17 Ekim 2010

,

Demir Tozları

Devlet-Demokrasi

Marx’ın Gotha Programı Eleştirisi’nde belirttiği gibi sol, “devlete kölece inanma mikrobuna bulaşmış” ya da “bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine inançla doludur.”[1] Yakın dönemde yaşanan referandum (2010) tartışmaları, bu tespitin bugün de geçerliliğini koruduğunu gösterdi.

Referandumda bir yan, “demokrasi ilerlesin” diye AKP’yi; bir yan da “devlet dağılmasın” diye CHP’yi destekledi. Aslında kitleler içinde bir yan demokrasinin, bir yan da devletin propagandasını, kaba tabirle, reklâmını yaptı. Buradaki rekabet, tekillik ve bütünlük konusunda hüküm sahibi oldukları iddiasında olanların arasındaki bir rekabetti.

Herkes, kendi tutundukları yerden, bir “güçler dengesi, güçler ayrımı” edebiyatı tutturdu. Kimse, burada “güç”ten kastın ne olduğunu sorgulamadı. “Sınıf” diyenler, sanki sınıftan azade olmak için sınıfçı; “ezilen” diyenler, ezilenden azade kalmak ve olmak için ezilenci idiler. Oysa o güç kurgusunda mazlumun ve sınıfın adı bile yoktu. Onun adına koşturanlar ise hiç olmayacak bir duaya “âmin” diyerek, kurguda yer bulmak istediler. Aristokrasinin, burjuvazinin ve toprak ağalarının arasındaki sınıfsal ayrımlara tekabül eden güçler ayrılığına, sanki bu ayrımın bir yerindeymişçesine, “evet” ya da “hayır” dediler. Bir yan, “yasama güçlenirse emekçi sınıflar zarar görürler”, bir yan da “yargı güçlenirse işçi sınıfı ve solun alanı daralır” iddiasındaydı.

Evet’çiler, bir tür ezilen’ci; hayır’cılar bir tür sömürülen’ci tepki geliştirdiler. Onlar, zulmün ve sömürünün ortak oyununda figüran olmayı yeğlediler. Tepkiler yüzeyseldi, yüzeyin altındaki sömürü ve zulüm onlarda gizleniyordu. İşaret parmağına değil de işaret edilen yere bakıldığında, görülen buydu. Ezilen’ciler üzerinden pazarlanan demokrasi, işçiciler üzerinden pazarlanan ise devletti. Niyet, mazlumları demokrasiye, işçileri de devlete peşkeş çekmekti.

Sol cenahta “devlet mikrobu” ve “demokrasi mucizesine inanç” böyle peydahlandı. Reformist küçük burjuva sol, zulme ve sömürüye karşı mücadeleyi ortaklaştıracak devrimcilikten uzak durdu. Uzaklaştıkça, kendilerine oynayacak alan açtıkça, sömürü ve zulme karşı mücadeleyi iki yana ayırdılar. Sonuçta onlar, siyaset alanına neden girdiklerini “unutanlardı”. Kitlelere sadece unutmayı öğretiyorlardı.

Bu bağlamda, devrimin tahayyül olarak dahi eridiği, silikleştiği ve anlamını yitirdiği momentlerde sol, iki yana çekiştiriliyordu. Düşman, karşı-devrim, kendi hizmetine koşacak unsurları böylelikle devşirebiliyordu. Bu maddiyatta sahne, ilgili reformizme kalıyordu. Tarak ve baş birbirine uymak zorundaydı. Düşman vurdukça, içimizde ilk dökülenler onlardı. İçimizdeki düşman reformizmle ses veriyordu. Bir yan, “laik/İslamcı sermaye”den, bir yan da “İslamofaşist/Kemalist vesayet”ten dem vuruyordu. Veremle korkutup sıtmaya razı etmek, bu oluyordu.

Geçmişte düşman, Ermenilerden temizlediği topraklara fukara Türkmen boylarını yerleştiriyor, bu sayede onların olmayan mülkleri yitirme korkusunu da ilgili coğrafyaya yerleştirmiş oluyordu. Bu topraklar, mülk sahiplerine karşı mücadelenin en ölü olduğu yerlerdi dolayısıyla. AKP, tam da bu toprakların evlatlarını İstanbul sermayesi ve ordu ile biraraya getiren masa idi. Garantör ya da arabulucu güç, bir yanıyla ABD, bir yanıyla İsrail’di.

Menderes yerine Tayyip, gene CHP’nin “pis işler”ini yapmak için gerekliydi. Devletin ulaşamadığı, örneğin, kenar mahallelerde, mafyaya alan açması misali, kurucu ideoloji de kendi yedeğini altı boş bir iktidar koltuğuna yerleştiriyordu. Deniz Baykal’ın 2002’deki “hukuksuz”luğa ses çıkarmaması ve yapılan gizli görüşmeler, bu gerçeği açığa vuruyordu. Temelde CHP[2] ile DP arasında karşıtlık değil, süreklilik vardı. Her ikisi, Kemalizmin ilkine aydınlanma, ikincisine modernizm rolü bahşettiği, birer figürandı.

İlerleyen devrimi ezmek adına düşman, onun kitlesinin içinden kimi “Türkmen boyları” bulmak zorundaydı. Devrime kilitlenmiş teori, ideoloji ve pratik, bu boylarda, gündelik çıkarlara kurban ediliyordu. Sol içine laikliğe, demokrasiye ve devlete ilişkin korku ve kaygılar yerleşiyordu. Zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri olanlar o topraklara yerleşiyor, etraflarına kaybetmemek isteyen genç müritler topluyorlardı.

Devlet ve demokrasi[3] yoluna sapma meyli göstermeksizin, devrim kavşağında, ocağında kalmak, elini hamura, ayağını çamura bulaştırmamak demek değildi kuşkusuz. Aksine, elin yoğurdukları, ayağın yürüdükleri ile kurup yıkmak, yıkıp kurmaktı mesele. Devleti ve demokrasiyi, ezel-ebedde, ilahi unsurlar olarak görmekten bizi alıkoyacak olan da buydu.

Devlet ve demokrasi, birleştiricidir. İlki, tekilliklerin belli bir bütünde, ikincisi bütünlüğün tekilliklerle birleştirilmesidir. Demokrasi, halkın politik süreçlere katılımı meselesidir. Eğer halk bu yönde bir talep içinde değilse, solun demokrasi yaygarası, egemenlerin politik oyununa renk katmaktan başka bir işe yaramaz. Ama buradaki hinlik, zaten halkın böylesi bir talebinin olmadığının bilinmesi ile ilgilidir.

Üç beş aydın, teorik plandaki liberalizmleri gereği, kendilerini payelendirirler. Bu paye için demokrasinin her şeyden önce ve sonra olduğu millete inandırılmalıdır. Dağınıklıktan, parçalılıktan ve kopuştan korkan aydınların tekilliklerin bütüne eklemlenmesi (devlet) veya bütünün tekilliklerde cisimleşmesi, onlara yedirilmesi (demokrasi) çabası dâhilinde, ikiye bölünmesi kaçınılmazdır.

Mesele, militan proleter devrimciler olarak, tekilliklerimizin sınırlarını aşıp bütünü tekilleştirmek ve tekilliklere yedirilen bütünlükle hesaplaşmaktır. Kavga, mücadele ve savaş çift yönlüdür, hedefi ise tektir: devrim.

Teori ve Birey

“1986 yılında Gelenek dizisine başlarken, ilk sayılarda ‘aydın’ ve ‘birey’ ekseninden kalkarak siyasete ve siyasal bağlanmaya uzanmanın o dönemin ortamında yerinde olacağını düşünmüştük (bugünlerde de ara sıra yapmak gerekiyor!)”[4]

Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen Gelenek-SİP-TKP teorisyeni Metin Çulhaoğlu, birey-aydın ekseni etrafında döndürdüğü siyaset ve siyasî bağlanma projesi ile 12 Eylül korkusunu örgütledi sadece. Cesaret ve basiret, yerini gündelik çıkarlara ve buna uygun adımlara bıraktı. Kendinde tam birey, kuyunun ağzını dünya zannediyor, oradan gördükleri ölçüsünde fikir geliştiriyor, bu fikir verili hâlinin kılıfı oluyordu.

Oysa siyaset, kitlelerle yapılabilen bir işti. Bireyin kitlede gördükleri, en fazla kendi benzerleri olabilirdi. Bu da siyaseti kitlelerin değil, bireyin aklı ve yüreğine kilitlemek demekti. Tam bireye hoş gelecek bir marksizm ve sosyalizm, siyasetsiz ve devrim dışıydı. Olmak zorundaydı.

“Aydın ve birey ekseni”nden komünist siyaset üretebileceğini zannetmek, sadece başkalarını değil, insanın kendisini de kandırmasıydı. Bu, sokak lambaları etrafında sinek toplamayı öngörmek zorundaydı. Aydın katına yükselen ve orada Allah’laşıp bireyleşen zevatın faşizme ve liberalizme karşı mücadelesi de olmayacağından, 12 Eylül faşizminden ve Özal liberalizminden münezzeh olmak, sömürenlerin ve zalimlerin sesi ve ruhunun, arka kapıdan, içeri girmesine imkân verdi.

Birey olmak aydın, aydın olmaksa birey olmak demekti, bu yüzden, bu birey-aydının ölçü ve ölçeği belirleyici oluyor, onların “önder” oldukları kitlelerin günbegün deneyimlediği sömürü ve zulüm kendi mücadelesini örgütleyemiyor, birey-aydın, kendi korku ve kaygısını sürece hâkim kılıyordu. Dolayısıyla 12 Eylül eleştirileri bir tür demokrasicilik; Özal liberalizmi eleştirileri bir tür devletçilik olarak sol içine sindi. Bir yan, işçi sınıfını demokrasi ile terbiye, bir yan da devletle disipline etmeyi siyaset olarak belirliyor, sosyalizm ve marksizm tarihine ait özenle seçilmiş verilerden yeni teoriler icat ediliyordu.

Örgüt şefleri, ülke, bölge ve dünya bağlamında, sınıf, devrim ve iktidar üzerinden, ayrı ayrı uzmanlaştılar. Yapıp edilen her şeyin anlamını Hegel’ci açıdan “Büyük Öteki”de, yani Tarih’te bulmak türünden, bu şefler de kendi militanlarını bir arada tutmak amacıyla daha şümullü teorik faaliyetler içine girdiler. Toplum da Tarih’in karşısına çıkartılan bir bütünlüktü. Teorilerinin her şeye kadir olduğunu ispatlamak derdinde olan bu şeflerin ceplerinden günlük gazete kupürleri dökülüyor, kafa giderek gazeteci kafasına dönüşüyordu. Her gün bir yığın zırvayı okurun kafasına boca etmeyi meslek edinmiş olan bir gazetecinin, o zırvanın anlamlı olduğu ideolojik bir bütünlüğün sırda saklı olduğunu okur kitlesine yutturması gerekiyordu. (Benzer bir maraz, yayıncılık sektörü için de geçerli. Orada da sırf para kazanmak amacıyla çıkartılmış kitabın teorik arka planı bir süre sonra patronu teslim alıyor.) Burada bütünlüklü bir toplum ve tarih bilgisinin her şeyi kuşattığı iddia edilmeliydi.

Çulhaoğlu’nun işaret ettiği seksenli yıllar, gazeteciliğin ve reklâmcılığın revaçta olduğu bir dönemdi. Maddî analizler, yerini gündelik keşmekeşi ideolojik bir haritaya yerleştirme becerisine bırakıyordu. Teori, politik sınırlarından, tarihte ve toplumda politik olan her şeyi teorize ederek kurtuluyordu. Aydın-birey ekseninde dönen siyaset, kitleler ve onların maddî gerçekliği değil, bireylerin gerilimleri üzerinden biçimleniyordu. Gazete ve reklâmcılık dâhilinde gelişen teorik akıl ve fikriyat, tekil parçalara ve onların birleşmesine bakıyordu. Bu, aslında tekil parçaların Birey’e işaret etmesi becerisi ile tanımlı idi. Herkes adamdan sayılmak, önemsenmek, dikkate alınmak istiyordu. Tarihi boyunca insanı ve bireyi hor görmekle ve dikkate almamakla eleştirilen marksizm, içerik ve biçim değiştiriyordu. Artık marksizm, ya sosyoloji ya da tarih bilimi idi.

Kitaplar, makaleler, bildiriler “okur” denilen tekilliğin mevcudiyetini hesaba katarak kaleme alınıyordu. Yazar ve okur arasındaki ilişkinin, iki nokta arasındaki düz bir doğru olarak biçimlenmesi isteniyordu. Yazarın ve okurun tüm aidiyetleri, doğrunun bozulmasına neden olacağından, çöpe atılıyordu. Bir süre sonra aidiyetti kötülenen.

Žižek’in tabiriyle “Büyük Öteki”, bu bireylerin maddiyatla karşılaştıklarında muhtaç oldukları ideolojik bir gereklilikti. Birey-aydın, zorunlu olarak Tarih’in yerine devleti, Toplum’un yerine demokrasiyi koyabiliyordu. Bu ikame işleminde devrimin hiçbir anlamı yoktu. Devrim, doğruyu kıran bir müdahaleydi. Zaten bu birey-aydınların yıldızları, Tarih’in köklü, devrimsel dönüşümlere/kırılmalara, Toplum’un açık sınıfsal ayrışmalara tabi olduğu uğraklarda parlıyordu. Tarihin ve toplumun efendileri, onları sömürülen-mazlum kitlelerin ufuklarını daraltmak, teorik-ideolojik-politik ihtiyaçlarını eylemden kopartmak, eylemi kısırlaştırmak için görevlendiriyordu.

Çelişkiler ve Çelikleşen Özne

"Çelişkiler ben varım diye var” tespiti, düşmanın mazlumlara-sömürülenlere inandırdığı bir fikir. Düşman, biz var olduğumuz için çelişkinin ve onun sonucunda da başkaldırının olduğunu bize inandırmaya çalışıyor. “Huzurun, rahatın ve güvenin tesisi” edebiyatı, bu yalan fikre inananları kendisine örgütlüyor. Bu fikir, “senin başkaldırma sebeplerini de ben düzeltirim” kibriyle kol kola ilerliyor. Buradaki kilit mesele, “biz”.

F tipi hapishaneler, militanların aidiyetlerini parçalamak, onların kendi başlarına kalıp kendilerini aşan şeyler uğruna dövüşmelerini anlamsızlaştırmak içindi örneğin. BBG Evi[5] ve bilcümle yarışma bu dönemde devreye sokuldu. Çünkü efendilerin genelde derdi, “yüzünü bile görmediği insanlar için ölebilme”yi öldürmekti.

Şu tarz diziler, üstelik solcu eliyle, girdi devreye: doğudan ya da varoştan gelen kız ya da oğlan şehirli-burjuva olana tutulur. Akıl ve vicdan arasında bir kavga sürer gider dizi boyunca. Zengin samimiyetsiz, yalan bir gerçeğin içinde sıkılmıştır, ama film sonunda tüm sorunlar onun maddî müdahalesi ile birden hallolur. Efendilerin çelişkileri öğrettikleri yer burasıdır: duygular.

Vicdan ve duygular dünyasının çelişkilerle yüklü; aklın çelişkisiz, pürüzsüz, sorunsuz olduğu yalanını satan onlardır. İki nokta arasındaki düz doğruyu bozan, duygusallıktır. Sonuçta davet edilen yer, çelişkilerden münezzeh, kendi akıllarıdır.

“Çelişkiler ben varım diye var” lafı, şiddetin öznesindeki öfkeyi içeriksizleştirir bu yanıyla. Öfke bilinçlenmez ve çelikleşmez. En nihayetinde “ben”in mevcudiyeti ayak direr ve her isyanda, her dirençte, efendinin ayakları önünde eğilmeye başlar. Çünkü o “ben”, onların “ben”idir artık. Çelişkiden azade “ben”, düşmanın “biz”ine eklemlenmiştir.

Siyaseten öfke, küçükken şişman olduğu için mahalle takımına alınmamaya karşı duyulan öfkenin ötesine geçebilmeli bu anlamda. Bunun alternatifi, mahallede güreş takımı kurmak değil. Bu açıdan “emek-sermaye” ya da “ezen-ezilen” çelişkisi, kişisel gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların bütününü gören, “grand” bir alternatif olamaz. Siyasette kolektif aidiyetler içinden devşirilen tekil, birey kadrolar bu minvalde ikna edildiklerinden, söz konusu "grand", büyük alternatif, tekil gündelik çelişkileri örtbas etmesi sebebiyle, gene bireylik düzleminde istismar edilir.

Örneğin işçicilik[6] düzleminde şu kaba fikir devrededir: “İşçiler, emekçiler sayıca çok, burjuva ise sayıca az, işçiler gene sayıca bi birleşirlerse, sayıca az olanı mahalle maçında yenerler!” Bu “netliğe” örgütlenen bireyin gündelik hayatı çokça çelişkiyle yüklü demektir. Buradaki yaklaşım, her şeyi Amerika’ya ya da “askerî vesayet”e bağlamak gibidir.

Örgütsel planda ya da sosyalistlik mecrasında süreç bu şekilde ilerler: bireyler, ya aklî ya da vicdanî sorumluluklarını atfettikleri bir yüce’ye bakarlar. Genel, ortalama bir Müslüman’ın sadece camide, o da on dakika, namaz esnasında Müslüman olması gibi, bir solcu da örgüt bürosunda, bildiri dağıtımında ya da bir eylem anında solcu kalmanın yolunu bulur.

“Kur’an’ın özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık.” Mevlana’nın bu sözü üzerinden gidilecek olursa, din adamları ve fakihler, ümmetin sadece basit temel ibadetler ve akideler dünyasına takılıp kalmasına izin verirler. Bu da ümmeti, kaba tabirle, köpek”leştirir. Efendiler, özü tekeline alan insanları beslerler, ümmete ise namazda elin kaç santim yukarı konulacağına ilişkin boş tartışmalar kalır. Tekil Müslüman da Müslüman oluşunu basit ibadet yöntemlerine indirgediği için, onu gözü gibi korur, yaygınlaştırmak ister. Beş yaşındaki çocuklara namaz öğreten bilgisayar programları yazılır, oyunlar icat edilir vs.

“Hz. Peygamberi mistik bir dünya kurarak insanlara anlatan din adamları, peygamberin insanların kurtuluşu için verdiği, vahyin mesajını mustazaflara ulaştırmak için gösterdiği örnek mücadelesinin insanlara ulaşmasına ve onların anlamasına engel olurlar.”[7]

Benzer bir engel, her şeyi tekeline alan sol şeflerde de mevcuttur. Onlar, bir sırrın sahibidirler ve o sırrı kimseyle paylaşmak istemezler. Birileri aritmetik birer ifade olarak tekil insanları belli bir mekânda ve zamanda bir araya getirmenin kibri ile hareket ederler. Bu kibir, belli bir sır olduğu iddiasına yaslanır. O özeldir. “Ben tek bir duayı zor ezberliyorum, adam Kur’an’ı hatmetmiş” ya da “ben Marx’ın bir kitabını anlamakta zorlanırken, adam anlamış, üstüne bir de bunun teorisini yapmış” diyenleri kandırmak artık gayet kolaydır. Bir şef olmanın önkoşulu, herkesi tekilleştirmek ve tekil bir “güç” olduğuna inandırmaktır. Kimseyi kendilerinin ebedî bir ihtiyaç olduklarını başka türlü ikna edemezler.

Teori ve ilim hakkının özel şahıslara bahşedilmesi, iç meseledir aslında. Tekil bireylerin iç hesapları ve hesaplaşmaları, o İç’in olduğu gibi muhafazası gayesiyle, dışarıda kimi insanların “kurban” seçilmesini gerektirir. Teori ve ilim hakkının özel şahıslara bahşedilmesi, suların karışmaması için gereklidir.

Yirmi dört saat Müslüman ya da devrimci olmak mümkün değilse, eylem ve amel dışında kalanların hükmü başkalarına teslim edilmelidir. Bu içerinin biraz Yahudi biraz Hıristiyan biraz reformist ya da muhafazakâr kalması noktasında zorunludur.

İlgili gerilimi ve çelişkiyi emek-sermaye ya da ezen-ezilen üst çelişkisine bağlayanların sıcak ana kucağını asla terk edememelerinin nedeni, burasıdır. Terk varsa, ikame vardır. Kucak değişmiştir sadece.

Kavga-mücadele-savaş, hat çekme meselesidir. Kavga için adam toplamak adına bütünlükçü, birlikçi edebiyatın devreye sokulması kaçınılmazdır. Ama bu edebiyat, söz konusu hattın çekilmesi esnasında bir anlam taşımaz. Kavga, mücadele ve savaş, içeriyi de bölmüyorsa yoğunluğu düşüktür. Bu düşüklüğün altında teslimiyet yatar. Teori ve ilim sahipleri, bu bölünmeyi kendi bekaları için asla istemeyeceklerdir. Bu nedenle, teslimiyet her daim baştan başlar. Nesnel olarak hep kolay teslim olacak unsurlar başa geçerler.

Teorik planda “haklı-haksız savaş” ayrımı ve bu ayrım üzerinden yapılan felsefî tartışmalar, boştur. Hak denilen şey, hâlâ efendilerin, zalimlerin belirledikleri bir şeyse, mazlumların mücadelesi “haksız” değil, “hak-dışı” olmalıdır. Salt hukuk kavgası, karşı tarafa sınır çekerken, onun mevcudiyetini tanıyacak, kendi içindeki “düşman”ı muhafaza edip onu meşrulaştıracaktır. Bu kavga, ahlâkî-düzleyici-eşitleyici bir mücadeleyi de içermelidir. Bu sayede içte de sınır çekmek, içteki düşmanla hesaplaşmak mümkün olacaktır.

Kürd’ün, Müslüman’ın ve sosyalistin politik mücadele tarihi, düşmanın bu telkinine inanmak, bölünmek, kalanlarla yeniden rüşt ispatına yönelmek ve tekrar aynı yalana, bu sefer bilerek, kapılmakla yüklüdür. Düşman, ülkenin temellerinde olumlu ve olumsuz anlamda, kanı bulunan bu üç dinamiği birbiriyle “tokuşturmayı”, kendisine uygun bir bileşkeyi yükseltmeyi bilmiştir. Bu bileşke, efendilerin önünde diz çökenlerin ortak paydasıdır. Çelişkilerden kurtulmak amacıyla, Kürdlüğünden, Müslümanlığından ve sosyalistliğinden azad eden kişiler, efendilerin muhafazakâr ya da liberal hukukî düzenine eklemlenmişlerdir.

Buradaki psikoloji, uyduruk bir Hollywood filminde Türk bayrağı görünce sevinmekle ilgilidir. “Kürtçe şarkı söyledi” diye kimilerine paye vermek, “başörtüsü takıp podyumda yürüdü” diye bir mankenin dizisini sevmek, “sol lafları pazara çıkarttı” diye ilgili kişilerin kitaplarını satın almaktır mesele. Bu psikoloji, diz çökmeden önce edilen dua gibidir.

Bu açıdan, çelişkinin kendisini Kürtlükte, Müslümanlıkta ya da sosyalistlikte, özel olarak işçilikte görmek, mücadelenin, psikolojik belli içeriklere sahip bu unsurlardan kurtulma mücadelesini koşullar. Böylesi bir mücadelenin liberal ya da muhafazakâr kanala girmesi kaçınılmazdır.

Elbette özgürlükçülerin eşitleyici; eşitlikçilerin özgürleştirici bir yanı mevcuttur. Bu anlamda kurtulma çabası, efendilerin “Kürd”ünden, “Müslüman”ından ve “sosyalist”inden kurtulmayı hedefliyor da olabilir. Öte yandan muhafazakârlık biçiminde tezahür eden düzleme, eşitleme pratiği, bir anlamda efendilere diz çöktürecek Kürd’ün (ve Türk’ün), Müslüman’ın ve sosyalistin korunmasını öngörüyor da olabilir. Politik-ideolojik-teorik faaliyet, buradaki devrimci ayıraç-kama olabilmelidir.

Son dönemde ayyuka çıkan “sivilleşme” teraneleri, Kürd’ün Kürdlükten, Müslüman’ın Müslüman’lıktan ve işçinin işçilikten çıkıp soyut bir yurttaşlıkta eritildiği, demokrasinin bu şekilde tesis edildiği bir burjuva kurgusuna aittir. Buradaki yurttaşlık, vicdandan ve duygudan azadedir. Saf, düz ve pürüzsüz bir akıl âleminde, herkes demir tozları gibi, piyasanın güçlü mıknatısının insafına terk edilir. Toplayacak ve dağıtacak ise gene odur. Toplanan yerin, çekim merkezinin daima bir sözcüsü olacaktır. O sözcüyü eleştirmenin, kendi sözünün merkez hâline gelmesini istemek dışında, devrimci bir içeriği olabilmelidir.

Hudud

Düşünce dünyasının da bir iktisadı vardır ve bu iktisat, maddî iktisattan asla bağımsız değildir. İktisat, temelde optimuma endekslidir, optimum ise eldeki imkânları en elverişli biçimde kullanmakla ilgilidir. Teori konusunda, devrimciler için optimum, kitleler nezdinde en elverişli olandır. Dert üstü murat üstü olan bir akademisyenin marksizmi ile asgarî ücrete köle olan bir işçinin marksizmi farklı olmalıdır. Tek seferde bir işçi maaşı kadar kitap satın alan bir aydının politik önerileri ile işçinin hakikati arasında ciddî bir açı mevcuttur. Bu anlamda Marx ile başlayan literatüre yönelik, farklı bir ölçü ve ölçek üzerinden, sınırları aşma bağlamında yapılan okuma, proleter açıdan reddedilmeli, ilgili literatür, tersten, bir sınır çekme, had bildirme gerçeği üzerinden okunabilmelidir.

Hegel, Feuerbach, Adam Smith ve Ricardo’nun aşılmasına kilitlenenler, ilgili isimlerde somutlanan teorinin Marx ayracı ile sınırlandırıldığına ilişkin bir fikir de edinmelidirler. Marx’ın bu teorisyenlerin söz sahibi olduğu piyasada kendi dükkânını açmak için uğraştığını, dükkân sahipleri iddia etmişlerdir. Marx’ta gördükleri, kendilerinde görmek istedikleridir.

Düşmanın “bir adamın lafının peşinden mi gidiyorsunuz, siz de akıl yok mu?” sataşmaları üzerinden dillendirdiği “marksizm”, düşmanın elinden alınmış, silâha dönüştürülmüş ve tahkim edilerek yeniden düşmana çevrilmiştir. Aynı durum leninizm için de geçerlidir. İlk eylemin altında Engels’in, ikincinin altında Stalin’in imzası vardır.

Yirminci yüzyıl marksizm tarihi, bir tür marksizmi ya da komünizm teorisini Engels ve Stalin’den kurtarma çabası ile yüklüdür. İki isimdeki “kabalaştırma”, dükkân sahiplerinin ticarî perspektiflerini daralttığı için düşman bellenmiştir.

Marx, genelde onun dini felsefe, felsefeyi bilim, bilimi politika ile aşmışlığı üzerinden okunur. Tersi geçerlidir: politika bilimle, bilim felsefeyle, felsefe dinle sınırlandırılmıştır. Başı sonu belli, akademik, derli toplu, bütünlüklü bir politika, bilim, felsefe ya da din kitabı yazmadığı için Marx’ı eleştirenler, onun had bildiğini ve bildirdiğini görmezler. Gördükleri, sadece fikri-teorik sınırların aşılmasıdır.

Bu marksistlerin sınır gördükleri anda marksizmi de geriye ya da ileriye doğru aşmaya çalışmaları kaçınılmazdır. Had bilmezlik ve bildirmezlik, marksizmi de sınır olarak tespit etmekten çekinmeyecektir. Bu aşma gayreti, doğası gereği, özel olarak Marx ve Engels’in tartıştığı, karşıya aldığı, Proudhon, Lasalle ve Duhring gibi isimlerin güncelleştirilmesi ile sonuçlanacaktır.

Bütün’cülük anlamında faşizm, aydın kafasındaki teorinin kendisinde mevcuttur. O içte “faşist”, dışarıda “liberal”dir. Teori işi, esnaf, zanaatkâr ya da tüccar pratiğine paralel bir işleyiş içinde gelişir. Orada akan faşizmse, teori de bu ideolojik gömleği giyecektir. Tekçi, bütüncü yaklaşımların dışarıda parçacı, kaos’çu, liberal yönelimler içine girmesi kaçınılmazdır. Tersi de geçerlidir: kafada liberal olan, dünyaya ve evrene total, düz, despotik bir eylemle yaklaşacaktır.

Son birkaç yılda, akademyada Žižek üzerinden yürütülen tartışma, düşüncedeki ve düşünce pratiğindeki iktisatla ilgilidir. Fazıl Say’ın “yavşak!” çıkışı da buraya denk düşer. Bir konserde “on yedi milyon nota”ya bastığı, armoni bildiği ile övünen Say’ın esasta itiraz ettiği arabesk değil, müziğin herkesçe yapılabilirliği, kendisinin “dahi” özel’liğinin anlamsızlaşmasıdır. Onun ifadesine göre, “her duygulanan” yani, “her duygusu olan” müzik yapıyor olamaz. Müzik, özel insanların özel uğraşısı ve geçim kapısıdır. Žižek’e yönelik “popülerlik” eleştirisi de aynı yerdedir. Onun “derin felsefî meseleleri gündelik hayata tercüme etmesi”, kabul edilemez. Esasta “bize has, bize özel şeylerin bu şekilde ayağa düşürülmesine karşıyız” denilmektedir.

Yani, bir biçimde anlaşılan metnin özelleşmesi ve bu yolla yücelmesi, ayrıksılaşması, ona harcanan “emek-zaman”ın kıymetlenmesi sonucu aydın, ilgili teorik katkının gerçekliğine uzaklaşır. Bir kitap için harcanan vakitle ilgili algı, kitabın anlaşılmasını ve değerlendirilmesini de etkilemektedir. “Ben bu işe yıllarımı verdim” kibri, harcanan yılları, teorinin üzerine çıkartmakta, teorinin gerçek yeri ve anlamı gölgelenmektedir. Oysa her kitap okuru, en genel anlamda, kitabın kapağını açtığında, kendisinden önceki ve sonraki uçsuz bucaksız bir mahşer yerine dönmüş bir savaş alanına girmektedir. Bu anlamda o, orada, onlarla birlikte, işin çok küçük bir kısmını, o da eksiği gediği ile, hallettiğini düşünmek zorundadır. Harcanan saatler ya da yıllar, ilgili kitabın ya da teorinin mezarı olmamalıdır.

Bu noktada marksizm tarihinden bir örnekle devam etmek mümkündür: Althusser, otobiyografisinde, üyesi olduğu Fransız KP’si içinde, politik her türlü müdahale imkânının sıfırlandığından, kendisinin de bu nedenle, saf bir teorik müdahaleye yöneldiğinden bahseder. Bu müdahalenin amacı, genel teorik alanda muarızlarının, hasımlarının ellerini bağlamaktır. Bu müdahaleye ilişkin Marx’a projeksiyon tutar ve onun biyografisini ikiye böler. “Genç/yaşlı” ayrımı da söz konusu müdahale ile ilgilidir. Gençliğin duygu, yaşlılığın akılla ilişkisine göndermede bulunulur. Dert, bu hâliyle marksizmi her türden gençliğe özgü toyluktan, acemilikten ve duygusallıktan arındırmaktır. Bu amaçla, Marx’a ve onun yaşadığı dönemdeki teorik yaklaşımlara salladığı kırbaca bakılır. Althusser, özelde Komintern’in tasfiyesi ve Çin Devrimi’nin etkileri arasında sıkışmış KP’nin sancılarına ilişkin somut bir ifadedir.

Faşizmde devletten, ırktan, kandan ve topraktan bahis açıldığı vakit tüm akan suların durmasında olduğu gibi, teorisizm için de teori, böylesi bir kudrete sahiptir. Bu anlamda Althusser’in ideoloji ve felsefe karşısına yerleştirdiği bilim, sınırlayıcılık değil, bu türden bir kudrete sahiplik üzerinden değerlidir. “Felsefeye politikacı, politikaya felsefeci olarak müdahale etme” arzusundaki Althusser’in elindeki tek müdahale aracı, bilimdir. Çünkü bilim, kimsenin karşı koyamayacağı hakikatleri dillendirme konusunda önemli, muktedir bir öğedir.

“Althusser, Fransa’da belli bir entelektüel iklime denk düşer. Her ne kadar Althusser, genel anlamda, birey olarak, tecrit edilmiş olsa da onun öteki Fransız düşünürlerin teşkil ettiği cemaatin içinde arz-ı endam edebilmesi noktasında, uygun bir uğraktır bu. Onun başarısı emsalsiz bir olgu değildir. Tam da antropolog (Claude) Lévi-Strauss’un ampirik olayların çeşitliliği arkasında evrensel bir zihnî yapı olduğunu iddia ettiği ya da (Jacques) Lacan’ın en genel anlamda insan ruhunu kavrayabildiğine inandığı bir dönemde, Althusser de karmaşıklığın birliği ve bütünlüğü olarak toplumun belli bir bütünlük ve birlik olduğunu düşünür. Lévi-Strauss’un belli bir ilkel halk topluluğuna ait geleneklerin görece daha büyük bir yapı ile ilişkilendirebileceğini iddia ettiği, Lacan’ın hasta bireylerin terapisini büyük insan öznesine bağlamanın yollarını araştırdığı ortamda Althusser de her toplumsal formasyonda hâkim tek bir yapının olduğunu söylemektedir.”[8]

Tek yapı, tek hakikat, tek merkez, cümleten, tekil bireye işaret eder. Bu, ilgili tekleştirme işleminin tümüyle yanlış olduğu anlamına gelmez. Kasıt, işlemi yapanın kendi mevcudiyetine, varlığına ilişkin belli bir vehim içine girmesidir. Buradaki tekleşme ve bütünleme eğilimi, aslında teorik faaliyetin krizi ile ilgilidir. Kriz, krizin görüldüğü faaliyetin öldürülmesi ile mümkündür. Eski bir millî eğitim bakanının ifadesi ile “şu okullar olmasa bakanlığı yönetmek daha kolay” demek gibi bir şeydir bu. Örnek olarak, Hitler iktidarı, krizdeki Alman siyasî faaliyetinin öldürülmesi, siyasete hiçbir alan bırakılmaması ile ilgili bir iradenin ürünüdür. Ölümün ve sonun rasyonel kılıfını geçmişten veya gelecekten devşirmek mümkündür.

Althusser örneğinde, onun maoizmin Fransız KP’si içindeki etkileri bağlamında okunabileceğini söylerken, belki de tüm yazı-çizisi ile yazarın bir dalgakıran olduğu da iddia edilebilmelidir. Althusser ekolünden Regis Debray’nin Küba Devrimi’ni kırarak Latin Amerika’ya okutması için de aynı tespiti yapmak mümkündür. En basit hâliyle, Mao ve Castro’nun sadece özel kişilere açılabilen birer “ilah” olması, okurun bozulmuş, dönüştürülmüş bir metinle, ilgili önderlerin pratiğini dar aklî bir kurguya kapatması, nesnel olarak, böylesi bir “objektif ajan”lığa alan açacaktır.

Başkalarını düşündürtmeden düşünen, özünde düşünceyi öldürüyordur. Aynı tespit, eylemek için de geçerlidir. Zira düşünce de eylemdir.

Taktik-Strateji-Teori

“Marx’ın felsefî antihümanizmi, hümanizm dâhil, tüm verili ideolojilerin gerekliliğini anlamamızı sağlar. Ancak, aynı zamanda eleştirel ve devrimci bir teori olması sebebiyle o, söz konusu ideolojilere tatbik edilmesi gereken taktiklere, yani onların desteklenip desteklenmeyeceğine, dönüştürülüp dönüştürülmeyeceğine ya da onlarla mücadele edilip edilmeyeceğine ilişkin bir anlayış da getirir. Dahası marksistler, stratejiye dayanmayan bir taktiğin ve teoriye dayanmayan bir stratejinin mevcut olamayacağını bilirler.”[9]

Althusser’in bu sözü, bir bakıma, herkesin teorisyenlere tabi olduğu bir kurguya işaret etmektedir. Atıfta bulunduğu ve kendi felsefî pratiğine ortak etmek için istismar ettiği Lenin, partideki genel teorik-ideolojik yönelimin 1908-1915 arası dönemde yaşanan durgunlukta sağa kaydığını görerek, buna karşı teorik bir mücadele verilmezse, sonucun hüsran olacağını söylemektedir. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” mottosu, tam da bununla ilgilidir.

Lenin, ayrıca teorinin de bir eylem olduğu üzerinde durarak, teorinin kendinden menkul bir zanaat olarak ele alınmasını söyleyen eğilimlere karşı kendisini şerbetler. İlgili durgunluk döneminde Capri ve Bologna’daki aydın-işçi çalışmalarına dair yaklaşımı da bu yöndedir. Örneğin, özel olarak, “sanat özgür olsun, ama partili sanattan söz ediyorsak, bu özgür olamaz” der. Partinin aklı değil, aklî, vicdanî jeneratörü olarak faaliyet yürüten Lenin için politik mücadelenin ana üssü, partidir. O, ilgili işçi okullarında yürütülen faaliyetin militan devrimci kadroları likide ettiğini düşünmekte ve aslında Duhring ile arz-ı endam eden akademizmin proleter harekette su yüzüne çıkışına itiraz etmekte, özetle, parti içinde “entelejansiya” üyesi olma kibri ile hareket edenlere “parti işçisi olun!” demektedir.

Althusser’in tespitinde benzer bir entelektüel arîlik söz konusudur. Bu arileşme, doğal olarak bir yüce belirlemek durumundadır. Yüce olan, teoridir; bir tür yücelme, yükselme biçimi olarak teori, stratejinin ve taktiğin üzerindedir. Marksistler, taktik, strateji ve teori arasındaki ilişkiden haberdardırlar, ama aynı zamanda onlar, Althusser gibi aydınların da kendi teoriye dair oluşlarını yüceltme girişimlerinin her türden taktiği ve stratejiyi de karartma ihtimalini içlerinde barındırdıklarını görmelidirler.

Taktik ve strateji, savaş ve ordu tarihi ile ilgili kavramlardır. Althusser’de teori, orduya ve savaşa yukarıdan bakan ilahi bir göz gibidir. Marx’a atıfla formatladığı “antihümanizm”, bir süre sonra, hümanizmi de içeren ideolojiler dünyasında, “destekleme, dönüştürme ve mücadele etme” üzerinden yürütmesi gereken taktik ve stratejiyi unuttuğu bir yerde dondurulur. Antihümanizm, marksizmin verili alanını fetheder, onu oradan kovar. Kaş yapayım derken göz çıkartılır ve marksizm, ideolojiler alanının alt bir unsuru hâline gelir. Süreç içinde “Stalin’in sol eleştirisi”ni yaptığını iddia eden Althusser, “Stalin’in sağ eleştirisi” olan troçkizmin yanına yerleşir.

Althusser, her daim ayrıksı duracağı belli bir örgüt formu aramış ve bulmuştur. Bu örgüt, kimi zaman Kilise, kimi zaman parti olmuştur. Kendisini Kilise’den “bilimsel bir teorik kurgu olarak marksizm”; partiden “teolojik bir kurgu olarak” teorik marksizmle ayırmıştır. Başlarda ortalama bir hegelci iken bu yoldan sapacak noktayı dinin yerine ikame ettiği bilimin kendisinde bulmuştur. Stalin’den sapacak nokta, maoizm; leninizmden sapacak nokta ise Fransız-İtalyan kırması bir tür marksizmdir. Onunla ilgili 1974’te bir çalışma kaleme alan öğrencisi Saül Karsz, bahsi geçen politik ayrımı şu şekilde dillendirmektedir: “Mao’suz Marx revizyonizmse, Lenin’siz Mao solculuktur (goşizmdir).”[10]

Taktikten ve stratejiden münezzeh saf teori de belli bir taktiğe ve stratejiye tabidir. Buradaki taktik, FKP aydın güruhu içinde öne çıkmak, strateji ise FKP’yi öne çıkartmaktır. Onca eleştiriye rağmen Althusser’in partiden ayrılmamasının sebebi buradadır.

Gerçek nesnelere bilgi nesneleri olarak muamele edilemeyeceği açıktır. Althusser’in kendi teorisyenliğinin arîliği ve yüceliği için yaptığı bu ayrım, bilginin nesnelliğini ve nesnenin bilinebilirliğini ortadan kaldırır. Entelejansiya, bir kez daha, sınıfsal ilişkilerde kendisine ait önemli bir yer bulur ve marksizmi buna göre eğip büker. Sınıflardan ve sınırlardan azade bu güruhun pratik eylemlilik için önerebileceği herhangi bir taktik ve strateji yoktur. Ürettiği teori, taktik ve strateji arasındaki sınırı da siler, onlardaki sınıfı kapı dışarı eder. Sınır sınıfsalsa ve sınıf sınır çekiyorsa, her ikisinin mevcut olduğu siyaset alanında entelejansiyanın ürettiği teori, sıvı gibi, her çatlağa sızacak ve oraları kapatacaktır.

Marksizmin teorik bir eylem olarak akademyaya kabulü yönünde ortaya konulan çabalar, belli bir meşruiyet çabası ile, felsefe, bilim ve siyaset alanındaki sınırları silecek, onun sınıfsal varlığını görmezden gelecek, marksizmin onay alması amacıyla onu verili ideolojiler dünyasına hapsedecektir. Bu marksizmin, birilerinin ona ikna edilebilmesi için, elbette ki, “yüksek ideoloji” olarak pazarlanması gerekecektir.

Böylelerinin “epistemolojik olarak, tarihin sınıfsal, ideolojik, kültürel öğelerinden ari bir bilimsel bilgi olarak tarih bilimi varlığını koyacaktır” demeleri kaçınılmazdır. Arîlik, biyolojiktir; biyopolitik, faşizandır. (Ekonomi-politiğin kapitalist, jeopolitiğin ise emperyalist olduğu bu tespite eklenmelidir.)

Teorik Arîlik, Politik İlkesellik

“Doğru’nun manyetik gücüne çok güvendim. Üstte sanki demir tozları ve kâğıdının altında mıknatıs, demir tozları müthiş düzenliyor ve doğru ise, bütün gözlemler, doğrulamak için koşuyorlar. Üst kattaki embryon’a, doğruların gözlemlerin, doğrulamak üzere, konuşmaları beni hep büyülemiştir. Bilim, büyülü bir yoldur. Hep başında bir üst katındayım, temele hiç inemiyorum. Bu arada, doğru’nun büyük bir güçle doğrulanması, bana, çok mistik geliyor. Çözemediğim yanları var.”[11]

Kısa zaman önce bir TV kanalında yaptığı programda Cübbeli Ahmet Hoca’nın rüzgârdan açılan pencerede “keramet” bulması gibi, Yalçın Küçük de durduğu yerin doğruluğunu bilime, özelde fizik bilimine dönük bir metaforla anlatıyor. O öylesine doğruda duruyor ki tüm bilgiler, mistik bir seyir içinde, kendisinde, bir araya geliyor. Bir aydınlanmacı olarak Hoca, bilginin öznel kudretine tapıyor ve orada kendinden menkul bir iktidar buluyor.

Bilmekle özgürleşeceği iddiası ile tekil insanları kandıran Aydınlanma, Hoca’ya sürüyle mürit buluyor. Aydınlanma’nın ekonomi-politiği, liberalizm ve muhafazakârlık emrediyor. Hoca, kendine liberal, âleme muhafazakâr olmayı öğütlüyor. Liberalizm ve muhafazakârlık arasında salınan tekil-bireyler, çelişkinin çözüldüğü momenti Hoca’da bulduklarından, onun esrik belagatini cezbe içinde dinliyorlar.

Geçmişte Hoca’nın tilmizi olan Metin Çulhaoğlu da onu, “doğruda durmanın felsefesi” ile yüklenmişin kendisi olduğu iddiası ile aşıyordu. Aşmak, Çulhaoğlu’nun pek sevdiği hegelyan terim “aufhebung”a atıfla, “içererek” gerçekleşiyor. Bu anlamda yukarıda alıntılanan ifadesinde sözünü ettiği “aydın-birey”, esasında Yalçın Küçük’e işaret ediyor. Onun hocasına yönelik itirazı, kendisinin de böyle olmasına izin vermemesi sebebiyle gerçekleşiyor. Bu gelenek, matruşka bebekler misali, hep bu tip insanlar üretiyor.

Çulhaoğlu, “Nihai öğretici, her durumda toplumsal pratiktir. Gene de, teorik güç ve soyut model kurgulayabilme yeteneği toplumsal pratiğe çok daha ileri noktalardan başlanması gibi küçümsenemeyecek bir avantaj yaratır”[12] diyor. Böylelikle toplumsal pratiği salt “öğretici”lik açısından anlamlı gördüğünü ikrar etmiş oluyor. Toplumsal pratik, Çulhaoğlu nezdinde, bilişsel, zihinsel sürecin kölesi yapılıyor. Kafadan başlayıp gene kafada biten bir faaliyet, pratiğe hüküm koyuyor. Bu kafa, her türlü sızmaya, kaçağa karşı sürekli zırhlanıyor.

“Toplumsal pratiğin teorik güç ve soyut model yeteneği ile daha ileri noktalardan başladığı”na ilişkin bir örnekten bahsedilebilir: 28 Şubat öncesi postal sesleri gelmeye başladığı vakit Çulhaoğlu o günlerde, “darbe geliyor, darbenin merkezî üsleri Atatürkçü Düşünce Dernekleri olacak” diyordu. “Teorik gücü ve soyut model kurgulayabilme yeteneği”, onu on yıl sonra daha “ileri noktalar”dan başlamasına imkân verdi ve “darbe üsleri” ADD’lerle ortak mitingler düzenlemeyi içine sindirebildi. Şu kaba yorumu yapmak mümkün dolayısıyla: Çulhaoğlu’nun bu yeteneği, aslında gelecekte yaşanacak kötü durumlara şimdiden hazır olmaya endekslenmiş.

Hocaları Yalçın Küçük de 1979’da Sosyalist İktidar dergisinde, sadece kendisinin bildiği iddiası ile “darbe yapılacağı”nı söyledi. Oysa Dev-Yol, TKP ve KSD, herhangi bir hazırlık belirtisi göstermeseler de darbenin geleceğini biliyorlardı. Aynı “teorik güç ve soyut model” becerisi, Hoca’ya yıllar sonra ilk-CHP’liliğini anımsattı, Hoca kemalizme ricat etti ve “aydın sosyalizmi”ni laik-modernist-aydınlanmacı bir eksene oturttu. Türkiye’nin “yerli Lenin karikatürü” olarak pazarladığı mevcudiyeti, aslında CHP’liliği hiç bırakmadı. TİP-TKP geriliminde de sebep burasıydı: kurucu parti ile kendi kendine gelin güvey olup pratiğini kuruculukla tanımlayan TKP arasındaki yarışta Küçük, “CHP ikamesi” olan TİP’i özerk, özgül, yerel bir alternatif olarak düşlüyordu. 12 Eylül ve 28 Şubat sonrasında Lenin’in kendi ülkesinde Hıristiyan ve Müslüman halklara yönelik siyasetini kavramaya hiç niyet etmedi. Aksine, kurulan temasları yanlışlayan tarihsel analizler geliştirdi. Kürt hareketini de bu yatağa çekmeye çalıştı. İşlevi, kirli, dağınık, düzensiz ve belirsiz görünen çıplak maddî gerçekliği, siyaset adına derleyip toplamak ve makulleştirmekti. Canlı bir “mıknatıs” gibi ortalıkta dolaşmasının sebebi buydu.

“Mıknatıs”, sözcük olarak, eski Grekya’da bir dizi kabileyi birleştiren bir kabilenin adından geliyor. Bu canlı mıknatısların, ülkenin, bölgenin ve dünyanın parçalandığı noktada ortaya çıkmaları tesadüfî değil bu anlamda. Rakipleri de tabiî ki dinî ve millî siyasetler olacaktır. Çünkü onlar da belli kesimleri birleştiren ideolojik havzalardır.

“Mıknatıs” metaforu ile işaret edilen “soyutlama” ise eğer, burada itiraz edilen o ya da bilimsel teorik çalışma değil, ideolojik planda, bu işi yapanın kendinden menkul bir kudreti kendisine vehmetmesidir. Elbette ki teori, kendince, “totaliter ve otoriter”dir. Teorinin belirlediği taktik ve strateji ile teori içi taktik ve strateji aynı olmadığı gibi, teorinin kendinden menkul “kudret”ini pratik hayata dayatmak da yanlıştır.

Sol militan kadrolardaki genel eğilim, verili durumun ve dönemin fiilî gerçeklerine dayattığı şeyleri yapmak, sorumluluk almak ve işe koşulmak değil, geleceğin tahayyül düzeyindeki hâli olarak, birer teorisyen kisvesinde, üst kademelerde konuşlanmaktır. Bu, bugünde cennet arayışıdır. Parti fikriyatı bile, büyük bir holdingin müdür koltuğunda oturma arzusuna benzer bir arzu ile biçimlenmektedir. Ortalıkta “canlı mıknatıs” misali gezinen kadroların “parti işçisi” olması mümkün değildir.

“Ne yapmalı?”dan ziyade, “ne okumalı?” sorusunu soran gençlik, kurguda yerini almak istemektedir. Bu, “devlet” olan şeflerin bütünlüklerini tekil gençlere yedirdiğini gösterir. Gençler de tekilliklerini o bütüne vakfetmişlerdir artık. Siyaset içinde “demokrasi ve devlet” kendisini bu biçimde göstermektedir. Partinin “demokrasinin mi devletin mi aracı” olduğuna ilişkin tartışma bu sayede açığa çıkmaktadır. Bu tartışmada “devrimin partisi”ne yer yoktur. Bugünde devrimin partisinin sınıfsal ve iktidara ilişkin dönüşümlere açık olamamasının nedeni de burada aramak gerekmektedir.

Gençlik, tekil-birey olarak kabul görmekten memnundur. Onun özel alanları, özel mücadele zeminleri vardır ve buraya kimseyi karıştırmamak istemektedir. Orada yürüttüğü mücadelenin kısmî, geçici başarısının ışığına aldanıp siyasete hüküm koymak istemekte, genel anlamda bir “gerontokrasi” eleştirisi yapmaktadır. Ama bu eleştiri, gene kendi bütünlüklerinin tikelliklere hüküm koyması, tikelliklerin bütüne bağlanması ile ilgilidir.

Genç kadroların tekilleştirilmiş “gençlik” kümesinden değil, kolektif eylem gerçekliğinden düşünüp eylemeleri gerekir. Örgütün üst kademelerine “kapak” atmak değil, mücadelenin mevzilerini ilerletmek için düşüncede ve gerçekte faaliyet yürütmelidir.

“Ne okumalı?” sorusu, “ne yapmalı?” sorusunu gölgeleyemez. Bilgi eylemin, eylem bilginin sınırlarına tabidir. Mesele de bu sınırlarda dövüşebilmektir. Bilgilenmeyi, eğitimi malumatfuruşluktan, yani boş bilgi satıcılığından, eylemi ve devrimci faaliyeti oyalanmaktan ve mastürbasyondan kurtaracak şey, budur. Mesele, sınırların, dövüşerek, tespit edilmesidir, sınırları aşmış oldukları iddiasındaki aydınların sundukları hazır reçeteleri ezberlemek ve uygulamak değildir.

“Sınırötesi gazeteciler ya da doktorlar”ın savaş dönemlerinde ajan olarak kullanıldıkları bilinir. Yetmişlerin başında “sınırötesi sosyalistler” olarak böylesi bir ajan faaliyetini ifa eden Birikim dergisi[13], bugünlerde, AKP gazı ile, sosyalist solla ilişkisini kestiğini ilân etti. (Sırada PKK gazı ile, “sınırötesi marksistler” olarak arz-ı endam eden Teori ve Politika[14] dergisinde!)

İhanet içinde olanların ihanetlerini makulleştirme gayreti ile teorik çalışma yürütmeleri sebebiyle, esasında ortada bir ilişkiden çok saldırının olduğu söylenebilir. Teorik çalışma, örgütlerine, hareketlerine, ideolojilerine öfkeli olanların ve oralardan çıkmaya bakanların kendilerine açtıkları bir teneffüs alanıdır burada.

Birikim sosyalizmin; TP, marksizmin kavgadan, mücadeleden ve savaştan azade, bugüne kapatılması girişimidir. Birikim, dövüşmemiş bir sosyalizmin; TP, dövüşmemiş bir marksizmin bugünde galebe çalmasını istemektedir. Biri diğerinin eksik bıraktığını tamamlamaktadır. Dövüşerek kazanılan mevzilerin sosyalizmden ve marksizmden ayıklanması, “teorik faaliyet” olarak yutturulmaktadır. Buradan yüce bir teorik bütünlüğün çıkacağını umanlar, evdeki pirinçten olduklarını fark etmemektedirler. Oysa Dimyat’ta ne cennet vardır ne necat!

Yanılmamak, kaybetmemek, yenilmemek, düşmemek, kavganın lügatinde yazmıyor. Kavganın lügati, her türlü çelişkiden azade, arî bir yer olarak kodlandığı ölçüde, kavga anlamsızlaşıyor, değersizleşiyor. Bugünde, burada, cennet buldukları iddiasında olanlar, bu ya da öte dünyadaki cennet için dövüşenlerin mirasını içeriksizleştiriyorlar. Burada, bugünde, belli bir bütünlük, belli bir kurgu içinde meşru ve aklî bir konum elde ettiklerini düşünenler, kendilerini eleştiren tekillikleri ya göreceliğe hapsediyorlar ya da görmezden geliyorlar.

Siyaset ehli olanlar, reformizmlerini kılıflamak için teori üretiyorlar. Herkesi, daha doğrusu, kendisine en uygun olanları, mıknatısın çekim gücüne teslim olmaya çağırıyorlar. Olmayanları “bozguncu, bölücü mihrak” olarak damgalıyorlar. Başarıcı bir psikoloji hâkim oluyor ve teoriyi başarıya kilitliyor. Şirket yönetmekle örgüt yönetmek arasındaki sınır, silikleşiyor. Rekabet ve mülkiyet ilişkilerinin kulu olan bir kadro tipolojisi ürüyor. Demir tozları, hâlâ demir oldukları yalanı ile kendilerini avutuyorlar.

Bilindiği üzere, alaşımdaki demir atomlarının kaymasını önlemek amacıyla karbon ekleniyor ve demir çelikleşiyor. Teorik mıknatıslarını pratiğin ortasına yerleştirenler, kaymaları hızlandırıyorlar, karbon oranını düşürüyorlar; tekil başarılara ulaşma gayesi ile koşuşturup duran kadrolar ise kolektif devrimci faaliyeti kan ve terle beslemeyi hiç düşünmüyorlar. “Teorik arîlik” ya da “politik ilkesellik”, başarı için ölçü hâline geliyor.

Bir kılıç ustası kılıcına tabi ise eğer, kılıcın maddesi de önem arz ediyor demektir. Fazla karbon, kılıcı kırılganlaştırıyor, azı, yumuşatıp esnetiyor. Gerekli ölçü, pratikte çıkıyor. Bu noktada, İsa gibi, “size barış değil, kılıç getirdim” demek gerekiyor.

Eren Balkır
16 Ekim 2010

Dipnotlar
[1] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay, Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.

[2] Eren Balkır, “Solun Umudu ‘Hâlâ’ Cehepe!”, 21 Mayıs 2010, İştirakî.

[3] Eren Balkır, “Devlet ve Demokrasi Arasında Sol”, 2 Eylül 2008, İştirakî.

[4] Metin Çulhaoğlu, “Oblomov Güncelliğini Koruyor mu?”, 21 Ağustos 2010, Haberveriyorum.

[5] Eren Balkır, “Hücreleri Parçalamak”, 30 Ağustos 2008, İştirakî.

[6] ISIZWE, “İşçiciliğin Hataları, 3 Kasım 1986, İştirakî.

[7] Ahmet Örs, “Eğitim Seminerleri”, 13 Ekim 2010, Haksöz.

[8] Douglas Johnson’ın “Takdim” yazısı, Louis Althusser, The Future Lasts Forever: A Memoir içinde, Yayına Hazırlayanlar: Olivier Corpet ve Yann Moulier Boutang, Çev. Richard Veasey, New Press: New York, 1993, s. vi–xviii.

[9] Louis Althusser, “Marxism and Humanism”, Ekim 1963, MIA.

[10] Saül Karsz, Théorie et politique: Louis Althusser, Paris: Fayard, 1974, s. 131.

[11] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak yay., 2010, s. 392.

[12] Metin Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm, Gelenek yay., Mart 1988, s. 28.

[13] Ömer Laçiner ile Söyleşi, 24 Eylül 2006, Birikim.

[14] Eren Balkır, “Teori ve Politika’nın Hakikî Marksizmi”, 25 Nisan 2009, İştirakî.

0 Yorum: