16 Mayıs 2024

,

Kendini Güvende Hissedememek


Biraz önce kanlar içerisinde, korku dolu gözlerle etrafa bakan bir çocuğun son nefesini verişini izledim. Başının altı kan gölüne dönmüştü. Ölümün örtüsü sardı gözlerini. Burası Refah. Şuan Refah’ta yaşananların özeti bu.

Buna karşın, etrafta kampüslerde kurulan kamplar yüzünden “kendilerini güvende hissedemediklerini” söyleyen insanlara rastlıyorum. Beyefendiler ve hanımefendiler, birileri soykırımı protesto ediyor diye kendilerini “güvende” hissedemiyorlarmış.

İnsan, bu durumda güvensizlik denilen şeyin anlamını sorguluyor. Yerinden yurdundan edilmiş olmaktan, açlıktan ölmekten, sürekli bombalara maruz kalmaktan, kurşunlarla delik deşik edilmekten veya diri diri toprağa gömülmekten daha güvensiz bir şey var mı?

Sonra aklıma, Gazze’de tüm üniversitelerin yok edildiği gerçeği geliyor. Şehirde tüm profesörlerin katledildiği gerçeğini anımsıyorum sonra. O okullara bir vakitler giden öğrenciler, şimdi ne kadar güvende?

Hastane bahçelerinde bulunan toplu mezarları anımsıyorum. Elleri-kolları bileklerinden kablolarla bağlanmış cesetler, sondalar, cerrahi önlükleri bulunuyor çamurun ve çöplerin içinde. Çocukların, ihtiyar insanların, hastaların, bir ara bu insanlara yardım etmiş sağlık çalışanlarının cesetleri bunlar.

İnsan hakları alanında çalışmışsanız, “toplu mezar” ifadesinin yol açtığı korkuyu bilirsiniz. Toplu mezar, yapılmış olan zulmü en iyi anlatan simgelerden biridir.

Birileri hiç vakit kaybetmeden, bize “savaşın gerçekliği”ni anımsatıp duruyor. Peki ama bu, gerçekten bir savaş mı? Bir tarafın suyu, elektriği bu kadar kolay kesebildiği, gıda akışını ve ilâç yüklü gemileri dilediğinde bu denli rahat durdurabildiği başka bir savaş anımsamıyorum ben. Bu bir savaşsa diğer tarafın askerleri nerede, merak ediyorum. Çünkü bu savaş denilen şeyin diğer tarafının elinde ne bir askere ne bir tanka, ne drona ne destroyere ne de savaş uçağına rastlayabildim. Benim tek gördüğüm, çocuklar, yaşlılar, hastalar ve açlıktan ölen insanlar.

Asker görmedim değil. Bu “çatışma” denilen sürecin bir tarafının askerleri var. Bu askerler durmadan videolar yayınlıyorlar. O videolarda görüldüğü kadarıyla bu askerler, çocukların oyuncaklarını ayaklarıyla ezip parçalıyorlar, insanların mutfaklarına def-i hacet ediyorlar, kadınların iç çamaşırlarını üzerlerine geçirip ortalıkta dolaşıyorlar. Bu askerler, bombalarla harap edilmiş binaların enkazı üzerinde birbirlerine evlilik teklifleri yapıyorlar, podcast yayınları gerçekleştiriyorlar. İnsanların mücevherlerini, kıyafetlerini ve paralarını yağmalıyorlar. Beyaz bayrak tutan insanlara veya masum hâliyle bir yolda karşıdan karşıya geçen insanlara ateş açıyorlar.

Medya, ekranlara çıkan uzmanlar ve siyasetçiler, hangi politik görüşten olursa olsun, hiç vakit kaybetmeden, öğrenci eylemlerini kötülediler. Bu kişiler, sürekli bu eylemlerin insanların kendilerini güvende hissedememelerine neden olduğundan bahsediyorlar. Bize durmadan, her şeyin 7 Ekim’de başladığını söylüyorlar. Her fırsatta “bu, misilleme amaçlı bir savaş” diyorlar.

Tamam, diyelim ki 7 Ekim’de korkunç şeyler oldu. Ama bu kişiler, nedense 7 Ekim’den önce seksen yıl boyunca yaşananlardan hiç bahsetmiyorlar. Irk ayrımcılığına, insanların zorla yerlerinden yurtlarından edilmiş olduğuna, gece baskınlarına, çocukların uzun süreler gözaltında tutulduğu gerçeğine, evlerin yıkıldığına, yerleşimcilerin gerçekleştirdikleri saldırılara ve hayatı felç eden ablukaya dair tek laf etmiyorlar. Bu saydığımız şeyler de birilerinin kendilerini sürekli güvende hissedememesine yol açmış olabilir mi?

Refah’a saldırı başladı. Açlık çeken, hastalıklarla uğraşan, yerinden yurdundan edilmiş milyonlarca sivilin gidecek bir yeri yok. Bunca tehlike karşısında bazı uzmanlar, siyasetçiler ve medya temsilcileri, çıkıp okullarının bu zulme sundukları desteğe son vermesini isteyen öğrencileri kötülemeye çalışıyor. Bu talepler yüzünden kendilerini güvende hissedemeyen insanlar için üzülüp ellerini ovuşturuyorlar.

O sedyenin üzerinde ölen küçük çocuğu aklımdan çıkaramıyorum. O çocuğun, bazı kampüslerde barışçıl yürütülen eylemler yüzünden kendilerini güvende hissedemediğini söyleyen insanların yerinde olmayı canı gönülden isteyeceğinden adım gibi eminim.

Kenn Orphan
13 Mayıs 2024
Kaynak

15 Mayıs 2024

,

Sosyalist Siyonizm ve Nekbe

Enternasyonalist sosyalizmi ve halkların kardeşliğini savunan bir ideolojinin Siyonizmin yerleşimci-sömürgeci projesiyle uzlaşması mümkün mü?

Kudüs İbrani Üniversitesi’nde sosyoloji ve antropoloji bölümlerinde yardımcı doçent olarak çalışan Arij Sabah Huri’nin Colonizing Palestine: The Zionist Left and the Making of the Palestinian Nakba [“Filistin’in Sömürgeleştirilmesi: Siyonist Sol ve Filistin Nekbe’sini Oluşumu”] ismini taşıyan kitabın üzerinde durduğu sorulardan biri bu.

Sabbah Huri çalışmasında, Sosyalist Siyonist hareket Haşomer Hatzair’in kurduğu üç kibbutzla Cenin’in kuzeyinde, Hayfa’nın güneyinde bulunan Cezril Vadisi’ndeki komşu köylerde yaşayan Filistinli halk arasındaki ilişkilere odaklanıyor.

Haşomer Hatzair, [“Genç Muhafız”] 1913 yılında, bugün Polonya ve Ukrayna’yı kapsayan ve Galiçya olarak bilinen bölgede kuruldu. Örgüt, sonrasında 1943’te Nazilere karşı gerçekleştirilen Varşova Gettosu Ayaklanması’nda önemli bir rol oynadı.

İngiliz mandası olduğu dönemde Filistin’de Siyonist yerleşimciler ve yereldeki halk (ki bu halkın önemli bir kısmı Arap’tı, ama aynı zamanda nesiller boyu bu bölgede yaşayan Türkmen azınlığı da içeriyordu) birlikte yaşıyorlardı. Arapların Marc İbn Amir olarak bildiği bereketli Cezril Vadisi’nin batı yakasında iki kesim, yirmi yılı aşkın bir zamandır gerilimli bir ilişkiye sahipti.

1948’de, İsrail kurulmazdan evvel varolan Yahudilerin en önemli askeri örgütlerinden biri olan Hagana köylüleri bölgeden tümüyle kovdu. Kibbutzlar, boşalan topraklara el koydular.

Mişmar HaEmek kibbutzunun kurulmasıyla birlikte Haşomer Hatzair, 1926’da Cezril Vadisi’nde önemli bir zemine kavuştu. Sabbah Huri, bu ilk dönemi tarif ederken sosyalist Siyonist hareketin varlık alanını genişletmesinden söz ediyor. Söz konusu hareket, 1935 ve 1937’de iki yeni kibbutz daha kuruyor. Sabbah Huri, bu pratiği “satın almacı sömürgecilik” olarak tanımlıyor.

Zira bu süreçte Yahudi Ulusal Fonu ve Filistin Arazi Geliştirme Şirketi gibi kurumlar toprak satın alıyorlar. Bu satın alma pratiği, hem ekonomik hem de politik boyutlara sahip.

İsrailli sosyolog Baruh Kimmerling’in tespitiyle, Siyonist hareket, arazinin fiyatının arz-talep kanunları uyarınca belirlenmesini istiyordu. “Toprak, Yahudilerin eline geçince aynı toprak, salt ekonomik bir anlama sahip olmanın ötesinde, ulusal bir anlam ve öneme sahip bir olgu hâline geliyordu.”

Haşomer Hatzair, elindeki arazileri iki faktör üzerinden genişletti. İlki, ülkede toprak mülkiyetinin İngiliz Mandası tarafından özelleştirilmesiydi.

Bunun sonucunda önceden Osmanlı hükümetine ait olan toprak, satın alıma elverişli hâle geldi. Arazilerin önemli bir kısmını Siyonist örgütler satın aldılar.

İkinci faktörse Cezril Vadisi’ndeki arazilerin büyük bir kısmının orada yaşamayan Lübnanlı ve Suriyeli toprak sahiplerine ait olmasıydı. Bu toprak sahipleri, arazilerini Siyonist kurumlara satmaya razı oldular ve köylülerin yüzleşecekleri sonuçlarla pek ilgilenmediler.

Araziler satıldığı vakit önceden toprak sahipleriyle sözleşme imzalamış birkaç çiftlik emekçisi tazminat alsa da köylülerin büyük bir kısmı, çalıştıkları ve onlarca yıldır yaşadıkları arazilerden kopartıldı.

Kitabı için yaptığı araştırma dâhilinde Sabbah Huri, Haşomer Hatzair’in kurduğu üç kibbutzun arşivlerini derinlemesine incelemiş.

Yereldeki halkın aktarımlarına nazaran olayları ve gelişmeleri daha iyi aktaran yazılı kayıtları inceleyen yazar, iki grup arasındaki ilişkilerden bahsediyor.

Kibbutzlarda bulunan birincil kaynaklar bize, yerleşimcilerin köylülerin arazilerini kaybettiklerinde geliştirdikleri direnişi nasıl algıladıklarına dair çok şey söylüyor.

Sabbah Huri’nin aktarımına göre, “yerleşimciler, köylülerin ulusal liderlerin baskılarına direniş geliştirdiklerini, mülksüzleşmenin yol açtığı rahatsızlıkla direnişin bir ilişkisinin bulunmadığını düşünüyorlar.”

Topraksızlaşan köylüler, 1936-1939 arası dönemde cereyan eden Büyük Arap İsyanı’nda önemli bir rol oynadılar. Buna karşın, sosyalist Siyonist bir örgüt olarak Haşomer Hatzair üyesi yerleşimciler, devrimci köylülerin özne olamadıklarını, bir şeyleri değiştirecek kudret ve yetenekten yoksun olduklarını, bu anlamda, yereldeki elitlerin kuklaları olarak hareket ettiklerini düşündüler.

Filistinlilerin toprakları onların elinden alındı, gasp edildi. Bunun neticesinde yerleşimcilerle yereldeki topluluklar arasında çatışmalar yaşandı. Haşomer Hatzair üyesi yerleşimcilerin araziye yeni sınır tayin ederken veya aynı yerleşimciler meyve ağaçlarından meyve toplarken silâhlı çatışmalara tanık olundu.

Filistin Mandası’nda iki cemaat arasındaki gerilimin dozu düştüğü nadir durumlarda çocuklar birlikte oyunlar oynuyor, ticari ilişkiler kuruluyor, tarım konusunda iki taraf birbirlerine tavsiyeler veriyordu.

Bu ilişkiler, gene de Filistin’de Siyonist yerleşimci-sömürgecilik projesinin etkinlik alanını genişletmeye yönelik çabaların damgasını vurduğu geniş bir çerçeve içerisinde kuruluyordu. Sabbah Huri’nin ifadesiyle, kibutzlardan alınan belgelerden görebildiğimiz kadarıyla, bazı yerleşimciler Arapça dersleri alıyor, yerele ait gelenekleri öğreniyor, civar köylerle ilişkiler kuruyorlardı.

Kırkların başında bu temaslar ve temasların dayandığı istihbarat boyutu, önemli bir yere sahip oldu ve zamanla bu kurulan ilişkiler, “1948 savaşında stratejik gücün oluşmasında önemli bir unsur olarak iş gördüler.”

Mişar HaEmek kibbutzunun üyesi bir yerleşimci, onlarca yıl sonra şunu söylüyordu: “Araplarla ilişki kurma konusunda uzmanlaşmış bir grup kibbutz üyesi, 1945’te orada kurduğu uzun soluklu ilişkilere güvenerek, bir Arap köyünü ziyaret etmek istedi ama köylüler kendisini pek hoş karşılamadılar.”

Yerleşimcilerin amacı, köyün bulunduğu yerin, Hagana denilen terör örgütünün işine yarayacak bir haritasını çıkartmaktı. Arapça eğitimi ve yerel halkın geleneklerinin öğrenilmesi meseleleri dikkate alındığında, insanın aklına Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabındaki şu tezi geliyor: “Doğu’ya dair bilgi, salt düşünsel bir girişim değil, ayrıca hâkimiyet için kullanılacak bir araçtır.”

Haşomer Hatzair, Siyonist hareket içerisindeki radikal sol eğilimi temsil ediyordu. Örgüt, İsrail kurulduktan sonra bile tarihî Filistin’de çifte milliyetçilik fikrini savundu.

Komşu köylerle ilişkiler kurmak suretiyle Haşomer Hatzamir, diğer Siyonist yerleşimci örgütlerin önemli bir kısmından ayrışıyordu. Yerleşimciler, çoğunlukla yereldeki Filistin halkının mülksüzleştirilmesi konusunda çelişkili duygu ve düşünceler dillendiriyorlardı.

Ebu Zureyk köyünde Hagana, 1948 yılında on köylüyü öldürdü, köylüler geri dönmesin diye tüm evleri yıktı. Ebu Zureyk köyünün yakınında olan ve Haşomer Hatzair örgütünün yönettiği Hazorea kibbutzunda bir öğretmen, köyde yaşanan olaylar konusunda şunları söylüyordu: “O köyden kurtulduğumuza çok sevinmiştim, ama bir yandan da cinayetlere ve savaşa da tüm kalbimle karşıydım.”

Sabbah Huri, çalışmasında bu aleni çelişkiyi gayet güzel özetliyor. Bir yerde Haşomer Hatzair örgütüne mensup yerleşimcilerin “yerleşimci sömürgeciliğin sunduğu maddi imtiyazlara yönelik ilgisizliğin eşlik ettiği, insana yardımı öne çıkartan bir dünya görüşüne sahip” olduklarını söylüyor.

Ama burada yazarın “Haşomer Hatzair, kapitalizmin yerleşimci sömürgeciliğe destek sunan toplumsal sistem olmadığını kanıtlıyor” iddiasının doğru olmadığını söyleyelim.

Oysa yazar, yerleşimcilerin akrabalarının ve yabancı sermayenin geldiği diğer kaynakların birikmesini sağladığı paralar sayesinde Haşomer Hatzair’in Filistin’de ilk arazileri satın alabildiğini söylüyor. Filistinli köylüler ve Haşomer Hatzair, sermayeye ulaşma konusunda eşit imkânlara sahip değillerdi. Bu eşitsizlik, sürecin sosyalist Siyonist hareket lehine işlemesini sağladı.

Sabbah Huri, “sosyalist ideoloji yerleşimci sömürgecilikle uzlaştırılabilir mi?” sorusunu soruyor. Bu soruyla bağlantılı olarak, bir yerde “sol sosyalist değerler, 1948 öncesinde ve Nekbe süresince Filistinlilere ait köylerin boşaltılmasına yönelik tek bir protesto eylemini bile tetiklemedi” diyor.

Yazarın yalın bir dille aktardığı, yerleşimci sömürgecilikle dayanışmacı sosyalizm arasındaki gerilim, 1926’da ilk Haşomer Hatzair kibbutzunun kurulduğu günden itibaren onlarca yıl daha da derinleşiyor. 1948’deki Nekbe sonrası sosyalist Siyonist yerleşimci hareketi içerisinde yerleşimci sömürgecilik, dayanışmacı sosyalizme galebe çalıyor.

Marc Martorell Junyent
18 Ekim 2023
Kaynak

14 Mayıs 2024

,

Solda Sınıf İndirgemeciliği


Sınıf mücadelesinin o eski hâlinden eser yok. Yeni yeni canlanan Amerikan solunda kimileri, kültür savaşı yerine sınıf savaşı yürütülmesi çağrısı yapıyorlar ve son yıllarda kimlikçi düşünce ile eylemin geliştirdiği itirazlara dair görüşler geliştiriyorlar.[1]

Kültür karşıtlığıyla malul altmışlardan beri örgütlü sol ve örgütlü emek, çoğunlukla “sınıf özcüsü” olarak tasvir edildi ve bu hâliyle ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi toplumsal farklılaşma hatlarını temel alan zulüm biçimlerini kavrayacak donanımdan yoksun bir eğilim şeklinde değerlendirildi.[2]

Wall Street’i İşgal Et eylemlerini takip eden yıllarda Siyahların Hayatı Önemlidir, Ben de Hareketi, yerel mücadeleler için açılan sosyal medya etiketi merkezli eylemler, silâhlanma karşıtı eylemler ve ekolojiye dair faaliyetler belirli başarılar elde ettiler. Bu başarıların yapısal ve sistemsel zulmün yol açtığı meseleleri ele almadan mevcut toplumsal koşullara dair bir Marksist analizin ortaya konulamayacağını, ayrıca tutarlı bir ajanda olmaksızın sosyalistlerin faaliyet yürütemeyeceğini ortaya koyduğu iddia edildi.[3]

Kesişimselliğin, sömürgelikten kurtuluşun, eleştirel ırk teorisinin ve Afrika pesimizminin konuştuğu alanda artık Marksist sınıf analizi, sınırlı ve sorunlu bir siyaset olarak görülüyor. Kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihini anlamamızı sağlayacak doğru perspektife yoğunlaşmak yerine Marksizmin tüm faaliyeti “sınıfçılık” eleştirisi üzerinden ele alınıp daraltılıyor, onun emekçi yoksulların duygularına saygı göstermesi gerektiği üzerinde duruluyor.

Seksenlerde neokonservatif yeni sağa karşı yürütülen kültür savaşlarını büyük ölçüde ilerici liberaller ve yeni solun kalıntıları verdi. Buna karşılık, 2012-2022 döneminde cereyan eden “duyar” savaşları, Arap Baharı ve Wall Street’i İşgal Et eylemlerine yol açan neoliberal tasarruf tedbirleriyle geçen onlarca yıldan sonra, dünya genelinde gelişen alternatif ve toplumsal hareketlerin nispi başarısını müteakip cereyan eden bir gelişmeydi.

Jeremy Corbyn ve Bernie Sanders’ın seçim kampanyaları ile birlikte hareket eden yeni nesil eylemcilerde sosyalizme ve komünizme yönelik yeni bir ilgi ortaya çıkmış olmasına karşın, postmodern teori, söylem teorisi ve postyapısalcı toplumsal inşacılık üzerinden gelişen mikro politika eğilimleri, farklı kimlik ve farklılık politikası biçimlerinin sahneye çıkmasını sağladı. Bu politika biçimleri, birçok yerde Marksizme, demode bir Avrupamerkezci evrenselcilik olduğu için saldırdı.[4] Örneğin Harvard, Oxford ve Rutgers gibi okullarda okumuş, yazıları Rolling Stone ve Vanity Fair gibi dergilerde yayımlanmış, Stanford Sosyal İnovasyon Eleştiri Dergisi’nde editör olarak çalışmış, 2016’da Ulusal Lezbiyen ve Gey Gazeteciler Derneği’nin verdiği gazetecilik ödülünü almış olan feminist yazar Marcie Bianco, şu türden cesur iddiaları dillendiriyordu: “İşçi sınıfı dediğinizde, aslında sizdeki beyaz üstünlükçülüğü konuşuyordur. Nokta!”[5]

Marksizm, sosyalizm ve işçi hareketi, on dokuzuncu yüzyılın başlarından beri sınıf ve milliyet, sınıf ve cinsiyet, sınıf ve ırk, sınıf ve cinsellik gibi meseleleri ele aldı. Bugünkü kanaatin aksine, sınıf, ırk ve cinsiyet meselelerinin “kesişim noktası”nı ilk dikkate alan, yetmişlerin sonunda oluşan Combahee Nehri Kolektifi değildi.

Marksizmle bu yeni düşünme tarzları arasında belirgin bir farklılık söz konusu. Marksizm, insan hakları mücadelelerinin içinden çıktığı emek hareketinden ayrıştığı savaş sonrası dönemde kimlik siyasetinin yükselişine dair bir sınıfsal analiz ortaya koyar.

Buna karşın, sosyal adalet temelli eylemlilik üzerinden farklı baskı ve zulüm biçimlerine tarihaşırı düzlemden bakan yeni yönelim, politik ekonomi meselesinden koptu. Buradan da radikal ve ilerici hareketlerdeki evrenselcilik, dışlayıcı ve farklılıkla ilgili meselelere ilgisiz bir eğilim olarak değerlendirildi.

Burada benim “duyarcılık” olarak ifade ettiğim, çeşitliliği esas alan nüfus merkezli kültür siyaseti, esasen fordizmden postfordist küreselleşmeye, sağcı liberal çoğulculuktan farklılık siyasetine, küçük burjuva karşı kültürcü devlet düşmanlığından söylem teorisi temelli güçlendirme mantığına geçildiği dönemin ürünüydü. Marksist analizde sınıfın merkezi konumunu savunmak yerine postmodernleşmiş birçok yeni solcu, materyalizmi ve politik ekonomiyi kesişimselci kılmak için uğraştı.[6] Bu eğilime karşı koyanlar, “sınıf indirgemecisi, işçici” denilerek dışlandı ya da David Roediger’in uydurduğu tabirle, “sınıflaçıklayıcılar” oldukları için eleştirildiler.[7]

Marksist sol, “politik doğruculuk” terimi gibi “sınıf indirgemeciliği” kavramını da teorik bir yanlışı tarif etmek için kullanıyor. “Politik doğruculuk” terimi gibi bu terim de Marksizmi tasfiye etmek ve eleştirel teoriyi Marksizm dışı, Marksizm karşıtı, sahte Marksist veya postmarksist bir yöne yönlendirmek için kullanılıyor.

Bugün “sınıf indirgemeciliği” tabiri, Marksizme kör bir bıçak misali sallanıyor. Dolayısıyla, Marksizmin onun anlamını iyi kavraması gerekiyor. En temel anlamıyla sınıf indirgemeciliği, esasen Marksistlerin “ekonomizm”in kaba biçimi olarak görüp reddettikleri bir husus. “Ekonomizm” ise karmaşık toplumsal ve tarihsel süreçleri salt ekonomik faktörlere indirgemek demek.

Savaş sonrası dönemden beri fenomenoloji, varoluşçuluk, yapısalcılık, söylem analizi ve yapısöküm çalışmaları ile eleştirel sosyal teorideki “kültür sapması” daha çok savunulur hâle geldi, zira bu sapma sayesinde sosyal teori, Marksist sınıf analizinin en indirgemeci, determinist ve teleolojik yönlerinden arınma imkânı buldu. Ancak, ekonomizmdeki kusurlardan arınmak yerine savaş sonrası dönemde üretilen teori tarihsel ve diyalektik materyalizmi politik ekonomi eleştirisini çöpe atan, bunun yerine, neoliberalleşmiş akademi, kültür kurumları ve üçüncü sektör olarak STK’lar üzerinden işleyen ilerici hareketler içerisinde kimlikçi metafiziği besleyen eklektik bir materyalizmi ikame etti. Bu kurumların ve teşkilâtların genel politik yönelimi ve aldıkları paralarda amaç, antikapitalist mücadeleleri etkisizleştirmekti.

Aşağıda günümüzde duyarcılığın Marksizme “Sınıf İndirgemeciliği” kavramına yaptığı başvuru üzerinden gerçekleştirdiği saldırının farklı yol ve yöntemleri ele alınacak. Bu eğilim karşısında bugün “İndirgemecilik” terimi incelenmeli, solda bu terimin neden kullanıldığı sorusuna cevap bulunmalı, solu eleştirenlerin o kavramı nasıl yanlış kullandıkları üzerinde durulmalı, Marksist analizden uzaklaştıran niteliğine vurgu yapılmalıdır.

İndirgemeciliğe Karşı Marksizm

“Sınıf İndirgemeciliği” terimi, Marksist sınıf analizi yönteminden ve sınıf mücadelesi siyasetinden ayrı ele alınamaz. Kapitalizme karşı mücadele edilmiyorsa, sınıf indirgemeciliği anlayışının bir anlamı yoktur. Bu sebeple, sınıf indirgemeciliği sorununun kapitalizmden kurtuluşu öngören sınıfla ilişkisini görmek için işe Marx ve Marksizmle başlanılmalıdır.

Erik Olin Wright’ın tespitiyle sınıf analizi, sınıfsal yapı ile sınıfsal oluşum arasında ayrım yapar.[8] Farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlarda oluşan farklı üretim tarzları farklı sınıfsal oluşum türlerine yol açar. Sınıfsal yapı, sınıf bilinci ve sınıfsal oluşum arasında otomatik olarak oluşan, kesin bir ilişki yoktur. Sınıfsal yapı sınıf mücadelesinden bağımsız varolduğu için sınıfsal çıkarlar da sınıfsal örgütler kadar farklı olabilir.

Maddi gerçekliği anlamak için başvurduğumuz terimler de sınıf mücadelesinin ürünüdür. Dolayısıyla, Marksist kavramların geçerliliği, sadece onların nesnel gerçekliği tarif edebilme becerisine değil, daha da önemlisi, toplumsal olgulara geçerli bir açıklama sunabilmesine ve siyasete bir yön verebilmesine bağlıdır. Her türden sınıfsal oluşumda toplumsal farklılıklar ve toplumsal psikoloji sınıfsal yapıya ait mekanizmalardan daha önemli olabilir, Marksist analiz açısından bakıldığında, sınıfsal yapı, tek başına sınıfsal yapıyı dönüştürebilen sınıf bilinci ve sınıf mücadelesine ait örgütsel dinamikleri biçimlendiren kapitalist üretim tarzı ve kapitalist üretim ilişkilerince tanımlanır.

Erik Olin Wright’ın tespitiyle tüm Marksistler, hem toplumsal tipolojileri toplumsal üretimin örgütsel yapısı, aynı zamanda elde edilen artığı üreten mekanizmalar ve sınıfsal yapılar üzerinden modelledikleri ölçüde, sınıf indirgemecisidirler.[9] Ancak ne var ki sınıfsal yapı ve sınıfsal oluşum ekonomiye indirgenemez. Tam da bu sebeple Marksist siyaset, kapitalist sınıfsal ilişkilerin aşılması düzleminde kaçınılmaz veya önceden belirlenmiş bir şeylerin olduğunu düşünmez. Bu teorik sorunları açıklamak için şimdi biyoloji alanından bir örnek aktaralım.

Stephen Jay Gould gibi genetikçi Richard Lewontin de E. O. Wilson ve Charles Murray gibi araştırmacıların çalışmalarıyla ilişkili olan ırk temelli bilimi reddeden en önemli bilim insanları kabul edilirler. Lewontin’e göre, insan popülasyonlarında görülen ufak genetik farklılıklar, bilimsel ırk kavramının doğruluğunu kanıtlamak için yeterli değildir. Lewontin’in ifadesiyle, insanın kültürü genetikle açıklanamaz. Bir türdeki genetik farklılık istifade edeceğimiz hammaddeyi temin etse de farklı çevresel baskılar temelinde farklı adaptasyon biçimleri oluşabilir.

Lewontin’e göre Homo Sapiens, diğer türlere kıyasla daha düşük genetik çeşitlilik oranına sahiptir. Önemli popülasyon grupları arasındaki değişim oranı yüzde yedi civarındadır. Tüm insan grupları başarıyla melezlenebildiğinden, esasen biz aynı “ırk” denilen şeye aitiz.

Irksal farklılıkları insan gruplarını ayrıştırmak için kullanmak tümüyle sığ bir girişimdir ve hiçbir bilimsel değere sahip değildir.[10] Burada önemli olan, Lewontin’in indirgeme ve indirgemecilik arasında yaptığı teorik ayrımdır.

Bilimsel indirgemeciliğin diyalektik eleştirisini temel alan Lewontin, bilim insanlarının “bazı özellikler bazı insan gruplarında ortaya çıkarken neden bazılarında görülmediği” sorusunun cevabını bilmediğini söyler. İnsan (Homo) cinsinin asıl özelliği, adaptasyon tarzları olarak kültür ve teknolojiye bağlı oluşudur. Organizmalar, çevresel faktörlere basit tepkiler vermekle kalmazlar, sosyal Darvinci Herbert Spencer’ın düşündüğü gibi, uyum sağladıkları ölçüde hayatta kalmazlar. Çevresel faktörlerle kurulan ilişki, bu sebeple, dinamik ve diyalektik bir ilişkidir.

Lewontin ve Richard Levins’e göre, indirgeme, bir yöntemdir, indirgemecilik ise bir dünya görüşü.[11] İndirgemecilik, bilim alanında yaygın olarak kullanılır. Sonuçları belirlenmiş sebeplerle ilişkilendirme çabası, bu bilim insanlarının istatistiksel totoloji dediği şeye ve toplumsal ya da doğal süreçlerin zihinde somutlaştırılmasına yol açar.[12]

Bunun yerine bilimsel açıklamaya ihtiyaç duyan şeyler, olduğu gibi benimseniyor. Bir yaklaşım, mekanistik olduğu ölçüde kapsayıcılığını ve bütünselliğini yitiriyor. Kimya veya fizik gibi disiplinlerde tatmin edici sonuçlara yol açsa bile bu kusurundan kurtulamıyor.

Sınıf mücadelesinde işçi sınıfı ve daha geniş manada toplum, kapitalizmden kurtulma konusunda teleolojik olmayan evrimci boyutlara sahip tarihsel diyalektiğin hem nesnesi hem de öznesidir. Bu anlamda komünizm kaçınılmaz bir sonuç değildir. Aynı şekilde, homo sapiensin ortaya çıkışı da bu canlı türünün varolması da kaçınılmaz değildi.

“İndirgemecilik” terimi, karmaşık bir sistem içinde yer alan unsurlar arasındaki ilişkiyi açıklar ve onların ana sebeplerine işaret eder. Bu tür bir indirgemecilik parçalarla bütün arasındaki ilişkiyi diyalektik materyalizmle pek alakası bulunmayan mekanistik bir yoldan tarif eder.

Örneğin indirgemeci bir sınıf analizi, kaba Marksizm olarak görülüp reddedilir veya eleştiriye tabi tutulur. İndirgemecilik teriminin aksine indirgeme anlayışı ise ekonomik temele ait unsurlarla ideolojik üstyapı arasında esnek bir ilişkinin olduğu üzerinde durur. İndirgeme anlayışı, unsurlar arasında dolaysız ve mekanik bir süreklilik olduğu iddiasında değildir. Her ne kadar indirgeme anlayışı sebeplerle ilgilense de bir sistemin veya bir toplumun gelişkin ve öngörülemez özellikleri daha önceden ortaya çıkmış veya daha “özsel” olan biçimlere indirgenmez.[13]

Marksist politika antikapitalist ve komünist olduğu için, sınıfsal yapıyla toplumsal olgular indirgemeci olmayan, mekanistik bir yol üzerinden belirlenmemiş bir yöntemle bir araya getirilir. İndirgemeci olmamak görecelikçilikle, eklektisizmle, rastgelelikle veya kaosla karıştırılmamalı, bunlarla yan yana getirilmemelidir. Lewontin’in de dile getirdiği gibi, genlere sahip olduğumuz kesin bir bilgidir, ama genlerimizin davranışlarımızı nasıl etkilediği konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz. Aynı mantık sınıf için de geçerlidir.

Devrimci politika teorisinde Karl Marx, komünist bir toplumun tam olarak nelerden müteşekkil olduğunu söylemez, ama o, kapitalizmin sınıf mücadelesini kaçınılmaz kıldığına, sınıf mücadelesinin sınıfsal hiyerarşilerin ortadan kaybolduğu bir gerçekliğe doğru seyrettiğine inanır. 5 Mart 1852’de Joseph Weydemeyer’e yazdığı mektupta Marx şunları söyler:

“Bana gelince, modern toplumda ne sınıfların ne de onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular. Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu, 2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, 3) bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir.”[14]

1877 tarihli Anti-Dühring’den yapılan şu alıntıda Engels, sosyalizmden komünizme geçişte devletin sönümlenmesi anlayışını tartışmaktadır:

“Proletarya, devlet iktidarını ele geçirir ve yola koyulabilmek için üretim araçlarını devlet mülkiyetine geçirir. Ama bunun yanında proletarya, kendi varlığını, tüm sınıfsal ayrımlar ve sınıfsal çelişkiler yanında devleti de ortadan kaldırır. Bugüne dek sınıfsal çelişkiler içerisinde hareket etmiş olan toplum, üretimin dışsal koşullarının sürdürülmesi için gerekli olan, dolayısıyla, sömürülen sınıfı zorla belirli üretim tarzının (köleliğin, serfliğin ve ücretli emeğin) belirlediği zulüm koşullarında tutma amacını güden, özel bir sömüren sınıfa ait örgüt olarak devlete ihtiyaç duymuştur.”[15]

Solcular arasında sayısız farklılık mevcuttur, üstelik iki radikal felsefeci aynı şekilde düşünmez. Materyalist teorinin belirli yönleri konusunda kendisini “Marksist” olarak tanımlayan herkes bir biçimde “kitabi”dir (ortodokstur) ama hepsi de kimlik politikası, radikal demokrasi, kesişimsellik, sömürgesizlik veya imtiyaz teorisi gibi kimliği esas yönelimlere odaklı başlıklarda ilerlemek gerektiği konusunda anlaşma içerisinde değildirler.

Eleştirel ırk teorisine yönelik eleştirisinde Tom Carter şunu söyler:

“Biz Marksistler olarak sınıf indirgemeciliği suçunu kabul ediyoruz. Bize göre sınıf, sadece öznel önyargının başka bir biçimi değildir.”[16]

Carter’a göre, sınıfın merkezi olduğu fikrini reddetmek veya sınıfsal hâkimiyeti sınıfçılık olarak okumak suretiyle eleştirel ırk teorisi, burjuva sınıfıyla ideolojik planda gizli bir anlaşma içerisinde olma suçlamasından kaçınmaya çalışır. Carter, Marx’ın servetin eşitsiz dağılımına işaret etmekle yetinmediği iddiasındadır. Eşitsiz dağılım, toplumlar zenginle yoksul arasında toplumsal eşitsizlik üretmeye yetecek artığı ürettiğinden beri mevcut olan bir olgudur. Zenginler, bu ilişki dâhilinde ganimetlerini askeri güçle korumuşlardır.

Marksist eleştiri, gücün serveti korumak ve emeği çalıştırmak için kullanıldığı feodal rejimlerle birbiriyle rekabet eden kapitalistlere de emeğini satanlara da ihtiyaç duyan birikim sürecine herkesin boyun eğdirildiği burjuva düzeni arasındaki farkı temel alır.

Marx’ın emtiayı ve çelişkili bir toplumsal ilişki olarak ücretli emeği odağına yerleştiren çalışması, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında kapitalist toplumun gerçekliğini dikkate alarak yola koyulur. Kapitalist gelişme kanunlarının küresel bir olgu olduğunu söyleyen Marx, devrimci dönüşüm stratejisini geliştirir.

Marksistlerin sınıf indirgemeciliği suçlamasını üstlerine almasına, kabullenmesine gerek yoktur. Burjuva sınıfına göre işçiler, kapitalist toplumsal ilişkiler her daim varolmak zorunda olduğu için her daim varolacak olan özel bir sınıftır. Burjuvaziye göre, toplumsal uzamın bu işçi sınıfından oluşan kesimi hiçbir şey yapmaz, ama gene de onun küresel kapitalizmin bütününü dönüştürecek bir şey yapmasına asla izin verilmemelidir.

Marksistlerin proletarya olarak ele aldıkları işçi sınıfı, evrensel bir sınıftır. Dünyayı kapitalist toplumsal ilişkilerden kurtarılmasında bir tek onun çıkarı vardır. Bu nedenle, işçi sınıfı çektiği çile dâhilinde herkes için eşitlik, özgürlük ve dayanışma talebinde bulunur. Bu sözleri tutmak içinse sosyalizme gerek vardır.

Her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl Marksistleri devletin ve toplumsal sınıfların ortadan kalkmasının bir zorunluluk olduğuna inanmışsa da bu insanlar, bu sonucun kaçınılmaz olduğu varsayımında bulunmamışlardır. Başka bir deyişle, onların devrim teorisi, her şeyin makine gibi tıkır tıkır işlediğini öngören determinist bir teori değildir. Tam da bu sebeple Lenin, iktidarı kapitalist sınıfın elinden almak için parti örgütlerinin inşa edilmesinin yerine getirilmesi gereken bir görev olduğunu söylemiştir. Kimse, o değişimin kendiliğinden gerçekleşmesini bekleyemez.

Lenin’in Devlet ve Devrim’de sınıf meselesinin komünist gerçeklikte ortadan kalkmasıyla ilgili tespitleri Marksist fikirleri netleştirmekte, Karl Kautsky ve Eduard Bernstein gibi Almanya’daki sosyal demokrat hareketin liderlerinin Marksist olmayan fikirlerine karşı çizgi çekmektedir. Bu isimlerden farklılaşması ile birlikte Lenin, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in ayrışmasını sağlamıştır. Marx-Engels okumaları üzerinden Lenin, Kautsky’nin 1909 tarihli İktidar Yolu isimli kitabında dile getirdiği konumun proleter değil, burjuva bir konum olduğunu söylemiştir. Kautsky’nin konumuna göre özel bir sınıf olarak işçi sınıfı belirsiz bir süre sömürülmeye devam edecektir. Kapitalizmi kabullenenler, ister istemez kapitalizmin toplumsal reformlarla ilerletilebileceğini düşünmekte, burjuva sınıfının alt edilip kapitalist toplumun yıkılmasını, böylece komünist toplumun inşasını asla arzulamamaktadırlar. Lenin’in tespiti şu yöndedir:

“Birçok isim, çıkıp Marx’ın teorisinin ana unsurunun sınıf mücadelesi olduğunu yazıyor, söylüyor. Oysa bu, yanlış bir anlayış. Tam da bu yanlış anlayış sebebiyle Marksizm oportünistlerce tahrif ediliyor, burjuvazinin kabul edebileceği bir ruha indirgenip çarptırılıyor. Çünkü sınıf mücadelesi teorisini icat eden Marx değildi, Marx’tan önce burjuvazi üretmişti bu teoriyi. Genel bir ifadeyle, burjuvazi bu teoriyi kabul eder. Sadece sınıf mücadelesini tanımakla yetinenler, henüz Marksist değildirler. Burjuva düşünürleri ve burjuva siyasetçileri içerisinde bu olguyu tanıyanlarla sıklıkla karşılaşmak mümkündür. Marksizmi sınıf mücadelesi teorisine indirgemek, Marksizmi budamak, tahrif etmek, onu burjuvazinin kabul edebileceği bir şeye indirgemek demektir. Asıl, sınıf mücadelesinin yanında proletarya diktatörlüğünü de tanıyan kişi Marksisttir. Marksizmle küçük ve büyük burjuvazi arasındaki kalın çizgi, bu ayrımla ilgilidir. Marksizmin kabul edilip edilmediğini, onun gerçekten anlaşılıp anlaşılmadığını anlayabileceğimiz en temel mihenk taşı bu ayrımdır. Bu anlamda, Avrupa tarihinde işçi sınıfı, bu meseleyle pratik bir olgu olarak yüzleştiği vakit sadece oportünistler ve reformistler değil, reformizmle Marksizm arasında salınıp duran Kautskiciler de proletarya diktatörlüğünü reddeden sefil birer cahil ve küçük burjuva demokratı olduklarını kanıtlamışlardır.”[17]

Lenin, Marksist devrim teorisinden yoksun olan her şeyi oportünist olarak görüp reddederdi. Devrimci Marksizm-Leninizmin Sanders’ın, yeni toplumsal hareket aktivistlerinin ve kurumsal partiler içerisindeki Corbyn türü solcuların beslendikleri ana gıda olmadığını söylemeye bile gerek yok.

Slavoj Žižek, 1917’de Bolşeviklerin benimsedikleri belirli stratejileri bugünde yinelemenin gereği olmadığını, zira bugün bizim Lenin’in hiç ümit vaat etmeyen bir durumda devrimci bir eylemlilik içine girme konusunda gösterdiği kararlılığı yinelememiz gerektiğini söylüyor.[18] Aynı şekilde, ama öncücü iradeden daha yoksun bir yaklaşım dâhilinde, Todd Chretien, 2014 tarihli, Yeni Başlayanlar İçin Devlet ve Devrim Okuma Kılavuzu kitabının sonunda Halk Cephesi stratejilerini, “Sovyet imparatorluğunun yozlaştığı”na dair tespitlerini, sömürgelikten kurtuluş mücadelelerini, altmışların toplumsal isyanlarını ve yetmişlerin politik çoğulculuğunu aktarıyor, bunların yeni koşulları ve yeni endişeleri yansıttığını dile getiriyor.[19] Marksizmi daha çok kesişimsellik yönelimi dâhilinde ele alan Jules Townshend, Kautsky’nin Marksizmini “açık fikirli” radikaller için yeniden ele alıyor ve metnin sonunda aktardığı, yirmi birinci yüzyılda Kautsky ile ilgili yazıda şunları söylüyor:

“Eğer Marksizmin ötesine geçmek istiyorsak, Gramsci’nin düşüncesindeki üretkenliğe bakmamız gerekiyor. Bu düşünce, hem Marksizmin Batı’da işçi sınıfının ‘ortak aklı’ hâline gelememiş olması konusunda görüşler sunuyor hem de ‘hegemonya’ anlayışı gibi Marksizme ait teorik araçları yeniden devreye sokarak umut aşılıyor. Buradan şu söylenebilir: ‘kimlik’ siyasetiyle ‘sınıf’ siyasetini ayrıştırmak yanlıştır. Marx, kendinde sınıf/kendisi için sınıf ayrımı ile işçi sınıfı için hegemonik bir devrimci kimlik inşa ediyordu. Başka bir ifadeyle, kimlik meselesini temel (bir) politik hareketliliğin merkezi unsuru olarak görebiliriz. Kesişimselliği gözeten ve demokratik sosyalizmin merkezinde durması gereken bir anlatıyı devreye sokmak kolay bir iş değil. Bu noktada Kautsky’nin düşüncesi, böylesi bir anlatının Marx’ın görüş ve fikirlerine muhtaç olduğunu anımsatan kıymetli bir andaç.”[20]

Townshend, Lenin’i sadece iktidarı erkenden, olgunlaşmamış bir zemin üzerinden almaya çalıştığı için suçlamakla kalmıyor, ayrıca Marksizmi kimlik siyasetinin bir biçimi olarak tanımlıyor. Bu tanımlama çabası ise ancak post-solun kimlik politikasının indirgemeci yönlerini yanlış bir müdahaleyle Marksist analize dâhil etmesiyle gündeme gelebiliyor.

Eğer bir Marksist, Townshend gibi devrimci teoriyi terk etmiş küçük burjuva ilerici kitlesinin “müttefiki” olarak kalma arzusunda ise politik ekonomi eleştirisini temel alan analizimizin merkezi unsurları olarak kimliği, ekolojiyi ve diğer meseleleri gören eklektik materyalizm türlerini gene de eleştirmek zorunda. Burada eklektik materyalizm türlerinde sınıf, üretim ilişkileri ve üretim tarzı bağlamında özel bir anlam ve öneme sahip değildir. Ona farklı unsurlar aracılık ederler. Bu tür bir politika, Marksist açıdan sadece sınıfsal görecelikçiliğe değil, ayrıca politikanın bayağılaşıp her şeyi düzlemesine sebep olur. Sınıfsal görecelikçilikte, misal evsiz kişi, kadın CEO’dan daha imtiyazlı görülür. Politikanın bayağılaştığı düzlemde ise devrimci sınıf mücadelesi, sadece şiddet yanlısı ve otoriter bir şey olarak görülmekle kalmaz, aynı zamanda ırkçı, cinsiyetçi ve Avrupamerkezci olarak kodlanır.

Duyarcı Beyzbol ve Sınıf Savaşı

Madem materyalist diyalektiğin indirgemecilikle bir alakası yok, bu “Sınıf İndirgemeciliği” terimini kim ne amaçla kullanıyor?

Bugünlerde ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet ve cinsellikle ilgili sohbetlerde yapılan “sınıf indirgemeciliği” suçlaması, konuyu bir şekilde saptırmak için başvurulan bir yöntem. Bir Marksizm sözlüğünü geçtim, Urban Dictionary [“Kent Sözlüğü”] bile “sınıf indirgemeciliği” teriminin ortak algıyı yansıtan, uygun bir tanımını sunabiliyor:

“Devrimcilerin asıl ilgilenmesi ve dert edinmesi gerekenin sınıf temelli zulüm olduğunu söyleyen, toplumsal cinsiyet, ırk, cinsel yönelim gibi şeyleri ‘devrim sonrası’na dek geri plana atan düşünce.”[21]

Aslında bu tanımda sömürü” yerine “zulüm” terimini kullanan yazar, farkında olmadan, ele aldığı sorunu da tarif ediyor. Marx ve Engels, İngiliz işçilerinin İrlandalı işçilerle davayı ortaklaştırmak için devrim sonrasına dek beklemesi gerektiğini söylemediğine göre, demek ki bu tür yaklaşımlar, Marksist materyalizme yakınlaşmak şöyle dursun, daha çok klişeleri temel alıyorlar.

Bugün eğitimli ve meslek sahibi elitlerin elindeki bir tür imtiyaz ve hak olarak duyarcılığın derdi, kapitalist sınıf ilişkilerini yok etmek değil. Bu sebeple, esasen Urban Dictionary kendi tanımını kendince doğru yerlerde kullanıyor: “Bu terim, daha çok liberallerin sosyalistlere ve materyalistlere onları aşağılamak için kullandıkları bir terim ve esasen bu terimi savunana ve sahiplenene pek rastlanmıyor.”

Sınıf indirgemeciliği suçlamasının bir iltifat, şaka, hakaret ya da meydan okuma olarak kabul edilip edilmemesi, sadece bir psikoloji meselesi değil. “Sınıf indirgemeci” sıfatı, radikal bir solcunun basitçe bir onur nişanı olarak takabileceği bir şey de değil, çünkü bu hakaret, postmodernistler tarafından kullanıldığında, onun neredeyse her zaman siyasi karşıtlıktan ziyade bir anlayış eksikliğini ima ettiği varsayılıyor.

Bir örnek vermek gerekirse, eleştirel sosyal teorinin çeşitli kollarını kendince eğip büken, misal, Hegel’de gördüğümüz efendi-köle diyalektiğini alabildiğine soyut bir olgu olarak genelleştirip tarih dışına atan, Frantz Fanon’u ise sömürgecilik karşıtı biri olarak takdim edip, öte yandan, onu geneli ilgilendirmeyen bir isme indirgeyen, Cedric Robinson’ın Avrupa karşıtı “ırkçı kapitalizm” kavramını dar bir yerden ele alan, ayrıca Gramşici hegemonya kavramını Marksizm dışı Kültür Çalışmaları zemininde kullanan Yunus İkbal, Siyahların Hayatı Önemlidir eylemlerinin yapıldığı dönemde “inatçı” Bernie Sanders solunun, “sınıf indirgemeciliği ve “salt ekonomi” saplantısı nedeniyle “zulmün karmaşık gerçekliğini” anlayamadığını söylüyordu.[22]

Adolph Reed'in ileri sürdüğü gibi, Sanders soluna yönelik bu sınıf indirgemeciliği suçlaması, bize suçlananlardan çok, suçlayanların sınıfsal bağlılıkları hakkında bilgi veriyor.[23] Reed’e göre, ekonomik eşitsizlik sorunlarını ele almak için tasarlanmış evrenselci politikalardan en çok kazanacak olan Afrikalı Amerikalıların, orta sınıf tarafından Demokrat Parti içerisindeki ve civarındaki neoliberal elitlerin amaçlarına uygun düşecek şekilde, ırki dayanışmanın salt siyahlara özgü biçimi olarak kimliklendirilmesi, gerçekten fazlasıyla tuhaf bir durum.

Bu tür bir tartışmada, sınıf indirgemeciliği tabiri, genellikle materyalizm ve maddi çıkarlarla ilgili daha “dengeli” bir görüşü savunan aydın ve eylemciler eliyle bir miktar yumuşatılıyor. Bu tür sosyal eleştirmenler, tipik olarak farklı analiz kollarını hesaba katan bir soykütük sunabilseler de, aynı zamanda ırkı sınıftan ve sınıfı politik ekonomiden ayırma eğilimindedirler.[24] Bu eleştirmenler, ilerleme, insanlık, nesnellik, hakikat ve insan hakları gibi kavramlar yanında, Aydınlanmacı evrenselliği de reddeden postmodernizmi kabul etmek suretiyle, burjuva idealizminin Marksist eleştirisini yapıyormuş pozu kesme imkânı bulurlar.

Örneğin, Esad Haydar, tüm işi omuzlama konusunda bütünüyle sınıf mücadelesini temel almayan bir stratejiden bahsediyor, zira Haydar, polis şiddetiyle mücadele eden ırkçılık karşıtı mücadelelerin de emek mücadelelerinden istifade edebileceğini düşünüyor.[25] Hillary Clinton’ın 2016’da Sanders’a yönelttiği suçlamalar dâhilinde dile getirdiği, bankalarla ilişkiyi kesmenin ırkçılığa son vermeyeceği tespitiyle Reed’in ırksal eşitsizlikleri sınıfsal bir çerçeve içine oturmaya yönelik stratejisi arasında yanlış bir bağ kuran Haydar, işçi hareketinin Siyahların Hayatı Önemlidir türünden polis şiddetine karşı olan hareketleri eleştirmek yerine desteklemesi gerektiği kanaatinde. Onun verdiği iki örneğin birbiriyle bağlantısız olduğunu görememesinin sebebi ise Haydar’ın Amerikalı siyahlarla beyazlar arasındaki eşitsizliklerin sebebi olarak kapitalizmi değil, ırkçılığı görmesi ve ona fazla vurgu yapıyor olması.

Irkçılık olgusunu Amerika’nın ilk ve ebedi günahı hâline getirmek istemiyorsak, siyahlarla beyazlar arasında denklik kuran radikal demokratik mantığı da ırkçılık karşıtlığını sınıf mücadelesine yamayan yaklaşımı da hem bir tür vehim hem de Marksizmden sapma olarak görüp redde tabi tutmalıyız.

Haydar’ın iddia ettiği gibi sosyalist politika, verilen mücadelelerin eşitliğe yol açmalarını güvence altına alan bir şey değil, ama şunu da söylemek gerek: sınıf dayanışmasını temel almayan bir mücadele de radikal bir mücadele olarak görülemez. Bu nedenle, Reed ve Walter Benn Michaels’ın “Polis şiddeti türünden ırkçılığın yol açtığı sorunlara bulunacak çözümün ırkçılık karşıtı olduğu varsayılmamalıdır” tespiti doğru.[26]

Son otuz kırk yıllık dönemde dünya genelinde ekonomik eşitsizliklerdeki ciddi artışın sebebi, ırkçılık değil. Özellikle ırkçılık karşıtı çözümler ekonomik eşitsizliği azaltmayacağı gibi, aynı zamanda devlet aygıtının polis şiddetine başvurmasını azaltmak için de hiçbir şey sonuca yol açmayacak.

Sınıf sömürüsü dışında hiçbir şey, diğer zulüm biçimleri içerisinde ırkî zulme o kadar önem atfetmez. Marksizm, sınıflı toplumu ortadan kaldırıp burjuva düzenini yıkmanın yollarını ararken, ırkçılık karşıtlığı, ırksal farklılıkları ortadan kaldırma ve Avrupa kökenli insanların ortadan kaldırılması olarak tarif edilemez.

Kapitalizm, ırkçılık kadar ırkçılık karşıtlığını da kullanabilir.[27] Şirketlerin ve devlet kurumlarının Siyahların Hayatı Önemlidir hareketine sunduğu destek, bunun ispatı niteliğindedir. Bu destek, özünde kendi hâkimiyetlerini pekiştirip siyahî orta sınıf ve üst sınıf içerisindeki azınlığın çıkarlarını koruma amacını gütmektedir. Ulusal, dini, etnik ve cinsiyetle ilgili gruplar arasındaki ilişkiler ille de çatışmalı olması gerekmezken, sınıfsal sömürü üzerinden kurulan ilişkiler, doğası gereği çatışmalıdır. Bu da işçi hareketlerinin nüfus içerisindeki grupların belirli çıkarlarıyla, kesişimsel, grupları dikine kesen hat boyunca dillendirmesi talebini toplumsal hareket eylemcilerinin dile getirdiğinden veya bildiğinden çok daha fazla sorumlu bir talep haline getiriyor.

Mesele, bu anlamda, sosyalist hareketin toplumun tüm üyelerinin dertlerini ve haklarını dillendirmek zorunda olması değil ki bunu zaten yapmalı. Mesele, daha çok, kimlik gruplarına yönelik ilginin hem kapitalizmin işleyişini gizlemesi, aynı zamanda muhafazakâr, liberal ve sol politika arasındaki farklılıkların üzerini örtmesi.[28]

Kapitalist egemen sınıfın sınıfsal, toplumsal cinsiyetle ilgili, ırkî ve milli farklılıkları örgütlü sosyalist hareketleri bölmek için kullandığına hiç şüphe yok. Fakat bizi bu noktada asıl ilgilendiren, ırkçılık karşıtlığının ve cinsiyetçilik karşıtlığının örgütlü solu güçlendirmekten ziyade zayıflatmak için kullanılması. Bu açmazın ana hatları, 2020’de Ben Burgis ve Noah Berlatsky arasındaki görüş alışverişinde iyice belirginleşti. Bilindiği üzere o yazılarda yazarlar, sınıf ve kimlik kavramlarını indirgemecilik anlayışının karşısına çıkartıyorlardı.[29] Burgis, “ırk indirgemeciliği” terimi yerine “ırk özcülüğü” kavramını kullanırken, Berlatsky, Burgis’in dayanışma bilinci konusunda eksik olduğunu ortaya koymak adına, “sınıf indirgemeciliği” kavramına başvuruyordu.

Bu tür değerlendirmelerin daha uç biçimlerinde Marksistler, iflah olmaz ve demode kişiler olarak takdim edilip çöpe atılıyorlar. Marksizm karşıtlığı, o bildiğimiz yollardan ilerliyor. Bu anlamda, Marksizm karşıtı pratik, sosyal medyadan etkilenen iptal kültürünü esas alan stratejiler üzerinden güncelleniyor.

Bu anti-Marksistler, her fırsatta, Marksistlerin indirgemeci olmaları sebebiyle evrenselci olmadıklarını söylüyorlar. Bunlar Marksistleri, ırkçı, cinsiyetçi, eşcinsel düşmanı veya yabancı düşmanı olmaları, yerleşimci olmaktan kaynaklanan imtiyazlarını terk edemedikleri ya da erdem sinyalleyip duran, iyi ve makul kişiler olduklarını ispatlamaya çalışan meslek sahibi-yönetici sınıfın ajandasını uygulamaya koyma konusunda yola taş koyan kimi kusurlara sahip oldukları için sınıf indirgemeci buluyorlar.[30]

Duyarcılık döneminde zulüm karşıtlığı söylemi, postmodern akademisyenlerin ve eylemcilerin neoliberal statükoya bilmeden suç ortaklığı yapmak için başvurdukları yöntemlerden biri hâline geldi.

Neoliberal bir politika olarak duyarcılığın Marksizmle kurduğu ilişkiyi duyarcı beyzbol oyunu olarak görebiliriz. Oyun, bir Marksistin veya radikal solcunun ilk atışı yapmasıyla başlıyor. Başlama sayısını almak adına duyarcı oyuncu, o Marksisti veya radikal solcuyu bir ayrımcılık biçiminin altına imza atmakla suçluyor. Onların ırkçı, cinsiyetçi, eşcinsel düşmanı olduğunu söylüyor, yani sayı almak için tüm tuşlara basıyor. Sonrasında tabii ki yaş ayrımcılığı, kilo ayrımcılığı, engelli ayrımcılığı gibi suçlamalar yöneltiliyor. Duyarcı oyuncu, sayı turu vuruşu yapmak için Marksisti sınıf indirgemeciliğiyle suçluyor. Topa vuran kişinin topunu tutmak için gerekli noktada duran Marksiste farklı atışlar yapılıyor. Bu atışların niteliğini oyuncunun hangi ligde olduğu belirliyor: imtiyaz meselesi yumuşak top, avrupamerkezcilik sert top, evrenselcilik kavisli top, erkekçilik hızlı top, fallus-merkezcilik tükürük topu olarak kullanılıyor. Bu politik görecelikçilik ve güç iradesi oyununa son vermek için duyarcılar, solcu evrenselcileri politik sağdan farksız olmakla suçluyorlar.

Duyarcı beyzbol, birçok spor türünden farklı. Duyarcı oyuncular, hem taraftar hem de hakem. Oyuncunun kişiyi aldatma ve her konuda suçlama hakkı var. Veya Marksistlerin peşinen ezik ve kaybetmeye mahkûm kişiler olduğunu dile getirme yetkisine sahipler. Örneğin, bazı çevrelerde bir kişi şu özelliklere sahip diye üstünlükçü kabul edilebiliyor: mükemmeliyetçilik, savunmacılık, babacılık, “ya o ya o” mantığıyla düşünme, çatışmadan kaçınma, bireycilik, nesnellik, duygusal ve psikolojik konfor arayışı.[31] Bu türden, birçok şey talep eden ve bitmek bilmeyen ölçütler üzerinden duyarcı beyzbolu, esasen Marksistlerin asla kazanamayacağı bir oyun.

Duyarcı beyzbolunun bir Marksistin gerçek hayattaki toplumsal bağlılıklarıyla bir alakası yok. Kutsal Engizisyon’da diğer kurumsallaşmış yozlaşma biçimlerinde olduğu gibi suçlanan tarafların suçsuzluklarını ispatlama yükümlülüğü var. Oysa kendi kurallarını bizatihi kendisi koymuş olan böylesi bir oyun, suçla ilgili değil ve kişinin kefaretle kurtulma imkânı da yok.

Örneğin, Nikole Hannah-Jones, Amerikan Devrimi’nin köleleri kurtarmak için verilmediği gerçeğine itiraz eden, ülkenin önde gelen tarihçilerinin New York Times’ın hazırladığı “1619 Projesi” başlıklı çalışmada yer alan tespitlerine yönelik cevabını Twitter’a yazdığı şu cümlelerle verdi: “Trump destekçileri beni hiçbir zaman taciz etmediler, zekâma hakaret etmediler, ama sosyalist olduğunu iddia eden beyaz erkekler, bunları yaptılar. Hepiniz, gerçekte siyah düşmanı kişiler olduğunuzu ortaya koydunuz.”[32]

Beş para etmez neoliberal çalışması karşılığında Hannah-Jones, Pulitzer Ödülü aldı, ayrıca Howard Üniversitesi’nde Ta-Nehisi Coates ile birlikte, epey yüklü bağışların aktığı bir bölümün başkanı oldu. Aynı şekilde, Alexandria Ocasio-Cortez, eleştirel ırk teorisini eleştirenleri “imtiyazlı kişiler” ve “kötü niyetle hareket eden insanlar” olarak değerlendirdi ve bu teoriyi savundu.[33] Bu savununun ardından da Ukrayna’da NATO’nun desteğiyle ayakta duran Zelenski rejimine milyarlarca dolar akıtılması ile ilgili tasarıdan yana oy kullandı.

Yeniden dirilme imkânı bulan aşırı sağa ve kapitalizme karşı örgütlenmek yerine, ilericilerin birbirleri arasında bu duyarcı beyzbol oyununu oynamaları, gerçekten üzücü bir durum. Bunun sebebi, salt ideolojik değil. Bu durum, bir yandan da ekonomik durgunluk ve sosyo-politik çöküş koşullarında ilerlemeyi simgeleyen ve farklılığı ortaya koyan işaretlerin alınıp satıldığı bilgi ve yaratıcılıkla alakalı sektörler içerisindeki rekabet ilişkileriyle bağlantılı.

Kimlik, farklılık ve yaşam tarzının toplumsal hayatın tüm biçimlerinin metalaştığı sürecin asli yönleri olarak iş gördüğü postfordizm denilen bağlam, zulüm karşıtlığı üzerine kurulu politikayı, küresel kapitalizm içerisinde gerçekleştirilecek yüzeysel değişimlerden yana olup devrimci değişimi terk etmiş olan post-politikanın bir parçası hâline getiriyor.

Žižek’in de dile getirdiği biçimiyle, “Postmodern politik mücadelelerin birden çok ihtimali içinde barındırıyor oluşu, sermayenin bütünselliğiyle çelişen bir şey değil.[34] Aslında kapitalizm, yeni öznelliklerin ortaya çıktığı bir arka plan veya imkânın koşulu olarak iş görüyor. Žižek, başka bir yerde şunları söylüyor:

“Bugün azınlıklar ve marjinaller göğe çıkartılıyor. Bu, artık çoğunluğun benimsediği hâkim konum. Liberal politik doğruculuğun uyguladığı terörden şikâyet eden alternatif sağcılar bile kendilerini tehlike altındaki bir azınlığın koruyucuları olarak takdim ediyorlar. Veya şu patriyarkayı eleştirenleri, patriarkal ideolojilere ve uygulamalara dönük eleştiriye odaklanmış olan solcu kültür teorisyenlerini ele alalım: bu insanlar, patriyarkaya sanki o hâlen daha hegemonik bir konumdaymış gibi saldırıyorlar, bu noktada Marx ve Engels’in 170 yıl önce, Komünist Manifesto’nun ilk bölümünde yazdıklarını görmezden geliyorlar: ‘Kontrolü ele geçirdiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, patriarkal ve kırsal ilişkiye bir son verdi.’ Demek ki, ‘haklar’ üzerine kurulu piyasa bireyciliğinin patriyarkayı silip atmaya başladığı, patriyarkanın hegemonik işlevini yitirdiği bir tarihsel momentte, şu içinde olduğumuz dönemde bizim oturup patriarkal fallus-merkezciliğin eleştirinin ana hedefi hâline neden geldiğini sormamız gerekiyor. […] Patriyarkal ideolojinin bugün hâlâ hegemonya sahibi bir ideoloji olmaya devam ettiğini söyleyenler, esasen bugün pratikte hegemonya sahibi olan hedonist serbestlik denilen açmaza karşı körleşmemize neden oluyorlar.”[35]

Dünya genelinde topluluklar ve toplumsal gruplar, hâkim ilişkilerden eşitsiz bir biçimde istifade etseler de birbirinden ayrı özelliklere sahip değildirler. Bunlar, soyut düzlemde, toplum denilen bütünlükten kopma sürecinin bir işlevi olarak ortaya çıkarlar. Marksizm emperyalizme karşı çıkarken, çıkış noktası organik toplum değil, koşullara bağlı ve değişen toplumsal bütünlüktür. Marksizm, bu noktada maddi gerçekliğin her düzeyinde gruplar arası ilişkileri ve gruplar içerisinde kurulan ilişkileri inceler.

Sınıf mücadelesinin sonucunu, belirli bir momentte sınıfın sahip olduğu bilinç ve sınıfların gücü arasındaki denge tayin eder. Çoğulcu sosyal adalet eylemliliğinin sol için sorun teşkil etmediğini, ona sıkıntı çıkartmadığını düşünen ilericiler, radikal solun “sadece sınıf” dediklerini düşündükleri siyasetine karşı ittifak yanlısı bir duruş sergiliyorlar.[36]

Jodi Dean’in de dediği gibi, yoldaş ve onun işaret ettiği komünizmin yerini, meşrebi geniş ilericiliğin belirleyici olduğu momentlerde kimlik ve sınıfın yer değiştirdiği post-politika türlerine bırakıyor.[37] Örneğin, Christian Fuchs, TripleC dergisinin 2018 tarihli özel Marx sayısında kimlik ve sınıf meseleleri konusunda David Harvey’nin Hardt ve Negri’ye yakınlaştığını söylüyor.[38] Hardt ve Negri, eskiden kimlik yapıları üzerinden kapitalizmin öznelliği kavrama tarzı da dâhil, toplumsa hayatın tüm veçhelerini kapsadığını söyledikleri postfordizme yönelik eleştirilerinde nispeten daha Delözcü bir tavır sergilerken, bugün eril sosyalist hareket olarak görülüp saldırıya uğrayan Wall Street’i İşgal Et hareketi sonrası eylemciler arasında gelişen çeşitlilik temelli anlayış uyarınca hareket ediyor. Oysa harekete yönelik bu saldırı, şirket medyasında tıpkı “Bernie Birader” klişesi gibi bir tür küfür olarak gündeme gelmişti.[39] Saldırı neticesinde yeni toplumsal hareketler içerisinde faal olan eylemcilerde postmodern teori daha da güçlendi. Hatta kimi yönlerden sol, seksenlere ve doksanlara geri döndü.

Kimlik ve sınıf, denk şeyler değil. Alain Badiou’nün de dile getirdiği biçimiyle, ontolojideki sonsuz çokluğun siyasetteki genel hakikatlerle bir ilgisi yok.[40] Eylemciler, politikayı ahlak düzleminde dillendirilen şantaj ve tehditlerin üretken olmayan biçimlerine odaklayan heştek hareketleri yerine emek hareketi üzerinden güçlenmenin yollarını aramak zorundalar.

Devrim İndirgemeci Değildir

Komünist hareket, bugün birçok ülkede etkisiz. Dolayısıyla, duyarcı beyzbol oyununun halesine kimse kapılmasın, şu sınıf indirgemeciliği suçlamalarının cazibesinden herkes uzak dursun. İşçi sınıfı kendine has, özel bir şey değil ve kapitalizmin mezar kazıcısı olma vasfı, evrensel bir vasıf. Burjuvazi ise kendine has ve özel bir sınıf. Yardımsever, reformist ve ilerici kapitalistler, farklı tarihsel momentlerde karşımıza çıksa da bu sınıf hakkında böylesi bir tespiti dillendirmek mümkün.

Bugün neoliberal kapitalizmin kimlik siyasetini teşvik edip öne çıkarttığı koşullarda işçi sınıfına dair burjuva görüş daha da güçlendi. İşçileri ebediyete dek ikincil konuma fırlatıp atan sınıf indirgemeciliği, ırk ve toplumsal cinsiyet indirgemeciliğinde yankılanıyor. Teorik genellemeden ziyade kişisel deneyimle ilgilenen ırk ve toplumsal cinsiyet indirgemeciliği, özgürlükçü evrensellik temelli siyasete saldırmak için kullanılıyor.

Çelişkili biçimde postmodern feministlerin, ırkçılık karşıtlarının, kesişimselcilerin ve dekolonyalistlerin umacısı olan “evrensel norm” denilen konum, ilgili normla bağlantılı görülen, ciscender ve heteronormatif beyaz erkek yerleşimciler kendilerini başkalarına farklılıklara yönelik zaruri hoşgörüyü gösterdiklerinde ve kendince bir pozisyon aldıklarında pekişiyor.[41] Fanon’un da önerdiği biçimiyle, bunun yegâne alternatifi, evrensele ulaşmak için çabalamak, yani, kültürü ve politikayı kimlik meselelerine indirgemekten kaçınmak. Aydınlanmacı evrenselliğe toplumsal eşitsizlikle bağlantılı olan normatifliği eleştirecek ölçüde karşı çıkan ve Gramşici olduğunu iddia eden postmodernistler, esasında kapitalizme onay veriyorlar.

Bugünün duyarcı postmodernistlerinin Marksist sola karşı söyleyeceklerinin bir sınırı var mı?

Anti-Marksizmin toplumsal sınırları mevcut ve bu sınırlar, toplumsal koşullara ve ideolojiye tabi. Birçok postmodern söylem teorisyeni, toplumsal inşacı ve sol popülist, gerçek sol olduklarını iddia ettiklerinden, kendileriyle aynı görüşte olmayan Marksistleri sinsice hareket eden birer burjuva veya sağcı olarak tarif ediyorlar.

Birçok postmodernist, modernist makro-politikaya inanmadığını iddia etse de ihtiyaç hasıl olduğunda, hemen ona ait terimlere başvuruyor. Bu oportünizm, duyarcı kimlikçiler ne zaman “sınıf indirgemeciliği” kavramını kullansalar, bu kavramın suiistimaline katkı sunuyor. Öte yandan, duyarcılığın farklı biçimleri var ve bu biçimler, sınıf indirgemeciliği türü suçlamaları farklı içeriklerle dile getiriyorlar. Beyazlık meselesini çalışanların beyazları suçlu ve doğası gereği kusurlu görmesinde olduğu gibi postmodern sol da Marksist sola, o yanlış türde bir kimlik kategorisi teşkil ediyor diye saldırıyor. Bu türden bir yoruma göre, makro-politikanın uygun göremeyeceği farklılıklar ve kıyaslanamaz olgular olmalı.

Kesişimselliğin kavşağını teşkil eden yollar, tek yönlü caddeler olma eğilimindedir. Kimlik politikasına ait terimler dâhilinde beyazlar, erkekler ve heterolar, siyahlar, kadınlar ve lubunlarla aynı ehliyete sahip olamazlar. Örneğin, eleştirel ırk teorisinin kurucu babası sayılan Derrick Bell, edebiyat teorisyeni Stanley Fish’in bu teoriye dair tarifini onaylayarak aktarıyor:

“Hukukun örtüsüne sarınıp onun görkemine kavuşmak isteyen ve belirli bir tarafa ait olan ajandanın hizmetinde, genel kurallarla süslenmiş özel ricayla, mantıksız sıçramalarla, şüpheli ve samimiyetsiz jestlerle bir araya getirilmiş ama birbirine uymayan mafsallara sahip yıkık dökük ve geçici bir iş.”[42]

En iyi hâliyle o beyaz müttefiklerin elinden, birbirini yemekten başka bir şey gelmez. Sınıf indirgemeciliği, karşı tarafı öcü gösteren bir suçlamadır. Bu suçlamanın yanlış olduğu ve fırsatçılık üzerine kurulu olduğu gösterildiği anda, suçlamaların yerini, bireyi hedef alan, mantıksal safsata üzerine kurulu saldırılar ve sosyal medya operasyonları alıyor.

Kişi, sırf bir şeyle ilgili diye suçlanır veya sırf “üslubu” sebebiyle ya da grup içerisinde sır olarak kalması gereken, Jo Freeman’ın[43] kırk yıl önce örgütsel, günümüzde düşünsel yapısızlık olarak tarif ettiği başka meseleler yüzünden sansürlenir. İnternet çetelerinin ortaya çıktığı günden beri mücadeleler içerisinde eylemciler, yapılardan mahrum kaldı, toplumsal normlardan arındı. Bu, bugün eğitim kurumlarını, medyayı, iş dünyasını ve hükümetleri de etkileyen bir durum.

Birileri, bu küçük burjuva reformları temel alan ajandanın toplumsal eleştiriyle bir alakası olduğunu düşünüyor olabilir, ama sağlam argümanlarla yürütülecek tartışmaya yönelik itirazın ve yapılan saldırıların genel manada bireyselleştirilmiş niteliğinin, bugünlerde moda olan duyarcılığın ajanlarını besleyen gerici ve Aydınlanma karşıtı tavırlara da ihanet ettiği görülmeli.

Zulmün farklı biçimleri konusunda belirli bir sınıfsal konum alınabilir, fakat Mark Fischer’ın “vampirler şatosu” dediği yerin sakinlerinin kimlik politikasına yönelttiği sol eleştirilere itiraz etmenin o sınıfsal konumu idrak etmesi konusunda kimseye hayrı olmayacaktır.[44]

Hattizatında bu toplumsal adalet temelli reform ajandasının amacı, insanların böylesi bir sınıf bilinci düzeyine ulaşmalarına ve meslek, akademi ve altkültür temelli gruplar yerine kitle hareketlerine hizmet eden ilkeli örgütlenme araçlarını kolektivize etmelerine mani olmaktır.

Görünüşte fiili pratikte her türden önyargıdan arınmış gibi görünen postmodern kültür, pozitivist tembelliğin en berbat biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olur, kimliklere göre tasnif işlemine alışılmasını sağlar.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında solcuların savundukları Marksist materyalizm, bugün yeni-postmodernilerin duyarcılık dalgası için kayıp bir göndergeden ibarettir. Kimse, radikal ve eleştirel teorinin temellerini bilmeden Marksist sol konusunda yeni fikirler ortaya atamadığından, sınıf indirgemeciliğine vurgu yapan bakış açısı, önemini hiçbir şekilde yitirmemektedir.

Oysa Marksist yöntem, aynı anda hem eklektik hem nihilist hem de görecelikçi olmadan, indirgemeci olmamayı başarır. Bu özelliğiyle Marksizm, bilim, iktisat, kültür ve hukuk gibi alanları ele alma konusunda daha önemli bir yerde durur.

Marksizm aynı zamanda, sermayenin boyunduruğunda yaşadığımız sürece tüm postmodern teorilerin toplamından daha iyi bir sosyal teori ortaya koyar.

Bu tespit, tarihsel zamanı gündeme getirir.

Jacobin dergisinin Youtube kanalında Ağustos 2021’de gerçekleştirilen “Tarihin Kullanım ve Suiistimal Edilme Biçimleri” başlıklı tartışmada Adolph Reed ve Walter Benn Michaels, bugünde gündeme getirilen geçmişin politikayla ilgisiz olduğunu söylüyor.[45] Burada esasen Michaels’ın Göstergenin Biçimi çalışmasında aktardığı analiz tekrarlanıyor. O çalışmada Michaels, bugün ırkçılık karşıtlarının köleliğin, Yahudi soykırımının veya Kızılderili soykırımının önemini abartmalarının genel manada siyasetten ziyade ontolojiye ait meseleleri dile getirme ihtiyacından kaynaklandığını söylüyor. Postmodernizm, postyapısalcılık ve post-tarihsicilik bağlamında konuşan Michaels, dünyanın sınıflar yerine kimliklere bölündüğünü ve inançlar yerine öznel konumlara göre organize olduğunu söylüyor.[46] Michaels’a göre, bir kişinin ecdadının köle olması veya Yahudi soykırımında öldürülmüş olması, o kişinin yürüteceği politikanın toplama kamplarında ve başka zulümlerde öldürülenlerin torunları da dâhil, tüm insanların hayatlarını iyileştirmekle ilgiliyse eğer, önem arz etmiyor. Tıpkı deneyim gibi tarihe ve hatıralara yönelik başvurular da bazen insanlarca neredeyse her şeyin birer kılıfı olarak ele alınıyorlar. Michaels’ın argümanını takdir etmekle birlikte, tarihin kimliği meşru kılma çabası ile sınırlı görülemeyecek meşru kullanım biçimleri olduğunu söylemek gerekiyor.

Duyarcılık, eşitlik taleplerinde bulunana dek makro-politik meselelere eğilemeyeceğimizi söylüyor. Bu talepler, egemen sınıfla ve onun temsil meselesini aşmış neoliberal ideolojisiyle bağlantılı olduğu için, bu yaklaşım, toplumsal hayatı daha da karmaşıklaştırıyor. Duyar adacıkları, amacı, sınıf bilincini teknokrat-sibernetik sınıfın duyguları, tıkları ve başka fetişlerinde çözmek olan birer küçük evren.

Bugün dar arkadaş çevresinden oluşan siyasetçiler, tam da bu sebeple duyarcılık ideolojisini, kendi grubu içindeki alışverişleri için gerekli besin kaynağı olarak görüyorlar. Bu sınıfsal katmana göre sermayenin iktidarına karşı konulamayacağından, bu sınıfın meclisteki somut yetkileri somut özneleri yansıtmanın yollarını arıyor. Bu kişiler, bizi temsil etmiyorlar. Sırf bize benzemelerini istediğimiz için bize benziyorlar.

Bugün CIA, kesişimselcilik fikrine uygun düşen personelinin reklâmını yapıyor. Amerikan kara kuvvetleri de aynı yolun yolcusu. O da Rus federasyonunun sömürge olmaktan çıkartılması önerisinde bulunuyor.[47] Ama sırf bu güçler, zulüm karşıtı davaları temellük ediyor diye onları terk edecek değiliz. En azından “kimlik grupları” kategorisi belli belirsiz tanımlanıyor olsa da politik açıdan yekpare bir olgu olmaması sebebiyle, bahsi edilen grupların bu türden temellük etme biçimlerini eleştirmeleri pek mümkün değil.

Bugün insanlara kapitalizm koşullarında daha iyi temsil edilme imkânları değil, tarihsel zamanı ve insani varoluşu toplumsal ihtiyaçlarla uyumlu kılmak için gerekli olan stratejileri geliştirecek örgütler lazım.

Bilinç, tarihsel zamanı özgürlükçü toplumsal değişime yol açacak politik çerçevelerin içine taşır.[48] Sosyalizmde işçi sınıfı, yüksek ücretlerle ve kısa vadeli kazanımlarla tatmin olan özel bir sınıf olmaktan çıkar. İşçi sınıfı, yalnızca sınıflı toplumu, kapitalist üretim ilişkilerini ve özel mülkiyet rejimlerini ortadan kaldırmanın yolunu aradığı vakit evrensel bir sınıf hâline gelir.

Buna karşılık, duyarcılık, ölmeye yüz tutmuş meslek sahibi-yönetici orta sınıfın küçük burjuva politikasıdır. O, müesses nizamın savunulmasına yönelik bir yöntemdir.

Duyarcılığa saldıran muhafazakârlar, bu saldırı dâhilinde ancak radikal taklidi yapabilirler. Sağ, bugün ancak özel muhitlerdeki elitlerin politik doğruculuğuyla dalga geçtiği vakit işçi sınıfıyla aynı telden çalabilmektedir. Geri kalan tüm icraatları, hile ve aldatma amaçlıdır.

Duyarcılığı sadece sol eleştirebilir, çünkü toplumsal değişime açık olan ve çelişkileri esas alan zaman anlayışına bir tek sosyalizm sahiptir.

Duyarcılığın derdi, tarihsel değişim değil, ebedi varolma biçimleridir. Kapitalizmle alakalı hiçbir konuyu derinlemesine inceleme gereği duymaz. Onun başında, kapitalist komuta kademesinin sahip olduğu halenin benzeri bulunmaktadır. Duyarcılığın bugün neoliberalizme teslim olmuş postmodern akademi, medya ve kültür endüstrisinde bu denli başarılı olmasının sebebi budur. Hiçbir fark yaratmasa da farklılıklar üzerinden ideolojik bağlaşıklığı sağlamak adına çeşitliliği kullandığı için duyarcılık, çelişkili bir işleve sahiptir. İnsanlar kapitalizmle mücadele ettiklerinde, kısa vadeli duyarcılık denilen o fikri atıp insanın özgürlüğü ve eşitliği ile ilgili uzun vadeli vizyona sahip olurlar. Böylece tarihsel zamanın yükünü sırtlanan insanlar, bugün tehlikede olan insanlığın bekası için dövüşürler.

Marc James Léger
2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Dustin Guastella, “We Need a Class War, Not a Culture War,” (25 Mayıs 2020) Jacobin; Ben Burgis, “We Don’t Need a Culture War. We Need a Class War,” (18 Aralık 2020) Jacobin.

[2] Bu iddiayı dillendiren isimlerden biri de Chantal Mouffe’tur. Bkz.: For A Leftist Populism (Londra: Verso, 2018) eBook, s. 12.

[3] Örneğin bkz.: “Onward Barbarians,” (Aralık 2020), Endnotes.

[4] Bkz.: Verso Books, “Is Socialism Just a Western, Eurocentric Concept? with Nivedita Majumdar,” (21 Mart 2017), Youtube.

[5] Bianco’dan aktaran: Dan Kovalik, Cancel This Book: The Progressive Case Against Cancel Culture (New York: Hot Books, 2021) s. 26-7.

[6] Bkz.: Ashley J. Bohrer, Marxism and Intersectionality: Race, Gender, Class and Sexuality Under Contemporary Capitalism (New York: Columbia University Press, 2019) ve Nancy Folbre, The Rise and Decline of Patriarchal Systems: An Intersectional Political Economy (Londra: Verso, 2021). Ayrıca bkz.: Ellen Meiksins Wood, “Why Class Struggle Is Central,” Against the Current (Eylül/Ekim 1987) s. 7-9.

[7] David Roediger, Class, Race and Marxism (Londra: Verso, 2017) eBook, s. 37.

[8] Erik Olin Wright, Classes (Londra: Verso, 1985) s. 9.

[9] Eric Olin Wright, “Review Essay: Is Marxism Really Functionalist, Class Reductionist, and Teleological?” American Journal of Sociology 89:2 (Eylül 1983) s. 452-9.

[10] Bkz.: Richard C. Lewontin, Biology as Ideology: The Doctrine of DNA (Concord: House of Anansi Press, 1991).

[11] Richard Levins ve Richard Lewontin, The Dialectical Biologist (Cambridge: Harvard University Press, 1985) s. 2.

[12] Irk indirgemeciliği eleştirisi için bkz.: Barbara J. Fields ve Karen E. Fields, Racecraft: The Soul of Inequality in American Life (Londra: Verso, 2012).

[13] Bkz.: Kaan Kangal, “Engels’s Emergentist Dialectics,” (1 Kasım 2020), MR.

[14] Marx’tan aktaran: V.I. Lenin, State and Revolution (Şikago: Haymarket Books, [1918] 2014) s. 70.] [(pottage) s. 63.]

[15] Engels’ten aktaran: Lenin, State and Revolution, s. 52.

[16] Tom Carter, “The ideological foundations of Critical Race Theory,” (29 Ağustos 2021), Wsws. Kendilerini tarif ederken sınıf indirgemecisi tabirini kabul eden solculara örnek olarak bkz.: “Antiracism Can’t Overcome Capitalism – Adolph Reed and Walter Benn Michaels,” (5 Ağustos 2021), Youtube.

[17] Lenin, State and Revolution, s. 70-1.

[18] Lenin 2017: Remembering, Repeating, and Working Through, Yayına Hz.: Slavoj Žižek (Londra: Verso, 2017).

[19] Todd Chretien, “Introduction: A Beginner’s Guide to State and Revolution,” Lenin, State and Revolution içinde, s. 31-4.

[20] Jules Townshend, “The ‘truth’ of Kautsky: Comments on ‘Kautsky in the 21st century’,” Sayı 139 (Eylül 2021), Platypus.

[21] Urban Dictionary sitesindeki “Sınıf İndirgemeciliği” başlığı için bkz.: Urban.

[22] Yanis Iqbal, “Tackling the US Left’s Class Reductionism,” (29 Temmuz 2021), Hampton.

[23] Adolph Reed Jr., “The Myth of Class Reductionism,” (25 Eylül 2019), Newrepublic. Ayrıca bkz.: Adolph Reed Jr., “Why Black Lives Matter Can’t Be Co-opted,” (23 Temmuz 2021), Nonsite.

[24] Bkz.: Preston H. Smith, “Which Black Lives Matter?” Catalyst 4:3 (Güz 2020).

[25] Asaid Haider, “How calling someone a ‘class reductionist’ became a lefty insult,” (25 Temmuz 2020) Salon.

[26] Walter Benn Michaels ve Adolph Reed Jr., “The Trouble with Disparity,” (10 Eylül 2020) Nonsite.

[27] Ronald W. Cox, “A Left Critique of Class Reductionism,” Class, Race and Corporate Power 8:2 (2020), Digitalcommons.

[28] Bu meselelerin ince yönleri konusunda Adolph Reed ile Ellen Meiksins Wood arasında cereyan edilen ve şu çalışmada aktarılan tartışmaya bakılabilir: Yayına Hz.: Diane E. Davis, Political Power and Social Theory (Bingley: Emerald Publishing Limited, 2006).

[29] Ben Burgis, “Racial Essentialism and the 2020 Election,” (17 Kasım 2020), Medium; Noah Berlatsky, “Why ClassFirst Leftists Are Wrong,” (5 Aralık 2020) Medium; Ben Burgis, “Noah Berlatsky’s Critique of My Alleged ‘Class First Leftism’,” (7 Aralık 2020) Medium.

[30] Catherine Liu, Virtue Hoarders: The Case Against the Professional Managerial Class (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2021).

[31] Tema Okun, “White Supremacy Culture Characteristics” (2021), White.

[32] Bkz.: Eric London, “Audio recording refutes Hannah-Jones’ claim that she was falsely quoted by the World Socialist Web Site,” (27 Kasım 2019), Wsws. Nikole Hannah-Jones, “The Idea of America” [1619 Projesi’nin baş makalesi], The New York Times Magazine (18 Ağustos 2019) s. 14-22.

[33] Bkz.: Don McIntosh, “Talking Socialism | Catching Up with AOC,” (19 Mart 2021), Dsausa.

[34] Slavoj Žižek, “Class Struggle or Postmodernism? Yes, Please!” Judith Butler, Ernesto Laclau ve Slavoj Žižek, Contingency, Hegemony, Universality: Dialogues on the Left içinde (Londra: Verso, 2000) s. 108.

[35] Slavoj Žižek, The Relevance of the Communist Manifesto (Cambridge: Polity, 2019) s. 14-16.

[36] Örneğin bkz.: Douglas Lain, “Class Consciousness vs. the Fiction of ‘Class First’ Politics,” YouTube (19 Aralık 2020). Bu konuyla ilgili olarak bkz.: Jodi Dean, Comrades (Londra: Verso, 2019).

[37] Jodi Dean, Comrade: An Essay on Political Belonging (Londra: Verso, 2019).

[38] tripleC dergisinin 2018 yılında çıkarttığı özel sayıya bakılabilir: Karl Marx @ 200: Debating Capitalism & Perspectives for the Future of Radical Theory, Triple. Ayrıca bkz.: Michael Hardt ve Antonio Negri, “Empire, Twenty Years On,” New Left Review, Sayı 120 (Kasım-Aralık 2019) s. 67-92.

[39] Jeff Weaver, How Bernie Won: Inside the Revolution that’s Taking Back Our Country – And Where We Go From Here (New York: Thomas Dunne Books, 2018) isimli çalışmada yer alan “On Berniebros, Hillbots, the Russians, Alt-Right Racists, and a Whole Lot of Really Great People,” başlıklı bölüm, ekitap, s. 190-216.

[40] Bkz.: Alain Badiou, Saint Paul: The Foundation of Universalism, Çeviri: Ray Brassier (Stanford: Stanford University Press, [1997] 2003); Alain Badiou, Philosophy and the Event, Çev.: Louise Burchill (Cambridge: Polity, [2010] 2013).

[41] Bkz.: Slavoj Žižek, “Tolerance as an Ideological Category.” Critical Inquiry, Sayı 34 (Yaz) s. 660-82.

[42] Fish’ten aktaran: Derrick A. Bell, “Who’s Afraid of Critical Race Theory?” University of Illinois Law Review 1995:4 (1995) s. 900.

[43] Jo Freeman, “The Tyranny of Structurelessness” (1970), Jofreeman. Ayrıca, Roediger’in Class, Race, and Marxism dergisinde o talihsiz üslup tartışmasına ve dayanışma kavramına yönelik itirazına bakılabilir.

[44] Mark Fisher, “Exiting the Vampire Castle,” (23 Kasım 2013), Opendemocracy.

[45] Jacobin, “The Uses (and Abuses) of History – Adolph Reed and Walter Benn Michaels,” (6 Ağustos 2021), Youtube.

[46] Bkz.: Walter Benn Michaels, The Shape of the Signifier: 1967 to the End of History (Princeton: Princeton University Press, 2004) s. 17.