritesi’nin bağımsızlığı değil. Bu bağımsızlık göçmenlerin sorunlarını çözmeyecek, Batı Şeria ile Gazze arasındaki kırılmayı gidermeyecek ve İsrail’deki ayrımcılığı halletmeyecek. Ama gene de endişeye mahal yok: Mahmut Abbas’ın teklifi bağımsız bir Filistin doğurmayacak. Filistin trenini çıkmaz sokaktan kurtaracak, Netanyahu ve Lieberman’ın yüzlerindeki o sahte gülüşü silip atacak sadece. Bölgedeki ABD etkisini kıracak. Daha da önemlisi bu bardağı taşıran son damla olmasa bile, İsrail için hayli olumsuz olan yeni bir dinamiğin oluşmasına katkı sunacak. Filistinliler de bu sorunu kendi başlarına çözemezler zaten: İsrail/Filistin’deki ırk ayrımcısı rejimin tasfiyesi, meşruiyetini ve popülaritesini güvenle artıran geleceğin halifesi eliyle gerçekleşecek.

İsrail Şamir
21 Eylül 2011

Kaynak

0 Yorum: