12 Temmuz 2009

,

Nuh’un Gemisi


Gökkuşağı

Nuh Peygamber’in ismi (“Noah”) İbranicede “huzurlu, sakin” anlamına geliyor. Toprağı lânetleyen, günahkâr olan insandan ve tüm kalıntılardan kurtulmak isteyen Tanrı yeryüzüne, üzerindeki her şeyi yok etmek için bir tufan gönderir. Ancak Nuh’un doğru dürüst bir insan olduğuna kanaat getirir ve ona bir gemi yapmasını, gemiye her tür canlıdan bir çift almasını emreder. Yolculuk esnasında bir aslanın saldırısına uğrayan Nuh, topal kalır. Aradan yüz elli gün geçer ve gemi, Ararat’ın, kimilerine göre Elbruz’un tepesinde iken tufan kesilir. Nuh, orada Tanrı için bir sunak inşa eder. Tanrı ile bir ahit imzalayan Nuh, toprak üzerindeki lânetin kalkması sonrası çiftçiliğe başlar ve şaraplık üzüm yetiştirir. Bahsi geçen ahdin teolojik simgesi ise gökkuşağıdır.[1]

Sümer efsanelerinden türeyen Gılgamış Destanı da aynı tufandan söz eder. Destanda Gılgamış’ın tufandan kurtulan, ölümsüzlük otuna sahip Utnapiştim’in peşinden gidip ondan otu alması, sonrasında otu bir yılana çaldırması, ölümsüzlük umudunun kursağında kalışı anlatılır.

* * *

Kahpe bir uluslararası komplo sonucu yakalanan Kürd kurtuluş mücadelesinin önderi Apo da İmralı sürecinde kaleme aldığı çeşitli metinlerde Gılgamış Destanı’na atıfta bulunur ve kendi mevcudiyetini onunla ilişkilendirir.

Biraz Nuh, biraz Gılgamış edası ile birkaç yıl önce kongre gibi çeşitli birlik ortamlarına işaret eden Apo, ahdin sembolik karşılığı olarak bir tür “gökkuşağı” önermektedir. Bu, tam da doksanlarda ÖDP’de dillendirilen “gökkuşağı partisi”ne denk düşer; tek farkla: bu sefer içinde Kürdler de olacaktır.

Eski şeflerin kurtlu ÖDP’sinden Kürd’lü ÖDP tabiî ki evlâdır, ancak bu pratik, sınıfî, millî ve dinî manada örgütlenmiş kitlelerin karşılıklı etkileşimlerinin bütünlüğünde yürütülecek bir siyasete alan açmayacaktır. Birkaç şef küstürülmesin, bireysel mevcudiyetlerine saygı duyulsun, kimsenin üzerindeki inciler dökülmesin diye parti disiplininden uzak, bu yönüyle her türlü işbölümü, disiplin ve ahlâktan azade bir “parti olmayan parti” inşa edilmiştir. Marx’ın Hegel’den ödünç alıp geliştirdiği anlamda, ilk ÖDP bir trajedi[2], ikincisi tam anlamıyla komedi ile sonuçlanacaktır.

Gökkuşağındaki renk tayfı, ışık ve aydınlığın karanlığa karşı mücadelesinde herkese yapılmış bir çağrıdır. Bu çağrıda, gözlerini kör etmiş kitlelerin kara gücü ve aynı şekilde düşmana karşı ortak bir hedefe kilitlenme anlamında (geçmişte kefenin rengi olarak kullanılan) beyaza yer yoktur.

Gökkuşağı, aralarında sınıfsal-politik kimi gerilim noktaları olan ekiplerin liberal anlamda yan yana getirilmesini ifade eder. Bu yönüyle, Tufan sonrası huzur ve dinginliğin tufan öncesindeki izdüşümü gökkuşağı partisidir. Yani bu noktada herkes, içi boş olan bir demokrasi zemininde, hiçbir şiddete ve çatışmaya mahal vermeyecek biçimde bir araya getirilir. Bu bir aradalık, krizin ve savaşın koşulladığı gelişmelere karşı kördür.

Zira kriz ve savaş, kimi olguların önsel olarak ezelî ve ebedî oldukları varsayılan bütünlüklerinin muhafazası amacıyla ele alınır. Dolayısıyla, krizin ve savaşın yol açtığı sonuçlar birer tehdittir. Kimi örgüt şefleri için savaşın ve krizin sancılı güzergâhından geçen kitleler de aynı şekilde tehditkâr unsurlardır.

Örgüt şefleri, kendilerini her şeyden azade, mutlu ve huzurlu bir zeminin yegâne hâkimi kabul ettiklerinden, krizin ve savaşın eğittiği kitleleri kendi liberal, özgül varoluşlarını koruması için bir süre kullanacak, bu kitleler, yukarıya doğru (hiyerarşik) bir talep dillendirmeye başladıklarında ise daimî huzur ve mutluluk için kesilip atılacaklardır. Öz itibarıyla gökkuşağı, talep olarak kitlelerin çamurlu, bulamaç hâlinde, farklı teorik, ideolojik ve politik yönelimlerin iç içe geçtiği kavşakta somut devrimci uçlar çıkarmasına karşı alınmış bir tedbirdir.

Her örgüt şefi, esasında geçmişte belli bir durumda ve dönemde böylesi bir ucun, öne çıkışın karşılığıdır; ama şefler, bu duruma kazıklarını çakmış, oraya otağlarını kurmuş ve rüşt hesabı, kişilik ispatı gibi bitmek bilmez bir gayretle, siyaset sahnesinde rollerini oynamış kişilerdir. Bunların tek siyaseti, artık beklenmedik durumlara, imkânlara, gelişmelere karşı verili durumlarını, kazıklarını muhafaza etmek olmuştur.

Kriz ve savaş, yeni imkânlarla, durumlarla ve gelişmelerle yüklü bir rahim ise, bu rahmin doğuracağı çocuklar, sözkonusu şeflerin ebeliğinde hep ölecekler ya da yıllarca kuvözde kalacaklardır. Kendi aralarında belli bir mutabakat sonucu birbirlerini rahatsız etmeyen sınır çizgileri çeken şefler, altüst durumlarında bu sınırların muhafazası için çalışacaklardır. Kürd Türk’ün, sosyalist Müslüman’ın, işçici halkçının sınırlarına saygı duyacak, böylece kriz ve savaş gibi momentlerin hercümercinde bu sınırların silinmesine karşı gerekli sigortalar döşenmiş olacaktır.

Tufan

Bugünün gerçeğinde tufanın karşılığı, ekonomik kriz ve savaştır. Ekonomik krizin ve savaşın lânetini yaşayanlara huzurlu, sakin ve mutlu bir zemin önerilmektedir. Burada tipik solcu bir öneri sözkonusudur: krizin ve savaşın gerilimlerini, çelişkilerini ve çatışmalarını yaşayan kitlelerin önüne bu gerilim, çelişki ve çatışmalardan azade, münezzeh bir zemin çıkartılmaktadır. Bu öneri, kitlelerin toplum, devlet, sınıf, ülke gibi önsel olduğu varsayılan bütünlükler içinde bölünmemesi amacıyla dillendirilmektedir. Sözkonusu öneri, kitlenin içinde bunalan, ondan “yırtmaya” çalışan ve kendi mutlak bütünlüğünü muhafaza etmek niyetinde olan bireyleri ikna etmek amacıyla dillendirilmektedir.

Gerilim, çelişki ve çatışmalarda fiilî, somut bir saf tutamayan, bunlardan azade bir ütopik alan önerisi ile parsayı toplayacaklarını sananlar, kitlelere gerçekten kaçışı “mümkün” kılan kovuklar sunmaktadırlar. Bu noktada sömürü ve zulüm koşullarında her türlü sakin, dingin ve huzurlu zaman-mekânsal tasavvurların yalan olduğu unutulmaktadır.[3]

Krizden ve savaştan kaç(ırıl)an kitleler, somut anlamda bir şey yapmış olmazlar. Zorunlu tarihsel-toplumsal gelişmelerin sonucu olan kriz ve savaş, öznel algılanmakta, saf kendinden menkul bir öznelliğe mahkûm edilmekte, öznel tepkilerle alt edilebileceği yanılgısı pazarlanmakta, bu noktada, krizin ve savaşın doğrudan muhatabı olan kitlelerin kendiliğinden ortaya koyduğu tepkiler, krizi ve savaşı öznel olarak aşacağını varsayan özne-şeflerin salahiyeti ve mevcudiyeti için mas edilmektedir.

Krizin ve savaşın ortaklaştırdığı kitleler, kendi silâhlarını üretir de belli bir iktidar talebinde bulunurlarsa, bu şeflerin dünyası doğal olarak bölünecek, etkisizleşecek ve anlamsızlaşacaktır. Solun kimi öznelerinin salt krize ve savaşa karşı kampanyalar örgütlemesinin nedeni budur: onlar aslında, kendilerine uygun meşrep ve mezhepte kişiler, yani eşbenzerlerini aramaktadırlar.

Bir şeyi gizlemenin en iyi yolu, onu açıktan yapmaktır. Kurtuluşçuların doksanların başından beri “örgütlerimizi lağv edelim”[4] lafı, kendi örgütsel çekirdeğini muhafaza etme niyetini ifade eder. Örgütler, örneğin gençlik konusunda sorun yaşayacağını düşünüyorlarsa, genç kadrolarını (Genç-Sen gibi) açık gençlik çalışmasına sevk ederler. Böylelikle gençliğin yaşlı üst kadrolara yönelik baskıları dış kanallara akıtılarak sönümlendirilir.

Aynı yaklaşım, Kürd’le ve işçiyle ilgili ilişkiler için de sözkonusudur. Bu yönüyle, belli bir meselenin savuşturulmasında iki yöntem öne çıkmaktadır: birinci yöntem meseleyi karşıya, dışarıya atmak; ikincisi onu yanına, içeriye almak.

Demek ki Çatı Partisi içinde yer alan ekiplerin bir kısmı, Kürd meselesinin kendilerini bölmelerini engellemek için bu çalışmaya iştirak etmektedirler. İP, TKP, Halkevleri gibi karşıya almak, en azından Kürd’ün iradesini negatif de olsa kabule hazır olan bir eylemdir; Kürd’ün yanına sokulan, Çatı Partisi’ni işçici manada gerekçelendiren ekiplerin dilinin altındaki bakla şudur: Türk işçi sınıfının üzerindeki şovenist prangayı kırmak isteyenler, nedense gene Kürd mahallelerine, bu sefer DTP’nin eliyle, gitmekte ve esasen Kürd işçilerin üzerindeki “Kürd milliyetçisi, şovenisti” prangayı kırmak istemektedirler.

Örgütler, daha doğrusu örgütlerin tepesine çöreklenmiş şeflerin bireysel mutlak bütünlüğü, Kürd’ün, işçinin, Müslüman’ın parçalayıcı, bölücü niteliğini savuşturmak için onları eşit birer renk olarak kodlayıp düzlemekte, hiyerarşiyi silmekte, bu sayede etkisizleştirmektedir. Yani artık Kürd’ün de işçinin de Müslüman’ın da örgüt şeflerini ısıracak dişleri kalmamıştır. Bu sükût, huzur ve dinginlik için krizden ve savaştan kaçanlarla bir olunmalıdır. Zira krizin ve savaşın içinde pişen unsurlar hep birer çıbanbaşı olarak kalacaklardır.

Solun tufanı kriz ve savaş ise; tufandan kaçan, gemi inşa eden, millete huzurlu, rahat ve güvenli bir ortam sunup onları ikna edeceklerini zanneden solcular, kendi huzurlu, rahat ve güvenli dünyalarını korumak için onu her yere yayma gayreti içinde olan orta sınıf şeflerdir. Ama bunun için milletin belli bir kısmının tufana kurban gitmesi, belli bir kısmının ise o huzuru ve mutluluğu hak etmesi gerekiyor. Bunun için de her türlü şiddet olasılığını barındıran, bireyin toplumsal-tarihsel süreçlerle ilişkisi sonucu oluşan gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları silmek zorunlu.

Elbette bu noktada en kolay yol, bireyi toplumdan ve tarihten kurtarmak, bireyi boş gösteren olarak örgütlemek, onu her yere yaymaktır. Buradaki bireyin toplumdaki gölgesi işçi sınıfı, tarihteki gölgesi ise ezilenlerdir.

Bu açıdan tufan sonrasına ait huzurlu ve dingin dünya için “birey”[5], en işe yarar kurgudur. Bugün sınıf, millet, din ve ezilenler gibi kurguların arkasında birey saklanmakta, onların ardında birey konuşmaktadır. Yani sınıf, millet ve din, teorik, ideolojik ve politik manada, bireyin kılıfları ve zırhları olarak örgütlenmektedir. Sürekli işçi sınıfından dem vuran, esasında kendisinden ve kendi bireyliğinden bahsediyor, onun bütünlüğüne işaret ediyor, onun iktidarından, yani verili bütünlüğünü tüm zamana ve mekâna yaymasından söz ediyordur.

Bireyin siyasî kurgusu ise en fazla demokrasi olabilir: kitleleri, kitlesel kolektif dinamikleri verili parçalılık ve bütünlükleri ile örgütleme derdinde olmayanlar bireylere seslenmekte, onları ikna etmeyi yegâne siyaset zannetmektedirler. Bireylerin ikna edilmesi ile dinamiklerin ikna edilmesi aynılaşmış, bu noktada iş, sadece sözkonusu dinamiklerin temsilcileri ile haşır neşir olmaya kalmıştır. (Toplumu bireye -daha doğrusu kendine- böl, sonra o bireyleri bir arada tutacak harcı ideolojik manada -laboratuvar ortamında- üretmeye kalk, yapılan budur.)

Kitlesel kolektif dinamiklerin iç gerilimlerinin mas edildiği, sönümlendiği noktada duran temsilciler, en fazla, siyaset alanına bu gerilimlerin mas edilmesinin ve sönümlenmesinin yöntemlerini önerebilirler. Temsilciler üzerinden yürütülen siyaset, burjuva siyasetidir: Erbakan’a ya da Erdoğan’a kızıp Müslüman halk dinamiğini çöpe atmak, devrimci bir üslup değildir. Ayrıca salt temsilcileri muhatap almak, kitleyle ilişkilenmenin en kolaycı ve sakat yoludur.

Liberalizm, bireye onun önsel olarak mutlak kabul edilmiş, atomize bütünlüğüne onay vererek, tekrar ona dönük yürütülen siyasetin genel adıdır. Bireysel emek, bu anlamda, sadece burjuvalar için değer arz eder. Komünistlerin kolektif olana bakmaları zorunludur. Bireyi iknaya dönük gayret, eni sonu huzurlu, rahat kum havuzları üretecektir. Tarihte komünün yıkımını atom çekirdeğinin parçalanmasına benzeten Kıvılcımlı’yı takiben, bireyin yıkımı komünist politika için şarttır.

Gemi

Tanrı, Nuh’a her canlıdan bir çift almasını emrediyor; bizim Nuh’umuzun inşasını emrettiği gemiye ise bir çift Troçkist, bir çift Kurtuluşçu, bir çift Doktorcu ve bir çift Dev-Yolcu biniyor.

Hristiyanlar kiliselerini Nuh’un gemisini model alarak inşa etmişlerse, bizim solcularımız da kendi kilise sistemini inşa ediyorlar. İlkinin inşası, havarilerin komünizan geleneğinin cesedi üzerinde yükseliyorsa, burada da devrimci öncü kadroların, liderlerin mirası toprağa gömülme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Yani yatay düzlemde Kürd’ün, işçinin, Müslüman’ın devrimci şiddeti toprağa gömülürken, dikey düzlemde bu şiddetin tarihsel kökleri de budanmaktadır.

Ara not: Hz. İsa, Yahudilik içindeki bir devrim ise; Hz. Muhammed de tüm İbrahimî gelenek içinde bir devrimin adıdır.[6] “Yahudilik” paranın; “Hristiyanlık” mecazî açıdan, metanın hâkimiyetine uzanan ideolojik kurgularsa, Muhammed’in devrimi sonrası belli bir Müslüman kesim Allah’a kulluğu değil de paraya kulluğa yönelmişse Yahudileşecek; metaa kulluğu seçen ise Hristiyanlaşacaktır. Kur’an’da Fatiha Sûresi’nin dillendirdiği de budur: “Bizi yönelt Dosdoğru Yol’a; Nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil!”[7] “Gazaba uğrayanlar” Yahudiler, “sapıtanlar” Hristiyanlardır. İslâm’ın bu devrimciliği de zamanla Yahudileşenler ve Hıristiyanlaşanlarca ezilmiştir. İktidara gelen İslâm, kurumsal anlamda sözkonusu devrimciliği iktidarın eşiğinde bırakmış, eski muktedirlerin dilini, yöntemini sürdürmüştür.

Bu açıdan Nuh’un gemisini örnek alan kilise, toplumun farklı kesimlerinden temsilciler almış, onları köklerinden budamış, bu temsilcileri kralların, efendilerin hizmetine sunmuş, Avrupa’da olduğu gibi, kimi zaman hakikî dine dönüş yollarını halka ait kimi değerler aracılığıyla bulmaya çalışan tarikatların imhası için emirler yağdırmıştır. Özetle kilise, devrimciliğin ve devrimci imkânlar barındıran dinamiklerin boğulduğu birer zindana dönüşmüş, volkan gibi kaynayan kitlelerin içinden efendilere hizmet edecek unsurları devşirmiştir. Somut tarihsel-toplumsal işlevi budur.[8]

Bizim gemiye binen çiftleri de büyük olasılıkla benzer bir akıbet beklemektedir: ABD ve AB menşeili demokrasi laf salatalarına malzeme olmak için Troçki’yi aşan Troçkistler, Mahir’i aşan Dev-Yol ve Kurtuluşçular, Kıvılcımlı’yı aşan Doktorcular… Tüm bu çevreler, ABD’de devletleşen demokrasinin; AB’de demokratlaşan devletin bölge ve ülke gerçekliğinde hiçbir karşılığı olmadığını görememektedirler ve hep onların buradaki karşılıkları olmak için nafile çaba sarf etmektedirler.

“Silâhlı peygamber” Troçki, silâhlı devrimci Mahir, silâhlı “işçi” Kıvılcımlı, silâhların hurdalığa atıldığı momentte yan yana getirilmektedir, ellerindeki silâh hurdalığa gönderildikten sonra. Demokrasi, tersten, silâhların tasfiyesi noktasında devreye sokulmaktadır. Burjuvaların ve Avrupalı devletlerin çatışmasızlık, uzlaşma zemini olarak demokrasi, bir güç olarak örgütlenmektedir.

“Devrimci bir militanın ideali, dar ufuklu bir sendikacı değil, toplumun tüm yüzeylerinde yıkımın ateşini körükleyen bir halk lideri olmaktır.”[9]

Bu sözde “sendikacı” yerine en geniş manada “demokrat” sözcüğü de kullanılabilir, kullanılmalıdır. Zira işçinin salt kendisini görmesini isteyenleri, salt kendinden öğrenmesi gerektiğini söyleyenleri eleştiren Lenin’e atıfla, salt demokrasinin ihtiyaçlarına kilitlenmek de sorunludur.

Kürdler önü sonu devletsiz demokrasi; işçi sınıfı ve tüm emekçi dinamikler, verili hâlleriyle demokrasisiz devlet eğilimindedirler. Teorik anlamda devlete ve demokrasiye karşı devrimin konumu bir “yok yer” değildir. Devrim, devlet ve demokrasi içi gerilim, çelişki ve çatışmalar dâhilinde, bir biçimde işler.

Bu yönüyle solun yeni çıpası Çatı Partisi (ÇP), huzuru demokraside bulmuş gibidir. “Radikal”, “sosyalist” gibi ön takılarla ayrıştırılmamış, saf, steril ve kendinden menkul olan bu demokrasi, zamanla en ilkel, temsilî demokrasiye kilitlenecek, bir tür seçim çalışmasına dönüşecek, ona kapanacaktır.

Bölünme Korkusu

Bölünmenin en iyi panzehri, ayrışma imkânı olan odaklara belli bir arazide özel kimi parseller dağıtmaktır. Burjuvazi, meclis ve temsilî demokrasi ile bunu yapar da bizim solcularımız yapamaz mı? Onlar da Kürdlere, sosyalistlere, Müslümanlara, eşcinsellere, kadınlara ve Alevîlere “cennet”teki belli parsellerin tapularını dağıtmaktadırlar. Ama bu bir biçimde, Özal misali, seçim vaadi olarak işletilmekte, tapuların geri alınması tehdidi bir kılıç gibi ilgili unsurların tepesinde salınmaktadır.

Dövüşerek elde edilen hürriyet alanlarından değil, egemenlerin bahşettiği serbestiyet alanlarından söz etmek, demokratlığın genel tarifi olmuştur. Bu yönüyle sözcülük ve temsiliyet, devrimciliğin ve şiddetin dilinin/yönteminin kapı dışarı edilmesidir. “Bağırıyorsam bir sebebi var” diyen kişi, göreceleştirilir, anlamsızlaştırılır, ona küçük bir kum havuzunda oynaması için cevaz verilir, hepsi bu. Bağırmak ve onun sebebi artık zararsızdır.

Ayrıca sömürünün ve zulmün cefasını ayrı ayrı ve bütünlüklü bir gerçeklik dâhilinde, birlikte yaşayan kesimler “Kürd”, “Müslüman”, “Kadın”, “Eşcinsel”, “Sosyalist” gibi departmanlara ayrıştırılarak, bunlar arasındaki gerilimli ilişki ve bu gerilimli ilişkinin yol açtığı çelişki ve çatışmalar, bunların sonuçları zararsız bir mecraya çekilmiş olur. Sonuçta ise bugün burjuva iktisatçılarının ve ideologlarının ağızlarındaki sakız çiğnenmeye başlar: “Aynı gemideyiz”. Geminin adı Türkiye’dir, toplumdur, demokrasidir, bölgedir, kimi zamansa bir tarih kurgusudur.

Örneğin 89-92 momentinde, ülkede Dev-Sol/PKK; dünyada sosyalist devletlerin yıkılışı karşısında sol, ilgili parçalanmayı daha geniş, daha soyut, daha temelsiz bütünlükler kurgulayarak aşmak istemiştir. Parçanın göreceleştirilmesi ve kısmîleştirilmesi için daha geniş teorik, ideolojik ve politik bütünlüklere kaçılmıştır. 1989’da Mahir Sayın ve arkadaşlarının kaleme aldığı “Yeni Öncü’nün Perspektifi Üzerine” yazısı[10] ve benzer yazılar, hep bölücü, ayrıştırıcı unsurlara karşı kendi bütünlüklerini koruma niyetini taşımaktadır: ilgili yazıda sınıf toplumu, parti sınıfı, devrimcilik partiyi böldüğü için eleştirilmektedir.

Demokrasi ile terbiye edilmemiş proletaryanın topluma zarar verdiğini Sovyetler örneğinden öğrendiklerini söyleyen sevgili şefler, bu maksatla “sosyalist demokrasi” kavramını üretmişlerdir. Oysa bu demokrasi önerisi, o güne ilişkin somut, zorunlu adımları atmaktan imtina eden ilgili şeflerin ertelemeciliğidir. Bu ertelemecilik, şeflerin hükmündeki kadrolara ulaşılması gereken yeni, taze hedefler (itaki) armağan etmiştir.

“Aynı gemideyiz” lafzı da bu türden bölünmelere karşı panzehir olarak kurgulanır. Geminin kaptanı olanlar da kaptanlık brövesi alıp köşke kurulmak isteyenler de benzer kurgularla hareket ederler. Bu kurgular, şu huzur ve mutluluk kodları ile birlikte anılırlar: işçi sınıfı, parti, halk, örgüt, ülke vs.

Parça olduğu bilincini yitirip, zamanla belli bir bütünlüklü kurguya kapananlar, hep ertelemeci bir tavır içine girerler. Had bilmezlik ederek, bütün adına konuşulur ve eyleme geçilir: elindeki üç beş işçi ile işçi sınıfı adına siyaset üretilir, üç beş kadro ile partinin bütünlüğüne hüküm konulur, bir iki mahalle ile halka yön verildiği zannedilir vs.

Öznelikleriyle yücelen, göğe çıkan şefler, bu hâllerini sürdürmek için sürekli nesnelleştirici bir gayret içine girerler. Teori, bu amaçla istismar edilir. Kendisini yegâne, salt özne kabul edenler, nesnenin içindeki öznelik imkân ve olasılıklarına karşı körleşirler. Örneğin öznenin birey olarak belirlendiği Avrupa solculuğunda aklın yüceltimi için psikanalize başvurulmuş, akıldışı ve akıl öncesi iç dinamikler nesnelleştirilip bilinçdışı odasına kilitlenmiştir. Nesnelleştirilen dinamiklerin kendince bir akıl ve vicdan ürettikleri hiçbir şekilde görülmez. Bu noktada, kum havuzlarına hapsedilen Kürd, işçi, Müslüman vs. öznel-politik failler olarak iş yapamaz hâle getirilirler ve onlar, yüce demokrasi ideali, aklı için bir süre istismar edilirler. Demokrasinin kapitalizm koşullarında kimin ve neyin işine geldiği ise unutulur, unutturulur.

Kürd hareketini nesnelleştiren kimi sosyalistler[11], onun özneliğini, öznelliğine ilişkin sorunları bu şekilde hallettiğini zannederler. Oysa Kürd’ün kurtuluş hareketi de belli politik adımlar atmaktadır. Örneğin: 2007 seçimlerinde Kürd hareketinin Türk solcularına uzattığı el, sadece o solcuların kendi iç hesaplaşmalarına, ayrışmalarına hizmet ettiği noktada anlam kazanmıştır. Yani Ufuk Uras ÖDP içinde bir çatlağa denk düşmeseydi, desteklenmezdi; Baskın Oran, yekpare bir “liberal sol parti” başkanı gibi davranmamış olsaydı, bölücülük görevine sadık kalsaydı, şimdi meclisteydi. İzmir’de Mustafa Yalçıner, EMEP içinde Kürd’e yakın bir cepheleşmeye öncülük etseydi, kazanmasa dahi ciddî bir oy almış olurdu. Görüldüğü üzere, kendisini “Allah” zannedenlerin bir hesabı varsa, mazlumun da bir hesabı vardır![12]

Politikanın verili hâliyle parçalılık ve parçalama ile tanımlı olduğunu görmeyen ya da bilerek görmezden gelenler, demokrasi, sosyalizm, devrim gibi temrinleri politikanın parçalılığını ezen, parçalayıcı niteliğini bastıran kurgular olarak kullanmaktadırlar. Örgütlerin sloganlarında geçen kavramlar, esasında öne çıkan siyasî adımlar, örgüt şeflerinin bütünlük kurgularını muhafaza eden edimlerdir. Bu, bir yönüyle, fil avcılarının hikâyesini andırır: Fil avcıları, siyah kıyafetlerle fili çukura düşürüp döverler, sonrasında avcılar, beyaz kıyafetlerle fili çukurdan çıkartıp beslerler ve ona istediklerini yaptırırlar. Devlet ve demokrasi bütünlüğünde egemen siyaset mekanizması bu şekilde işlemektedir.

Tefekkürü, muhayyilesi Kürd’ün ülkeyi bölen niteliğinin nasıl mas edileceği, ezileceği ve etkisizleştirileceği üzerine kurulu olanlarla, işçi sınıfının toplumu bölen niteliğinin nasıl mas edileceği, ezileceği ve etkisizleştirileceği üzerine kurulu olanların (Çatı Partisi bünyesinde) yan yana gelişi, esas olarak bölünme alerjisi, korkusu noktasında cereyan etmektedir. Bu korkunun siyasî sloganı ise “halkların kardeşliği, işçilerin birliği”dir.[13] Buradaki “halk” da “işçi” de nesnedir ve her ikisi de, nesne olma noktasında, yan yana düşmektedir.

Örgütler, kendi özneliklerini yaldızlamak için nesnelerini ezelî ve ebedî nesne olarak kodlamaktadırlar. O nesnenin özneliğinden, nesnenin öznel devrimci bir hat çıkartmasından uzak durmaktadırlar. Burada devreye hep ulaşılmaz hedefler girecektir. Öznenin kralı, “Allah”ı olan örgüt şefleri, nesnenin kendi alanına sızan yönlerini dışarı atmak için hep üst, yüce kurgulara ihtiyaç duyacaklardır. Bu üst ve yüce kurgular, daima ya bir devlete ya da demokrasiye bağlanacaktır. Bölücülük karşıtlığını fiilîleştirenler devletçileşecek, içine girenler demokrasicileşeceklerdir. Gerçekte ise sömürü ve zulüm düzeninin bekası için gerçek ve fiilî olan devlet, sopasını sallayacak, gerçek ve fiilî olan demokrasi, her daim uzatacak bir havuç bulacaktır.

Devlet-Demokrasi

Din, sanat, felsefe ve bilim, politika alanında hüküm süren gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların üzerinde duran, onlardan azade, münezzeh -rahat, huzurlu- bir zemin tasavvur eder ve ideolojinin diline tercüme edilerek politik failleri bir yanılsamaya örgütler. Politikayı ve devrimciliği burjuvaziden öğrendiği kısımları ile yüzleşemeyen sol da politika alanının verili bütünlüğüne tabi olmaktadır. Kapitalizm dışı bir demokrasi ve devlet yoktur; aynı şekilde devlet ve demokrasi dışı politika da yoktur.[14]

Sol, ya kendinden menkul devletin ya da demokrasinin tıkandığı noktalarda çilingir rolü oynamak niyetiyle ortaya atılmakta, ya devletçi ya da demokrasici olmaktadır. O, devlet ve demokrasi içi konumlanma ile orada oluşan direnç noktalarını örgütlemekten imtina etmektedir.

Mahir Çayan’ın Parti’sini devlete; Cephe’sini demokrasiye karşı proleter devrimci iktidarın fiilî alanı olarak anlamak mümkündür. Parti’sini küçük mahalle devletlerine, Cephe’sini demokrat havuzlara kapatanlar, böylesi bir iktidardan kaçışın meşru teorik zeminini de doğalında üretmektedirler.

ÖDP bir “parti olmayan parti”dir; Çatı Partisi -en azından Konferans’ta dillendirildiği biçimiyle- bir “cephe olmayan cephe”dir. İlki, demokrasinin fiilî yükünü çekenleri kendisine çekip onları yeniden burjuva demokrasisine bağlamak istemiş; ikincisi, devletin yükünü, acısını çekenleri kendisine bağlayıp sonuçta onları yeniden burjuva devlete bağlayacaktır. Bu, öz niyetlerden bağımsız bir durumdur.

“Parti olmayan parti” cephe olamamış, “cephe olmayan cephe” de “devrimci bir birlik” olmayacaktır. En fazla, seçimlere endekslenmiş gayret süreklileştirilecektir. Parti (devletin) toplumu(nu) bölmesin diye “parti olmayan parti” formülüne yönelenler, (demokrasi) tarih(i) bölünmesin diye “cephe olmayan cephe”ye kapak atmışlardır. Bu süreçte Mahir Çayan’ın bu topraklara dair devrimci kurgusu öznel niyetler uyarınca bölünmüş, zararsızlaştırılmıştır.

Sovyetler'in dağılması sonrası süreçte, küreselleşme tartışmaları içinde en netameli konu, ulus-devlettir. Ulusun ve devletin burjuva evliliği, ulusötesi tekellerin ihtiyaçları uyarınca metres hayatına dönüşmüştür. Sol ise yıllarca Sovyetler’e demokrasi dersleri verenlerin bu ideolojik gayretine örgütlenmiş, sonrasında da devletin milletten ayrışmasında kendisine pay çıkarmış, “kimlik”, “farklılık” gibi kavramlar her yeri kaplamıştır. Çözülme varsa gerilim vardır ve millet parçalandıkça, kendi içinde farklı bir “devlet”e giden imkânları tartışıyordur. Ancak sol, bu tartışmanın ne içine girmiş ne de onu dikkate almıştır.

Devletin milletten çözüldüğü momentler elbette önemlidir. Ama buradaki boşluğa demokratik bir harç dökmek anlamsızdır. Milletin tek hâkim olması, iradî olarak süreçlere hükmetmesi, boştur. Mesele, devrimci bir hat çıkartmaktır. Kürdlerin ayrışması solda korkuya yol açmış, devletin bekasına yakın duranlar, bu bölünmeyi gidermek için kolları sıvamışlardır. Aynı durum, demokrasinin verili bütünlüğü için de sözkonusudur: ülke, toplum gibi bütünlüklerin salahiyeti, mevcudiyeti için Kürdler “entegre edilmelidirler”.

Ahmet Kaya’nın şarkısı “başkaldırıyorum işte, varım benim farkıma”, liberal siyaset tarafından bölünmüştür. Farklılık ve kimlik edebiyatı içinde farkına varılmasını isteyen birey, artık başkaldıramaz. Çünkü artık kaldıracağı başın bir hükmü, değeri yoktur, kalmamıştır. Ya da başkaldırısını salt farkına varılmaya indirgeyen birey, esasında politika dışıdır. Farkına varılma, farklılık kültü içinde dondurulmuş, politikanın ateşli coğrafyasından artık kaçılmıştır. Başkaldırı ise yoğun kaliteli teorik yüklerle dolu yüce başların mevcudiyetinde (orta sınıf şeflerde) donmuştur.

Türk devletinin temellerinde Müslümanların, Kürdlerin ve sosyalistlerin kanı vardır. Bunlar arasında hüküm süren bir rekabet varsa, bu rekabetçi yaklaşım, ilgili dinamiklerin devlete karşı ortaklaşmasını önlüyorsa burada konuşan burjuva ideolojisidir; aynı şekilde, ilgili dinamiklerin mülkiyetçi bir refleksle birbirlerine mesafe koyması sözkonusuysa bu ayrışmada da söz sahibi devlet ideolojisidir.[15] Rekabetin ve mülkiyetin konuştuğu alan, kitlelere ait olan, aidiyet bilinci ile hareket eden dinamiklerce parçalanabilir.

Oysa ulus-devlet meselesi üzerinden dönen tartışmalarda sol ikiye bölünmüştür: bir taraf sosyalizmi, tarihsel meşruluğu için devlete; toplumsal meşruluğu için demokrasiye bağlamıştır: marksistler iki yola da bel bağlayamazlar. Bu üçüncü yolculuk değil, her iki yolda ilerleyen devrimin yolunu çıkartma iradesidir.

Bir kesim, burjuva devletinin, diğeri burjuva demokrasinin tarihüstü mutlaklığını savunmaktadır: devlet için AKP ezilmeli (Ergenekoncular); devleti ezmek için demokrasi genişlemelidir.

Liberal ve muhafazakâr siyasetler kitlelere güvenmezler. İP ve Küresel BAK, sorunun kaynağı olarak gördüğü kitlesel yönelimlere sıcak bakmaz, onları politika alanının dışına atar. Biri antipolitik, diğeri apolitiktir. Liberal de muhafazakâr da alttakilerin hayat hakkı olmadığına inanırlar.

Devletin ve demokrasinin bekası, hayatiyeti noktasında kilitlenen politik alan, o alanı parçalayacak, dağıtacak ve kendince yeniden kuracak olan unsurlardan arındırılır. Ergenekon sürecinde iki tarafın kitlesiz, güdük eylemleri buna işarettir. Her iki taraf da çatışmaya yol açan dikey unsurları ve çıkıntıları törpüler. Devlet ve demokrasi için kitleleri kıvama getirir. Biri akıl, diğeri vicdan yönünden bireylere seslenir ve onları iki taraftan güdükleştirir. Her iki çevre için de üslup aynıdır: önce kendilerinin inandıkları temel aslî çıkış, başlangıç noktasına bizi bağlar, kendi ölçülerince uzatıp kısalttıkları bir ipi de boynumuza dolayıp “hadi şimdi dolaşın” der.

Devlet içi konumlanma ile devletçilik; demokrasi içi konumlanma ile demokrasicilik karıştırılmamalıdır. Devletçiler, devletin (batıdan gelen) demokrasi saldırısına karşı kendinden menkul bir devleti; demokrasiciler, devlet saldırılarına karşı demokrasiyi korumaktadırlar.[16]

Devletin ve demokrasinin temellerinde Kürd’ün, sosyalistlerin ve Müslümanların kanı var ise devlet ve demokrasi temellerinden sarsıldığında kanın bedelini ödetecekler yerlerinden çıkacaklardır. Ama burada öne çıkanlar hep, Murathan Mungan’ın dizesiyle, “Ben sende tüm aşklarımı temize çektim” misali, kendisini Kürd’de, işçide ve müminde temize çeken bireyler olacaktır. Bireyin diline tercüme edilen Kürd, işçi ve Müslüman, bireyi koruyacak şekilde oluşacak, Kürd’ün, işçinin ve Müslüman’ın kavgası başka kavgalarla ortaklaşmayacaktır. Zira sınıf, millet ve din ile kendisini korumaya yeminli birey, her daim başka sınıfların, milletlerin ve dinlerin imhasını talep eder.[17]

Demokrasi için örgütlü halk, millet ve sınıf ön şarttır. “Demokrasi” sloganı ile bunlar örgütlenmez. Vurmadan ses gelmez! Kaldı ki bu örgütlülük, verili demokrasi kurgusunu parçalayacak, kısmen anti-demokratik bir içerik kazanacaktır. Bu anlamda, soyut, kendinden menkul yüce bir demokrasi tarifini gerçeğe dayatmak, idealizmdir.

Die Linke

Çatı Partisi’nin fikrî-politik zemini, Almanya ve orada yakın dönemde cisimleşen Die Linke’dir (Alman Sol Partisi). Parti, Sosyal Demokrat Parti’den kopan Emek ve Adalet Seçim Alternatifi (WASG) ile eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin resmî partisi Sosyalist Birlik Partisi’nin ardılı Demokratik Sosyalizm Partisi’nin 16 Haziran 2007’de birleşmesi sonucu oluşmuştur.

Eski TKP’li[18] Murat Çakır’ın Çatı Partisi üzerinden propagandasını yaptığı parti, toplam 6 Avrupa, 53 Federal ve 182 Eyalet milletvekili ve bunların yanı sıra, çoğunluğu Doğu eyaletlerinde olmak üzere, 179 belediye başkanına, 59 belediye daire başkanına ve 5.561 yerel meclis (kent ve kaymakamlık bölgesi belediye meclisleri) üyesine sahiptir.[19]

Çakır’a göre başarının sırrı, partinin programsızlığında, hiyerarşisiz, disiplinsiz, yani parti olmayan parti oluşunda.[20] Sosyalizme set çekmenin iktisadî ideolojisi olan Keynesçiliğe[21] sarılan “parti”, dönüşüm[22] yaşayan Ren kapitalizminin eski Doğu Almanya’ya hücumunda anlam kazanıyor.[23] İktidar değil, muhalefet partisi[24] olarak örgütlenen “parti”, çatışmaların örtbas edilmesi girişimi olarak vücut buluyor; çatışmaların çektiği sınırları imha ediyor, şiddetsiz siyaset için alan açıyor. Bu anlamda, orta sınıflara sesleniyor.

SPD üyesi sendika bürokratları, değerdüşümü yaşadığı momentte, değerlerinin görülmesini isteyen eski Doğu Alman komünistleri ile yan yana geliyor. Entegrasyon için Almanya’nın kurucu, resmî sol partisi SPD, Doğu Almanya’yı örgütlemek için bu bölgeye bir kol çıkartıyor.

Die Linke, Doğu Almanların ikinci sınıf vatandaş[25] durumuna düştüğü, ırkçılığın yükseldiği, seçime katılımın düşmesiyle bu yükselen ırkçılığın sisteme zarar vereceğini düşünenlerin ortaklaştığı bir momentte, seçim partisi olarak vücut buluyor. AB’nin ve Doğu Almanya’nın gerilimlerinden kurtulmak isteyen orta sınıf solcuların ittifakı olarak biçimleniyor.[26] Alman devlet ve demokrasi geleneği, Berlin Duvarı’nın kalıntılarını ve Sovyetler’in Reichstag’daki ayak izlerini siliyor.

İran’da silâhlı mücadele vermiş olan Halkın Fedaileri de bugün kendisini Avrupa Sol Partisi’ne ve onun üyesi Die Linke’ye bağlamıştır.[27] Kendi örgüt içi gerilimlerini halının altına süpürmenin yolu budur. Örgüt, öznel ihtiyaçlarını millete nesnel zorunluluklarmış gibi yutturmaktadır. Ortadoğu’da yenilenler, soluğu Avrupa’da almaktadırlar. Avrupa’nın soluğu ise buradaki devrimciliği çözmektedir.

Çakır ve Linke’si ise örneğin İsrail meselesinde İsrail’deki sözde barış hareketinin eleştiri seviyesini kendi seviyesi bellemektedir.[28] Onun üstü “antisemitizm” olmaktadır. Çakır’a göre Heron’ların eleştirisi de barış hareketinin eleştiri seviyesine tabidir. Hatta son dönemde Apo’nun Yahudilik eleştirileri insanın kanını dondurmaktadır!

“İsrail’in politikalarını değerlendirirken emperyalizm tanımlamasının ‘İsrail için geçerli olamayacağını’ vurgulayarak, ‘İsrail ile dayanışmanın Alman hikmet-î hükümetinin ahlâkî açıdan gerekçelendirilebilecek iyi bir unsuru olduğunu’ söylüyor ve partisinin (‘hükümet sorumluluğunu almak istiyorsak eğer’) bunu kabul etmesini istiyordu. Gregor, bu şekilde hem antiemperyalizmi solun söyleminden atıyor, hem de solu ulusal çıkarlar(!) ile hikmet-î hükümetin (devlet aklının) içine hapsediyordu.”[29] (Eski PDS başkanı, Die Linke’nin eşbaşkanı Gregor Gysi)

Murat Çakır’ın ifade ettiği, partinin İsrail meselesi üzerinden ciddî bir iç gerilim yaşaması, önemli bir göstergedir. Çakır, gerilimleri aşmak için “devrimci reelpolitika”[30] öneriyor ama bu öneriyi ulusötesi, minder dışı bir alana atıfla yapıyor.[31] Minder dışına kaçınca kapitalizm eleştirileri, sınıfsal analizler devlete karşı mücadeleyi askıya alıyor. Devletten kaçanlar ulus dışı, ulus ötesi boş alanlarda huzur buluyorlar. Murat Çakır gibi Lüksemburgistlerin toplumcu işçiciliği ile Troçkistlerin işçici toplumculuğunda işçi, toplumu bölmüyor, toplum, bölünemeyecek, zarar görmeyecek hülyalı âlemlerde kuruluyor. Bu âlemden kapitalizme, Avrupa egemenlerine vicdanî tariz okları fırlatılıyor, onlara “acuk da bize verin” deniliyor, bu konuda aklî ve duygusal bir ikna gayreti içine giriliyor. Toplumsal devrim politik devrimin; araba atın önüne alınıyor.

Muhtemelen Çakır, Almanya’daki huzurlu ortamını bizlerle paylaşma konusunda iyi niyetlidir, ancak ne Almanya Türkiye’ye, ne Doğu Almanya Kürdistan’a, ne de PDS DTP’ye benziyor.[32] Tüm bu iyi niyet taşları döşenirken eski TKP’li Çakır, hiç savaşmamış bir partiden gelip muktedir bir muhalefet partisine kapak atarak savaşan bir partiye akıl veriyor. Cehennem de tam da bu noktada başlıyor.

Eren Balkır
12 Temmuz 2009

Dipnotlar:
[1] “Ark of Noah” (Nuh’un Gemisi), Jewish Encyclopedia.

[2] Konferans’ta dillendirilen “ÖDP doğruydu, biz yanlış yaptık” önermesi, temel marksist kabullere bile aykırıdır. Zira ÖDP külliyen yanlış olduğu için ilgili özneler yanlış yapmışlardır. Maddeden, gerçekten ve nesneden bağımsız öznel irade tasavvurları, idealisttir. “Her şeyi ben yaparım, hallederim” türünden coşkulu sözler hiçbir şey yapmamanın kılıfıdır. Bu psikolojik coşku, solun insanlara kazandırdığı bir yanılsamadan türer: “akıl maddeye bütünüyle hükmeden bir güçtür.”

[3] “[…] ‘Uçurumun eşiğine gelme’ metaforunu 1970’li yılların sonundan itibaren sıklıkla kullananlar oligarşinin ideologlarıydı. Evet, bu kez bizler, devrimciler kullanıyoruz ve bizler talibiz ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtarmaya.” (Demokratik Dönüşüm, “Merhaba”, Sayı: 3, s. 5.) “Oligarşinin ideologları”ndan ödünç alınacak hiçbir şey yoktur, olamaz. Zira onlar için uçurum, devrimi ifade ediyordu. “Ülke” diye önsel, kendinden menkul bir bütünlük varsayılıyor ve bir tür uçuruma düşmekten kurtarılıyor. Bu “ülke” kimindir, neye hizmet eder, belli değil. Aynı şekilde Ürüncü arkadaşlar da benzer bir önsel bütünlük kurgusu ve onun huzurunun yegâne timsali olduğu iddiasıyla, Diyarbekir’de patlayan bomba sonrası, sokakta iki sevgilinin el ele, huzurla yürüyebilmesinden dem vuruyorlardı. “Huzur sosyalizmde!”, iyi aile çocuklarının lafıdır hep.

[4] E. Kara, S. Koç, M. Sayın, M. Yavuz, Sosyalist Solun Birlik Serüveninden Bir Kesit, Devinim Yay., 1995.

[5] İngilizce karşılığı individual olan birey, bu açıdan, bölünemez en küçük bütünlük olarak kodlanmaktadır.

[6] Tektanrının devrimci niteliği Yahudilikte İsrailoğulları kavminde boğulmuşken, İsa onu tüm insanlara açmış, Muhammed ise Teslis’e ve yeryüzü temsili olan Kilise’ye kapatılmış Tanrı’yı tüm insanlara, insanları ise hakikate açmıştır.

[7] Hayat Kitabı Kur’an, Gerekçeli Meal-Tefsir, Mustafa İslâmoğlu, Düşün Yay., s. 2.

[8] On altıncı yüzyıldan itibaren Latin Amerika’yı sömürgeleştiren misyonerlerin biçimci Hristiyanlığını öze dönük bir gayretle, sosyalizan bir üslupla dönüştüren Kurtuluş Teolojisi, fukara halkla kurulan ilişkiler içinde kilise duvarlarının delinmesini ifade eder. Artık kiliseler Camilo Torres gibi devrimcilerin rahmidir. Bkz.: Patrick Larsen, “Camilo Torres Restrepo”, Ocak 2009, İştirakî.

[9] Daniel Bensaid, “Sıçramalar! Sıçramalar! Sıçramalar!”, Haziran 2009, İştirakî.

[10] E. Kara, S. Koç, M. Sayın, M. Yavuz, a.g.e., s. 32-42.

[11] Demir Küçükaydın’ın Ertuğrul Kürkçü’ye yönelik “ırkçılık” temelli eleştirisi yerindedir. Kürd’ü nesne, kendisini yegâne özne gören Türk sosyalistlerine gereken cevap verilmiştir. Ancak Küçükaydın da Almanya’dan uzun yıllar haymatlos (vatansız) yaşadığı bir hayattan herkesi nesneleştirmekte, kendi soyut öznelliğini yaldızlamaktadır. Bu nesneleştirme işleminde devreye soktuğu “ırkçılık” küfrü, Yahudilerle ilgili Almanların öznel bir takıntısıdır esasında ve politik anlamı yoktur. Kürkçü’de ırkçılık değil, dereyi görmeden paçayı sıvayan bir tür işçiciliğin bugünde, kafada kurduğu devletin savunusu vardır. Özde özneliği ve onun uzanımı olarak politikliği ve devrimciliği burjuvadan öğrenenlerin genel aslî eğilimi, tüm öznellikleri yok etmek ve onları bu amaçla belli bir teorik alanın nesnesi kılmaktır. Bu anlamda nesneleştirme ile nesnelleştirme ayrıştırılmalıdır.

[12] Yalçın Küçük, 2009 seçimleri sonrası DTP’nin aldığı oylara cumhuriyet adına sevinmiştir. Oysa Türk solunun eleştirisi ile bugünlere gelen Kürd hareketinin Küçük gibileri sevindirecek işlere imza atmaması umulur. Bugün millî ve dinî olana daha fazla ağırlık vermelidir. Bugün bir hesap yapıyorsa geçmişteki hesapların, eleştirilerin suyu yüzü hürmetinedir: Türk tarafı halktan uzaklaştığında o halklaşmıştır; Türk solu işçiden kaçtığında proleterleşmiş; AB tartışmaları içinde millî olandan kaçtığında o millîleşmiştir. ABD işgali sonrası Türk solu Ortadoğu’dan Avrupa’ya ve Latin Amerika’ya kaçar, Kürd hareketi ise toplam birikimi ile zayıf emareler taşısa da Ortadoğulaşma temayülüne girmiştir. Humeyni’nin Irak Savaşı gerçeğinde kullandığı tabir ile Kudüs’e giden yol Bağdat’tan geçer. Yani Kürd hareketi, Müslüman ve Kürd olana abanmalı, Türklerden gelen sol-sosyalist her türlü eli bu alanın disiplinine, ahlâkına ve hiyerarşine tabi kılabilmelidir. Bu noktada Haksöz türü çevrelerin laiklik eleştirileri hakkaniyetlidir, ama onların da Filistin’i görüp Diyarbekir’i görmemeleri, külliyen yanlıştır.

[13] Bizim solcularımızın kafasında, Kürd’ün ve işçi sınıfının bölücülüğünün etkisizleştirildiği ilkel model, Türkiye İşçi Partisi’dir. Bir özel sohbette, üst düzey bir EMEP yöneticisinin, “yetmiş sonu keşke TDKP’yi kurmasaydık, kafamızı taşlara vurmasaydık da TİP olabilseydik” lafı, bu modelin canlı olduğunun kanıtıdır. TİP modeli, aynı zamanda aydın, işçi ve gençlik arasındaki gerilimlerin de silindiği bir nostaljik alan olarak kodlanmaktadır. Deniz Gezmiş’i uzun zaman önce (bir kez daha) asmış olan EMEP’liler, bu yöneticileri şahsında, onun teorik, ideolojik ve politik kopuşunun, demokrasi alanındaki küçük devletçiklerine (partilerine) halel getirdiğini ifşa etmiş oluyorlar.

[14] Bu noktada Konferans’ta Mahir Sayın’ın dilinde espri ve alay konusu olan “proletarya diktatörlüğü” burjuva diktatörlüğüne karşı inatla savunulmalı, kendinden menkul demokrasi ve devlet edebiyatının burjuva diktatörlüğüne hizmet ettiği her fırsatta dillendirilmelidir.

[15] 1 Mayıs 2009’da Taksim heykeline çıkma yarışı yapan örgütler de sol içindeki burjuva ideolojisinin hükmü altındadırlar ve buna uygun davranmaktadırlar. Devlet mülkiyet; burjuvazi rekabet ideolojisi ile sömürülen ve mazlum dinamiklerin arasına çomak sokabilmektedir. Gelecekte Çatı Partisi oluşma imkânı bulursa, içindeki örgütlerin kendi mülklerini (kadrolar, bürolar, imkânlar) paylaşıma açmama riski ile yüzleşecektir, bu risk, devletin ve mülkiyetin bozgunculuğudur. Aynı şekilde işçiler, kadınlar, Kürdler, Müslümanlar vs. de birer mülk olarak görüldüğünden, bunlar da merkezkaç sonucu örgütler aracılığıyla birbirlerinden kaçırılacaklardır.

[16] Demokrasi için Birlik Hareketi Konferans Sonuç Bildirgesi’nde dindar kesimlerin siyaset algısından uzak durulacağının garantisi olarak “kutsal ve fetişler üzerinden siyaset yapılmayacağı” vaat edilmektedir (s. 3). Oysa metnin bir kutsalı ve fetişi mevcuttur: demokrasi!

[17] Bu anlamda Bildirge’de Kürd’ün, işçinin ve Müslüman’ın sadece adı vardır, cismi yoktur. Konferans, illerden ve fiilî mücadele alanlarından gelen öncü isimlerin değil, kimi eski ve yeni örgüt şeflerinin tartışma zemini olarak formüle edilmiştir. Bu şefler de ne Kürd, ne Müslüman ne işçi olduğundan konferans, bireylerarası hukukun genel ölçütlerini belirlemekle yetinmiş, bildirge bunun basit bir dökümü olmuştur.

[18] Murat Çakır, Die Linke: Bir Başarı Hikâyesi mi?, s. 76, PDF.

[19] A.g.e., s. 16.

[20] A.g.e., s. 11.

[21] A.g.e., s. 12.

[22] A.g.e., s. 31.

[23] A.g.e., s. 15.

[24] A.g.e., s. 21.

[25] A.g.e., s. 39.

[26] “Artık PDS, uzun vadede ‘demokratik, sosyal ve ekolojik alternatifleri gerçekleştirebilecek bir Orta-Sol-İttifakının oluşmasına katkı sunacak olan bir sosyalist parti’ydi. (M. Brie)” (A.g.e., s. 91.)

[27] Bkz.: “Halkın Fedaileri”, Ekim 2008, İştirakî.

[28] Murat Çakır, A.g.e., s. 121.

[29] A.g.e., s. 122-3.

[30] A.g.e., s. 126.

[31] A.g.e., s. 126.

[32] Ergun Yıldızoğlu da 1991’de Brezilya İşçi Partisi Deneyimi isimli bir kitap yazmıştı. Kitap, özde ileride kurulacak olan ÖDP’nin fikrî temeli oldu. BİP Lula’yı doğurdu, ÖDP Uras’ı. Basit anlamda “Bu aşure çorbasının Kürd’ü eksik” diyenlere fikrî temel sunan Çakır, Yıldızoğlu’ya benziyor. Bu aydınların çıkışları dikkate alınacak olursa, Türkiye yirmi yılda Brezilya seviyesinden Almanya seviyesine gelmiş demektir. Bir sonraki birlik edebiyatının ABD’den devşirilmemesi için hiçbir neden yoktur.

10 Temmuz 2009

, ,

Kendiliğindenliği Yeniden Düşünmek

Luxemburg’u Gramsci ve Benjamin Üzerinden Yeniden Okumak


Sorun

Kendiliğindenliğin bilinçli kontrolle ilişkisi, uluslararası işçi hareketinin ortaya çıktığı ilk günlerden beri politik örgüt meselesinin merkezinde durur. Anarşistlerle marksistler arasında ve marksistlerin kendi içlerinde hüküm süren eski tartışmaların önemli bir kısmını sözkonusu ilişkinin en iyi nasıl formüle edileceği tartışması teşkil etmektedir.

Geleneksel partiden ve devlet odaklı yaklaşımlardan uzaklaşıp, kapitalizme dönük merkezsiz direniş yöntemlerine doğru kayıldığı momentte bahsi geçen tartışmalar yeniden önem kazandılar.[1] Sosyal demokrasinin iflasının ve merkezîleşmiş kontrole dönük genel şüphenin teşvik ettiği bu kaymaya, insanların kendiliğindenliğinin kutsanması eşlik ediyor. Bugün, cevap olarak, devletin devam eden merkezîliğini ve aynı zamanda kendiliğinden direnişin sınırlarını yeniden öne çıkaran kimi yorumculara rastlanıyor.[2]

Peki ama kendiliğindenlik ne demek? Kendiliğindenliği kutsayıp merkezî koordinasyona yönelik şüpheci yaklaşımı benimsediğimizde, bizler esasta neyi kutsamış oluyoruz? Tersten, kendiliğindenliğin yetersizliğine işaret ettiğimizde, esasta tam da neye atıfta bulunmuş oluyoruz? Bu yaklaşımların arasındaki muazzam farklılıklara karşın, kendiliğindenlik oldukça benzer yollardan anlaşılmaya meyyaldir: bir şeyi olduğu gibi, kendiliğindenci bir üslupla, plan yapmadan ele almak. Kendiliğinden faaliyet, zaman zaman kutsanması cesaretlendirilmesi, kanalize edilmesi, yönetilmesi, dizginlenmesi, korkulması veya bastırılması vs. gereken bir güç olarak, alabildiğine mistik bir biçimde çıkıyor karşımıza. Görünüşe göre kendiliğindenliği bilinçli kontrole nispetle daha önemli ve öncelikli görenler de görmeyip bu yaklaşımı eleştirenler de kendiliğinden ne olduğu konusunda bir miktar gizemli hâle sokulmuş, benzer türde bir anlayışa başvurma eğiliminde.

Luxemburg’un İç Çelişkileri ve “Hatalar”ı

Kendiliğindenliğin önemini savunan en ilginç isimlerden biri de Rosa Luxemburg’dur. Görünüşte Luxemburg’un bir ayağı kendiliğindenlikte, diğer ayağı bilinçli kontroldedir. Merkezîleştirilmiş parti aygıtının acil bir ihtiyaç olduğunun farkında ise de Luxemburg, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin içinde yıllarca çalışmış, Almanya Komünist Partisi’ni kurmuş ve uzun seneler sürekli olarak işçi hareketi içinde kendiliğindenliğin merkezîliği meselesini tartışmıştır.

Bu alenen çift anlamlı olan tutum, Luxemburg’un birçok öğrencisinin kafasını yıllarca karıştırmıştır. Bir taraftan Rosa, kapitalizmin çelişkilerinin onun ölümüyle sonuçlanacağı, bu sürecin en gelişkin olduğu dönemeçte işçilerin eyleme geçeceği üzerinde durur. Bu bakış açısının, sözkonusu amaç için inşa edilmiş örgütü konu dışı kılma ihtimali vardır. Diğer yandan Rosa, ilgili sürece müdahale edecek bir örgütün gerekli olduğuna da inanır. Kimi yorumcular, bu açık paradoksu onun politik ekonomisi ile eyleme dönük yazıları arasına ayrım koymak suretiyle çözerler. Başka yorumcular ise Rosa’nın politik gelişimindeki birbirinden ayrı momentlerle ilgili olduğunu söylerler.[3] Ancak genelde o, eleştirel bir üslup dâhilinde de olsa, devrimci sosyalist hareket tarafından kabul görmüş bir isimdir.[4] Zira onunla ilgili tüm bilgi, ne kadar takdire şayan olursa olsun, devrimci sosyalist perspektif açısından Rosa’nın “hata”larına dair belli bir kısmı ihtiva eder.

Bu “hatalar” kaderci bir tarih anlayışından türemektedirler. Yoldaşça yapılan dikkate değer sayıda eleştiri, onun partinin rolünü küçümsediği ve sosyalizm mücadelesinde işçilerin kendiliğinden faaliyetine aşırı önem atfettiği üzerinde durur.[5] Luxemburg’daki kadercilik, işçilerin kendiliğindenliğinin “ekonomik gelişmeye ait temel güçler”e dönük cevabı içinde ortaya çıkmaktadır. Sonuçta Rosa, sıklıkla ekonomist olmak ya da bugün genelde kullanıldığı biçimiyle, ekonomik indirgemecilik üzerinden eleştirilmiştir.

Ancak gene de Rosa daha cömert bir okumayı hak eder. Bu okuma, onun işçilerin kendiliğindenliğine ve kendiliğindenliğin yeniden düşünülmesine neden önem atfettiğine ilişkin bir görüşe ihtiyaç duyar. Rosa kendiliğindenliği, içinde yaşadığı nesnel koşullara yönelik cevabı içinde işçi sınıfının ortaya koyduğu bir inisiyatif olarak anlar.[6] Rosa’nın kendiliğindenliğe değer vermesinin nedeni, SPD liderliğinin verdiği değerden farklıdır. SPD liderliği, parlamenter güzergâhı giderek daha fazla önemserken, Rosa, işçilerin kendi inisiyatifini temel toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek yegâne araç olarak görmektedir.

Marx’ın yaklaşımını hatırlatan Rosa, işçilerin temsilcileri, müdafileri ve liderlerinin aksine, burjuva toplumunu kökten dönüştürecek gerekli failler olarak bizzat işçilere odaklanır. 1866’da Marx’ın kaleme aldığı Birinci Enternasyonal’in Geçici Kuralları aynı yönde ifadelere başvurmaktadır: “İşçi sınıfı kurtuluşa gene kendi elleriyle ulaşacaktır.”[7]

Marx’a göre işçilerin öz kurtuluşu ilkesi, sosyalist topluma giden yegâne gerçekçi rotadır. Sosyalist muhayyileden türeyen bir tasarından ziyade, sosyalist toplumun özgül biçimi ezilenlerin uzun soluklu mücadelesi üzerinden kurulacaktır. Marx, bu mücadele sürecine bağlı olarak sadece toplumun değil, ayrıca ezilenlerin de temel yollar dâhilinde dönüşeceğine inanır. Sonuç olarak Marx’a göre öz kurtuluş, kesinlikle sosyalizm anlayışının merkezini teşkil eder.

Kendiliğindenlik ve Bilinçli Kontrol

Bu bakış açısı, Rosa’nın işçilerin kendiliğindenliğine neden daha fazla değer atfettiğini açık biçimde izah etmektedir. İşçi sınıfının kendi kendine kurtulacağına ve hiçbir örgütün onun adına bu işi gerçekleştiremeyeceğine inanmak, işçilerin öz eylemliliğine değer yüklemek demektir. Peki o vakit sosyalist örgütün rolü nedir? Böylesi bir örgüt neye benzeyecektir? Luxemburg ve Lenin arasındaki tartışmaların merkezinde duran sorular bu türden sorulardır.

Luxemburg’un sosyal demokrasi eleştirilerinin önemli bir bölümüne iştirak eden Lenin de aynı şekilde işçi sınıfını kendi kurtarıcısı olarak görür. Lenin, işçilerin öz örgütlenmesine değer atfeder ve ilkin 1905’de St. Petersburg’da ortaya çıkan işçi konseylerinin (sovyetlerin) önemini kavrar. Lenin’in görüşleri zamanla değişir, Luxemburg’un teorileriyle temas kurdukça farklılık arz eder;[8] ancak her ikisi de kendiliğindenlik ve bilinçli kontrol arasındaki ilişki hususunda sıklıkla anlaşmazlığa düşer. Devlet baskısı altında Lenin, işçilerin öz kurtuluşu sürecini kolaylaştırma görevini üstlenen, sınıfın en sınıf bilinçli katmanından müteşekkil örgütü üzerinde durur.[9] Luxemburg ise böylesi bir örgütün kendiliğindenliği boğmak suretiyle fiiliyatta işçilerin öz kurtuluşuna bariyer teşkil edeceği noktasında uyarıda bulunur.[10]

Kimi teorisyenler, Lenin karşısında Luxemburg’un “kendiliğindenci” yaklaşımından yana saf tutarlarken, bazıları ise Luxemburg’un kaderciliğinden uzak durarak Lenin’in yöntemini desteklerler. Lukacs, kararlı bir tutumla, daha çok Lenin’in safındadır.[11] Lukacs, kapitalizmin kendisini demistifiye ettiğine ve işçi sınıfı bilincinin oluşumunu körüklediğine inanır. Ancak o, aynı zamanda kapitalizmin yeni mistifikasyon biçimleri ürettiği kanaatindedir; bu nedenle kendisi şeyleşme anlayışını geliştirmiştir. Lenin’in partisinin rolü, ona göre, sözkonusu bariyerleri aşma konusunda sınıfa yardımcı olmak ve bilincin oluşumuna katkı sunmaktır.[12] Bilinci düşüncelerin değil, eylemin ürünü olarak anlayan Lukacs, Lenin’in üyelerinin doğrudan faaliyetlerini talep eden eylemci parti yaklaşımını II. Enternasyonal partilerini ve Luxemburg’u aşan bir gelişme olarak kaydeder.[13] Lukacs’a göre Lenin’in partisi, tarih yapmak için tarihe müdahale etmenin bir yoluyken, Luxemburg’un işçilerin kendiliğinden eylemliliğine dönük inancı, sınıfın kendi öz gelişimini kaderci bir üslupla beklemeye götürür.

Peki ama asıl meselemiz bu mu? SPD ve KPD’deki kadercilikle Rosa’daki kaderciliği nasıl uzlaştırabiliriz? Görünüşe göre Lukacs’ın Luxemburg’u ekonomist olarak okuyuşunu asıl kısıtlayan şey, ondaki ekonomist kendiliğindenlik anlayışıdır.

Kendiliğindenliği Demistifiye Etmek - I:
Gramsci ve Hegemonya

Antonio Gramsci’nin çalışması, bu kendiliğindenlik anlayışının demistifiye edilmesine katkı sunacak bir çalışmadır. Hapishane Defterleri’nde Gramsci, “saf” kendiliğindenliğin tarihte mevcut olmadığını yazar: “saf” kendiliğindenlik, esasta “saf” mekaniklik demektir. “En kendiliğinden” harekette “bilinçli liderlik”e ilişkin unsurların kontrol edilmesi kolay değildir ve bunlar hiçbir vakit güvenilir belgeler bırakmazlar geriye. Bu sebeple kendiliğindenlik, “alt sınıfların tarihi”ne ait bir özelliktir.[14] Gramsci’ye göre, “alt” sınıflar tali sınıflardır ve bunlar marjinal konumları lehine, kendi bilinçli faaliyetlerine dair geride az sayıda iz bırakırlar. Bu bakış açısından bakıldığında kendiliğindenmiş gibi görünen olaylar, esasta onay almış resmî muhalefetten ziyade, tali toplumsal gruplarca örgütlenmiştir ve dolayısıyla bilinçli planlamanın yokluğuna dair bir izlenime yol açarlar. Ancak Gramsci bu eylemliliği romantize etmez, zira sözkonusu eylemlilik alt sınıflar içinden doğmuştur.[15] Alt sınıfların öz eylemlilik içine girme becerisine sahip olduklarını kabul eden Gramsci, bu eylemliliğin otomatik olarak devrimci ya da hatta ilerici olmadığını söylemiştir.

Bilinçli öz eylemlilik ve mücadelenin geliştirilmesiyle ilgilenen lider grubun bilinçli eylemliliği olarak yeniden formüle etse de bu anlayış, bizi gerisin geri kendiliğindenlik ile bilinçli kontrol arasındaki ilişki meselesine götürür. Gramsci dikkatini “eğiten”, “yönlendiren” ve kendilerine bilinçli liderlik bahşeden” kendiliğinden hareketler ve onlara yönelik dikkatli bir yükümlülük meselesine yöneltir.[16]

Ne var ki sorun, düşünceler savaşından daha karmaşık bir sorundur. David McNally’nin de yazdığı üzere, “Esasta politik mesele, basit manada hâkim sınıfa ait fikirlerin hegemonyasını söküp atmak değil, metanın kendi biçimi ile tanımlanmış bilinçaltı unsurlarını istikrarsızlaştırmaktır.”[17] Gramsci’nin analizi, ekonomik koşullar ardına saklanan otomatik reaksiyonları ifşa etme noktasında epey güçlüdür ve bu analiz kendiliğindenliğin kısmî bir muhasebesini bize sunar. Gramsci’nin tespitiyle, kendiliğinden eylemliliğin sıklıkla bilinçaltına dair bir sonuç olarak ortaya çıkmasının sebebi, bu eylemliliği örgütleyen grupların ikincil konumudur fakat Gramsci de kendiliğindenliğin gizemi ortadan kaldırılmamış olan, bilinçaltı ile ilgili yönüne hiç değinmez.

Kendiliğindenliği Demistifiye Etmek - II:
Benjamin ve Kolektif Bilinçaltı

Luxemburg’u Walter Benjamin üzerinden okumak, kendiliğindenliğin bilinçaltıyla ilgili yönünü demistifiye etmemizi sağlayacaktır. Gramsci’den istifade ederek, Luxemburg’un kendiliğindenlik anlayışı, ekonomist bir yola düşmeksizin, bilinçli öz eylemlilik anlamında, nesnel koşullara dönük işçi sınıfının cevabı içinde onun ortaya koyduğu bir teşebbüs olarak kavranabilir. Ancak Luxemburg’un kendiliğindenliği öz eylemliliği ihtiva ederken, bu öz eylemliliğe bütünüyle bilinçli planlama rehberlik etmez. Luxemburg, kendiliğinden ayaklanmada açık biçimde içerilen bilinçli gayreti kabul ederken, onun bu tarz olaylara dönük izahatı açık biçimde başka bir olguyu devreye sokar.

Onun 1905’te Rusya’yı sallayan genel grev dalgasına ilişkin değerlendirmesi örnek verilebilir. Konuyla ilgili olarak Luxemburg şunları yazmaktadır:

“Ocak’ta proletaryanın aniden ortaya çıkan ve St. Petersburg olaylarının güçlü itkisiyle gerçekleşen isyanı, dışa dönük olarak mutlakiyet rejimine karşı devrimci bir savaş ilân eden politik bir eylemdir. Ancak bu ilk genel doğrudan eylem, içe doğru olarak ilk kez sınıfsal duyguları ve sınıf bilincini milyonların içinde eletro-şok misali uyandırmıştır. […] milyonları bulan proleter kitle, kapitalizmin zincirleri altında boğuldukları onlarca yıl süresince sabırla tahammül gösterdikleri toplumsal ve ekonomik varoluşun hoş görülemez nitelikte olduğunu aniden ve keskin biçimde fark etmiştir. Bunun sonucunda sözkonusu zincirlerde kendiliğinden genel bir sarsıntı ve mücadele baş göstermiştir. Modern proletaryanın çektiği, haddi hesabı belirsiz olan tüm o ıstırap ona eski kanayan yaralarını hatırlatmıştır.”[18]

1905 genel grevine ilişkin bu oldukça zengin izah, kendiliğindenliğin ya da öz eylemliliğin ilgili olaylarda nasıl oluştuğunu ve Rosa'nın salt bilinçli planlamanın rehberliği ile yetinmediğini gösterir. “Eski kanayan yaralar”a ve “elektro-şok misali”, genel grevin yıldırımı ile uyanan sınıf bilincine ilişkin tahayyülü diğer süreçlere atıfta bulunmaktadır.

Luxemburg’un katlinden yıllar sonra Walter Benjamin, bu süreçlere ışık tutan bir bilinçaltı anlayışı geliştirir. Freud’un bilinç/bilinçaltı anlayışı ile Proust’un hafızayla alakalı fikirlerine başvuran Benjamin “kolektif bilinçaltı” kavramını üretir.

Benjamin’in 1939’da kaleme aldığı Baudelaire’deki Kimi Motifler Üzerine başlıklı makalesi Freud’un bilinç anlayışını incelemektedir. Freud’u takiben Benjamin, bilincin yalnızca uyarıcı almadığını, ayrıca kendisini potansiyel şok edici uyarıcılardan korumak amacıyla onları sözkonusu şoklara dair hafızayı bastıran anlatılar içinde absorbe ettiğini söyler. McNally meseleyi şu şekilde izah eder: “Başka bir deyişle bilinç, tehlikeli ve korkutucu dünyada kendisine bir güvenlik ve istikrar masalı uydurur”[19] Bilincin dünyayı kavramasına yardım eden anlatılar, bilinci bizi travmatik şoklardan koruyacak biçimde örgütler. Bu türden şoklar ilgili anlatılarca, en iyi hâliyle, görece başarılı bir biçimde savuşturulurlar ya da en kötü hâliyle, bilinçli olarak deneyimlenirler; ya da bunlar hafıza izleri olarak bilinçaltında iz bırakırlar.

Benjamin, bu hafıza izlerini Proust’un gönülsüz hafıza anlayışını kullanarak anlar. “Terimi takdim eden düşünce hususunda Proust, bize uzun yıllar fakirlik içindeki çocukluğunu geçirdiği Combray kasabasını hatırlatır. Bir öğleden sonra (ileride belirttiğine göre, sıkça) tattığı şekerli çöreğin tadının kendisini geçmişe götürdüğünü söyler.”[20] Benjamin, hafızada ani ışımalara yol açan bu türden deneyimleri bugünde bir şeylerce tetiklenmiş, bilinçaltına ait hafıza izleri olarak anlar. Bilinç, duyusal şoklara ilişkin hatıraları bastıran bir tür zırh olarak iş görürken, bilinçaltı, bu bastırılmış hatıraların iz ambarı olarak kullanılır.

Benjamin, burjuva toplum bağlamı içine oturtmak suretiyle, Freud’un bilinç/bilinçaltı anlayışını şeyleşmeden kurtarır. Ona göre, kapitalizm koşullarında hayat, şokların ivmelenmesiyle bilincin giderek daha fazla korumacı oluşuna tanıklık etmektedir. “Özel kimi izlenimlerde şok etmenin payının artışı ile daha fazla sabit olan bilinç, uyarıcılara karşı iş gören bir tür sahne olarak daha fazla tetikte durmalıdır; ne kadar etkin olursa, sözkonusu izlenimler deneyime o kadar az duhul eder.”[21] Kapitalizm koşullarında hayat giderek daha fazla şoka maruz kalır, bu da bilincin zırh olma niteliğini geliştirir. Susan Buck-Morss’a göre “Estetik sistem, diyalektik bir terse dönüşe maruz kalır. İnsanî duyu merkezi gerçekle “temas” hâlinden gerçeği bloke eden bir tür araca dönüşür. Estetik -duyusal algı- estetik olmayandır, hislerin hissizleşmesidir artık.”[22]

Sonrasında Benjamin, bilinç/bilinçaltı anlayışını toplumsal bir olgu etrafında ele alarak Freud’dan uzaklaşır.[23] Uyarıcıları alan ve şok hatıralarını bastıran anlatılar paylaşılmaktadır; onlar, bireylerin içinde ikamet ettiği toplumsal dünyanın birer parçasıdırlar. Kolektif bilinçaltı, bu sebeple uyarıcılar için bir hazne olduğu kadar, potansiyel olarak zarar verici uyarıcılara karşı bir tür zırhtır da. Bu zırh bu türden deneyimlere ait hatıraları bastırır. Aynı zamanda kolektif bilinçaltı, bu bastırılmış hatıralara ait izleri ihtiva eder. Böylesi görüşler deneyimin tüm yönlerini aydınlatarak bizlere kendiliğindenliğin bilinçaltına ilişkin yönünü demistifiye etme noktasında katkıda bulunurlar. Böylelikle nesnel koşullara dönük açık refleks tepkilerin kökeninde tarihsel deneyimin yattığı görülmeye başlar. Benjamin, Luxemburg’un Spartakist Birliği’ne (SPD içindeki sol gruba) övgüler düzmüştür. Örgüt, sonrasında SPD’den ayrışıp komünist partiyi meydana getirmiştir. Benjamin’e göre, kendi dönemindeki sosyal demokratların aksine birlik, geçmişin adaletsizliklerini unutmak yerine, geçmişin korkuları ile yüzleşmeyi bilmiş ve geleceğe ilişkin vaatlere odaklanmıştır.[24] Parlak fikirlerle yüklü Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’de Benjamin şunları yazar:

“Tarihsel bilginin emanetçisi, insan ya da mücadele eden insanlar değil, mazlum sınıfın bizatihi kendisidir. Marx’ta mazlum sınıf, haksızlığa uğramış nesiller adına kurtuluş görevini ifa edecek intikamcı ve en son köleleştirilmiş sınıf olarak ortaya çıkar. En özlü yeniden dirilişini Spartakist grupta gerçekleştirmiş olan bu inanç, Sosyal Demokratlara daima sakıncalı görünmüştür. […] Sosyal Demokrasi, işçi sınıfına gelecek nesillere kurtarıcı Mesih rolünü bahşetmeyi düşünmüş, bu yolla sınıfı en büyük güç kılan sinirleri bir bir kesmiştir. Bu çalışma, işçi sınıfına kurtulmuş torunların hayâlinden ziyade, köleleştirilmiş atalarının hayâlince beslenen nefretini ve feda ruhunu unutturmuştur.”[25]

Geçmişe yönelmek bilinç oluşumunda tarihin rolüne ışık tutar. Luxemburg’a benzer yollardan kimi vurgularda bulunan Benjamin, katı biçimde aklî olmayan motive edici etmenlere odaklanır. Luxemburg’da bu olguyu kavrayacak dil yoksa da o, işçilerin mücadele süreci içinde ani bir uyanış deneyimlediğini söyler. Benjamin’in tarihin kolektif bir travma olduğu anlayışının ışığında, bu uyanışın ardındaki mantık anlaşılmaya başlanabilir.

Kendiliğindenliği Tarih Düzleminde Anlamak

Gramsci ve Benjamin’e başvurmak suretiyle kendiliğindenliğin demistifiye edilmesine dönük bu gayretin ışığında ekonomik indirgemecilik dâhil, kendiliğindenliğe ilişkin çeşitli mistik anlayışların ötesine geçilebilir.

Kendiliğindenlik, bir yandan kapitalizmin çelişkilerinin gelişim sürecine dönük az çok otomatik bir cevap, ayrıca daha çok bilinçli bir öz eylemlilik ama öte yandan da kolektif mücadele ânında bastırılmış kolektif travmanın dönüşü olarak ortaya çıkar.

Bırakalım kaderciliği, esasen Luxemburg, bilinç oluşumuna dair net bir tarihsel fikir sunmaktadır. Marx, insanların kendi seçmedikleri koşullar altında tarih yaptıkları hususunu ısrarla dile getirir. Ona göre, salt basit anlamda ekonomik olmayan bu koşullar, “yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöken tüm ölü nesillerin geleneği” tarafından biçimlendirilir.”[26] Benjamin’se bu kâbusun kolektif travmanın bastırılmış hatıralarınca biçimlendirildiğini düşünmektedir.

Ekonomik bir boyuta sahip ancak öte yandan salt ekonomiye de indirgenemeyecek olan bu kâbus, mücadelenin işlediği araziyi biçimlendirir. Bu bastırılmış hatıralar, düzenli olarak burjuva toplumunu koruma yönünde harekete geçirilirler; ancak Benjamin, sözkonusu enerjinin burjuva toplumunun dönüştürülmesi noktasında da devreye sokulabileceğine inanır; esasında o, bu enerjiyi dönüşümün gerçek kaynağı olarak görmektedir. Kolektif bilinçaltına dönük bu anlayış, Luxemburg’un 1905 grevlerindeki kendiliğindenliğe dair değerlendirmesiyle kıyaslanabilir.

Sonuçlar

Bu bakış açısı üzerinden kendiliğindenlik artık yeni bir önem kazanmaktadır. Sınıf bilincine ilişkin önceden kavranılmış bir anlayışa doğru yönlendirilecek, eğitilecek, kanalize edilecek vb. bir güçten ziyade[27], o artık uyandırılması gereken sınıf bilincinin gerçek kaynağı olarak görülür.[28] Sonuçta kendiliğindenliğe dönük sosyalist bir yönelim, bu uyanışa odaklanmış bir yaklaşıma ihtiyaç duyar.

Pratikte bu uyanışın neleri içerdiği kısa sürede idrak edilemez. Ama gene de şurası açıktır: sınıf bilinci “dışarıdan” getirilir, gelgelelim bu bilinç, ezilenlerin kolektif bilinçaltından neşet eder. Devrim süreci ile eşanlamlı olan bu uyanış mücadele süreci içinde gerçekleşir. Fakat bu süreç otomatik olarak meydana gelmez. Bu kaçınılmaz gerçek, Luxemburg’un kendiliğindenliğe odaklanmasına karşın neden örgüte ihtiyaç duyduğunu izah etmektedir.

Sosyalistlerin ve sosyalist örgütün rolüne geri dönersek; ileride yapılacak ayrıntılı incelemelere muhtaç olan şu genel sonuçlara ulaşmak mümkündür. Kapitalizmin kendisini demistifiye ettiğini ve Lenin’in aşılması için partiyi gerekli gördüğü yeni mistifikasyon biçimleri ürettiğini söylerken Lukacs, kesinlikle haklıdır. Ancak bu mistifikasyon biçimlerine ek olarak kapitalizm, uyanışın karşısına, Lukacs ve Lenin’in dikkate almadığı, kimi bariyerler diken çok yönlü bir ehliyetsizleştirme[29] sürecini de ihtiva eder. Sonuç olarak sosyalist örgütün rolü, bir yandan Lenin’in inancına nazaran (ve Luxemburg’un da tartıştığı ölçüde[30]) daha sınırlıdır, ama öte yandan da o, (kendiliğindenliği fetişize eden) “kendiliğindenciler”in inancına kıyasla, daha fazla zaruridir. Sosyalist örgüt, sadece şeyleşme sorununun üstesinden gelmeye değil, ayrıca uyanışı bloke eden tüm süreçleri alt etmeye de mecburdur. Bu, sözkonusu süreçlerin analizine ve Lenin’in pratik düzeyde ilgili analizin tanımladığı bariyerleri alt etmek için gerekli gördüğü örgüt yaklaşımına yönelik dikkatli bir yeniden düşünme pratiğine ihtiyaç duyan oldukça zor bir iştir.

Alex Levant
Mayıs 2006
Kaynak

Dipnotlar
[1] Örneğin bkz.: Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Globalization from Below: The Power of Solidarity.

[2] Bkz.: Panitch ve Kagarlitsky: “Ulus-devletler, küreselleşmenin kurbanları değil, küreselleşmenin yazarlarıdır. Devletler, küreselleşmiş olan sermaye tarafından yerlerinden sökülmedi, onlar, esasta tüm mali sermayenin üzerinde, küreselleşmiş sermayeyi temsil ediyorlar. Bu, küreselleşmeye meydan okumak için elverişli her türlü stratejinin yurttan başlaması gerektiği anlamına geliyor, çünkü kesin olan şu ki ulus-devletler küreselleşmenin fiilîleşmesinde kilit rol oynuyorlar.” (Panitch 2001: s. 375) Aynı şekilde Boris Kagarlitsky de şunları yazıyor: “Tüm uluslararası kurumlar ulusal devletlerin devamlılığını temsil ederler, onlara yaslanırlar ve onlarsız asla muktedir değildirler.” (Kagarlitsky 2000: s. 16)

[3] Bkz.: Norman Geras, The Legacy of Rosa Luxemburg.

[4] Örneğin bkz.: Lukacs, Molyneux ve Waters.

[5] Örneğin Lukacs şunları söyler: “Hakikî yönlendirici güçlerin yanlış değerlendirmesi, Luxemburg’un yanlış yorumundaki en önemli noktadır: o, ekonomik gelişmenin aslî güçleri yanında sürüklenmeye karşı durmak adına devrimde partiye ve bilinçli politik eyleme gerekli önemi vermez.” (Lukacs, “Critical Observations on Rosa Luxemburg’s ‘Critique of the Russian Revolution,’” History and Class Consciousness içinde, s. 275).

[6] Bu formül üzerinden Luxemburg kaderci olarak görülebilir; ancak aşağıda izah etmeye çalıştığım üzere, mesele bu olmamalıdır.

[7] Karl Marx, The First International and After, s. 82.

[8] Bkz.: Marcel Liebman, Leninism Under Lenin.

[9] Lenin, What is to be done?

[10] Luxemburg, “Organizational Question of Social Democracy”, Rosa Luxemburg Speaks içinde, s. 169.

[11] Bkz.: Lukacs, History and Class Consciousness.

[12] “Komünist Parti’nin mücadelesi proletaryanın sınıf bilincine odaklanır. Onun sınıftan örgütsel anlamda ayrışması, bu açıdan, onun sınıf adına ve sınıfın yerine savaşmayı arzuladığı anlamına gelmez. […] Devrim süreci -tarihsel ölçekte- proleter sınıf bilincinin gelişim süreci ile eşanlamlıdır.” (Lukacs, History and Class Consciousness, s. 315).

[13] 1903’te RSDİP’in II. Kongre’sinde Lenin ve Martov arasında hüküm süren ve sonrasında Bolşeviklerle Menşevikler arasında kopuşmaya yol açacak olan tartışmanın merkezinde parti saflarındaki üyelerin rolü meselesi yatmaktadır. Lenin üyelerin kişisel faal katılımını öngörür. Bu, salt parti programının desteklenmesi biçiminde cereyan eden pasif bir üyelik ilişkisinin geçerli olduğu II. Enternasyonal partilerinin geleneksel yaklaşımından kopuşu ifade eder. Pasif ilişki modeli Martov’un önerisidir.

Lenin’in yaklaşımı, II. Enternasyonal’in yukarıdan sosyalizm yaklaşımına uygun olarak, işçiler adına iktidarı almak amacıyla parti örgütünü yapılandırma gayreti değil, Marx’ın da tespit ettiği üzere, işçilerin kendilerini yönetme becerisini edinme sürecine katkıda bulunma amacına dönük bir adımdır. Lukacs konuyla ilgili şunları yazar: “Her Komünist Parti her burjuva partiye ya da oportünist işçi partisine (Menşevik) göre daha yüksek bir örgütlenme tarzını temsil eder ve bu, tekil üyelere parti tarafından getirilmiş görece daha büyük talepler şahsında kendisini gösterir. Sözkonusu anlayış kendisini açık biçimde ta Rus Sosyal Demokrasisi içindeki ilk kopuşta ele verir. Menşeviklere (ve aslen her türlü burjuva partisine göre parti programının basit anlamda kabulü üyeliğin vasfı açısından kâfidir, ancak Bolşevikler için parti üyeliği devrim çalışması içinde aktif kişisel katılım ile eşanlamlıdır.”(Lukacs, History and Class Consciousness, s. 316).

[14] Gramsci, Prison Notebooks, s. 196.

[15] Esasında Gramsci, bu türden bir faaliyete sıklıkla onu verili toplumsal ilişkileri muhafaza edecek yönde maniple etmek isteyen hâkim sınıfların gerici hareketlerinin eşlik edeceği hususunda uyarıda bulunur.

[16] A.g.e., s. 199.

[17] McNally, Bodies of Meaning, s. 232.

[18] Luxemburg, “The Mass Strike, Political Party, and Trade Unions”, Rosa Luxemburg Speaks içinde, s. 171-2.

[19] McNally, Bodies of Meaning, s. 214.

[20] Benjamin, “On Some Motifs in Baudelaire,” Illuminations, s. 158.

[21] Benjamin, “On Some Motifs in Baudelaire,” Illuminations, s. 163.

[22] Buck-Morss, Dreamworld and Catastrophe, s. 104.

[23] Bu yaklaşım “bilinç […] ta başlangıcından beri toplumsal bir üründür” noktasında ısrarcı olan marksist gelenek ile tutarlıdır. (Marx ve Engels, The German Ideology, s. 51).

[24] “Bugün ebedî bir şimdinin içine gömülmüş olan sosyal demokratlar, sadece geçmişi değil, geleceğe ilişkin vaatleri de unutmuşlardır.”

[25] Benjamin, “Theses on the Philosophy of History,” Illuminations, s. 260.

[26] Marx, The 18th Brumaire of Louis Bonaparte, s. 15.

[27] Lukacs’ta önceden kavranmış olan bu sınıf bilinci anlayışı “atfedilmiş” bir sınıf bilinci olarak ortaya çıkar. Bkz.: “Class Consciousness”, History and Class Consciousness içinde, s. 46-82.

[28] Buck-Morss, Benjamin’in kolektif bilinci, “bir hayâl dünyası ve devrimci sınıf bilinci ile eşanlamda, bu hayâl dünyasından bir tür kolektif ‘uyanış’ olarak” gördüğünü söyler. (Buck-Morss, Dialectics of Seeing, s. 253).

[29] Burada sadece üretim sürecinin parçalanması sonucu oluşan ehliyetsizleşmeden değil, ayrıca burjuva toplumda ortaya koyduğumuz deneyimlerin kolektif öz eylemlilik kapasitelerimize zarar verdiği noktada açığa çıkan politik ehliyetsizleşmeden de söz ediyorum. Bkz.: Kuhling ve Levant, “Political Deskilling/ Reskilling: Flying Squads and the Crisis of Working Class Consciousness/Self-Organization” (Clarice Kuhling ile birlikte), Yayına Hz.: Caelie Frampton, Gary Kinsman, Andrew Thompson, Kate Tilleczek, Sociology for Changing the World: Social Movements/Social Research içinde (Fernwood Yayımcılık, 2006).

[30] Hatta burada asıl sınırlayan şey, mücadele alanıyla ilgili ekonomist anlayıştır; Lenin söz konusu sınırlılığı, parti çalışmalarına katılımı yerine getirilmesi gereken bir talep hâline sokmak suretiyle telafi etmeye çalışmıştır. Luxemburg ise Lenin’in bu yaklaşımını öznelci ve iradeci olmakla eleştirmiş, Lenin’in “devrimle bir okul müdürü gibi” oynamakta olduğunu iddia etmiştir. Buna karşılık kendisinin geliştirdiği yaklaşımsa öncüye nispeten daha az müdahale yetkisi bahşetmekte, mücadele alanının sınırlarını salt ekonomik değil tarihsel olgular olarak ortaya koymaktadır.