28 Nisan 2017

,

Venezuela


Senin Oğlun Değil miyim Venezuela,
Bırak Hizmet Edeyim Sana
1959’da, Küba Devrimi’nin zafere ulaşmasından 23 gün sonra Caracas’ta yaptığı konuşmada Fidel Castro Ruz, kendisine has o sağgörüsüyle şunları söyledi:
“Venezuela, Amerika’nın en zengin ülkesidir, Venezuela halkı, sivil ve askeriyle her tür zorluğa göğüs gerecek bir halktır. Burası Kurtarıcı’nın vatanıdır, tüm Amerikalı halkların birliği fikrinin filizlendiği yerdir. Venezuela, tüm Amerika halkları arasında kurulacak birliğin öncüsü olmalıdır. Biz Kübalılar, onu destekliyor, bu ülkeye saygı duyuyoruz.”
Venezuela’nın Latin Amerika tarihindeki öncelikli yerine kavuşması için kırk yıl geçmesi gerekti. Simon Bolivar’ın düşüncelerine sadık bir isim olarak Hugo Chavez, büyük bir güçle, kıtamızın ilerici ve solcu düşünceler lehine bir dönüşüme maruz kalmasını sağladı. 1959’daki Küba devriminden beri onun gibi birisi gelmedi. Halklarımız ve hükümetlerimiz arasında kurulacak birlik ve bütünleşmeyle alakalı düşünceler, Fidel’in 1959’da yaptığı ikazdan beri oluşma imkânı bulamadı. Oysa tarihi, coğrafî konumu ve doğal zenginliği ile bir tek Venezuela, tarihin akışına devrimci bir itki verebilirdi.
O andan itibaren Bolivar Devrimi, ABD’deki yönetici sınıfın emperyal çıkarları konusunda bölgedeki en önemli engel hâline geldi. Washington, Bush yönetiminde ufak kimi ayarlamalarla ciddi saldırılar gerçekleştirdi. Bu saldırılar, Obama döneminde de devam etti. Bugün Donald Trump hükümeti, saldırıları bir biçimde güncelliyor. Bu, Küba halkının onlarca yıl çilesini çektiği kuşatma ve saldırı yüklü tarihe çok benzeyen bir tarih. Aynı deneyimi Şili’de Salvador Allende hükümeti de yaşadı. Kapitalist sistemin dayattığı emperyalist mantık, alternatif projelerin karşısına hep aynı şekilde dikildi.
Venezuela halkı ve hükümeti, direniş ve mücadele konusunda kahramanlığını kanıtladı. Başkan Nicolás Maduro döneminde ülke, tüm o cesareti, onuru ve yurtseverliği ile iyice devleşti. ABD emperyalizminin ve bölgedeki uşakları ve oligarkların saldırıları ve çıkarttıkları engellere rağmen Maduro’nun yüzünde yenilmişlik, zayıflık veya bitkinlikten eser görmedik.
Bugün dünyadaki devrimciler için yegâne seçenek, Bolivar Devrimi ve Başkan Maduro ile omuz omuza olmaktır. Fidel’e ve Chávez’e hürmet göstermenin tek yolu budur. Halklarımızın birliği ve bütünleşmesi ile ilgili düşünceler, ancak bu şekilde takdis edilebilir. Eğer bölünürsek, yok oluruz. Tıpkı Fidel’in o unutulmaz konuşmasında yaptığı ikazda dile getirdiği gibi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Latin Amerika ve Karayipler’in tarihi, bu itiraz edilemeyecek hakikatin en somut delilidir:
“[…] eğer Amerika’yı kurtarmak istiyorsak, eğer toplumlarımızı hürriyete kavuşturmak niyetinde isek, Latin Amerika denilen o büyük toplumu kurtarmak derdinde isek, Küba Devrimi’ni, Venezuela devrimini, kıtamızdaki tüm ülkelerin devrimini kurtarmak istiyorsak, o zaman birbirimize daha fazla yakınlaşmalı, somutta birbirimizi daha fazla desteklemeliyiz. Tek başına kalırsak ve bölünürsek, başarısızlık kaçınılmazdır.”
Emperyalist ve oligarşik güçlerin Venezuela’ya son yaptığı saldırı konusunda ben ancak Jose Marti’nin bir vakitler sarfettiği şu sözü dile getirebilirim: “Senin oğlun değil miyim Venezuela, bırak hizmet edeyim sana.”
Elier Ramirez Cañedo
27 Nisan 2017
,

Venezuela Alevler İçinde


“Venezuela Alevler İçinde” başlığı ülkede fesadın kol gezdiğini ifade ediyor aslında. Bu fesat güçler, Bolivarcı devrimci hükümet mi, ona karşı olanlar mı yoksa hükümet içinden birileri mi? Ülkeyi ateşe verenler kimler?
Ülkenin kuşatma altında olduğuna dair haberler karşısında aklımı bir dizi soru kurcalıyor. Amerika’daki ana akım medya Maduro’yu desteklemiyor. O, kendi halkını ezen, demokrasisini boğan, tarihte tanık olduğumuz zorbalara benzer bir diktatör olarak resmediliyor.
Peki bu doğru mu?
Her şeyden önce ABD’nin kendi güneyine yönelik politikası konusunda berbat bir sicile sahip olduğunu bilmeyen yok. Onlarca yıl CIA birçok plan hazırladı, liderleri öldürdü, ekonomileri maniple edip aristokrat toprak sahibi kesimin halk karşısında güçlenmesini sağladı (Delil olarak şu kitaba bakılabilir: John Perkins, Confessions of an Economic Hit Man, [“Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”] Penguin Group, 2004).
Güney Amerika, ellilerden, Allen Dulles’ın geliştirdiği fikirlerden beri, CIA için önemli bir eğitim sahası olageldi (Kennedy suikastının emrini muhtemelen Dulles verdi. Bkz. David Talbot, The Devil’s Chessboard: Allen Dulles, the CIA, and the Rise of America’s Secret Government, HarperCollins Publishers, 2016).
Dolayısıyla bugün Venezuela’da fesadın kol gezdiğini anlamak hiç de zor değil. Her şeyden önce, ülkedeki Bolivarcı Devrim tam da Costa Gavras’ın tarihî filmi Kayıp’ın (Universal Pictures, 1982) senaryosuna cuk oturuyor. Başrollerinde Jack Lemmon ve Sissy Spacek’in oynadığı film gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Lemmon’ın muhteşem oyunculuğu ile can verdiği başroldeki baba, muhafazakâr ve dindar bir kişi. Bu adam, 1973 Şili darbesi esnasında “kaybolan” oğlunu aramak için Şili’ye gidiyor. Darbe esnasında sosyalist cumhurbaşkanı Salvador Allende hükümeti devriliyor (Allende muhtemelen katlediliyor, ama onun Pinochet yandaşlarının ateşi altında olan başkanlık sarayında kendisini vurduğu iddia ediliyor). Filmdeki küçük bir sahnede karanlık gölgeler hâlinde, CIA ajanları çıkıyor karşımıza.
Sonraki yıllarda Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu üzerinden Kissinger’ın Pinochet ile iş pişirdiği, CIA’in cezaevlerinden devşirdiği birliklere yetkiler verildiği, aralarında Amerikalı çocukların da bulunduğu çok sayıda insanın öldürülmesi suretiyle sosyalist hükümetin rahatsız edildiği, özünde bu Kayıp filminin gerçek olaylara dayanan bir belgesel olduğu anlaşılıyor. O dönemde Amerika’nın sırf “demokrasiyi savunmak adına” “kımıldayan her şeyi vuruyor ve her yer kızıl kanla kaplanıyor.”
ABD’nin Şili’de gerçekleştirdiği kanlı darbeden 44 yıl sonra bugün aynı şeyin Venezuela’da yaşanıp yaşanmadığı sorusu tüm canlılığı ile orta yerde duruyor. Geçmişte Latin Amerika’da ABD, ölüm mangaları, silâh zulaları ile birçok ülkeye müdahil olmuştu. Ta 1823 tarihli Monroe Doktrini’nden beri ABD güneyin her karış toprağının koruyucusu olduğunu iddia edip durdu. Bu doktrin, ABD’nin genlerine işlemiş bir kod artık.
Reuters, New York Times, Washington Post, World News Tonight gibi yerlerde Venezuela’ya dair çıkan haberlerde kandan, gösterilerden, yiyeceğin bulunmadığından, insanların açlıktan öldüğünden, ülkenin alevler içinde olduğundan bahsediliyor. Devlet Başkanı Maduro’nun bir canavar olduğu söyleniyor ve ona hakaretler yağdırılıyor.
Oysa tuhaf olan şu ki Hugo Chávez’in kurduğu Chávezcilik çizgisi, millileştirme, tüm yurttaşlar için sosyal yardım programları, neoliberalizme, bilhassa IMF ve Dünya Bankası’na karşı muhalefeti öngörüyor. Chávezcilik, katılımcı demokrasiyi ve işyeri demokrasisini teşvik ediyor. Örneğin Chávez, millileştirilmiş petrol gelirlerini ülkenin en yoksulları lehine işleyen sosyal programların gelişimine vakfetti. Bunlarda sorun yok, asıl soru şu: Maduro, bu ilkeleri ihlal etti mi yoksa onlara arka çıkmayı sürdürdü mü?
Bugün her şeye rağmen yüz binlerce şair, yazar, uluslararası analizci, gazeteci, sosyal ve politik aktivist Nicolás Maduro ve Chávezciliğin devrimci mirasını destekliyor. Bu insanlar ülke içerisinde ve dışında sağcıların darbe girişimlerini mahkûm ediyorlar.
Tüm dünya genelinde aydınlar “Venezuela’da Onlara Geçit Yok” bildirisine imza attılar. Bu, hakikati dillendirmeyi ve Bolivarcı Devrim’i korumayı amaçlayan uluslararası hareketin adı.
Bugün neden tüm dünya genelinde onca aydın, yazar, gazeteci ve analizci Maduro’yu destekliyor, Amerikan Devletleri Örgütü’nü ve ABD’yi kınıyor, sağcıların gösterilerle hükümeti yıkmaya çalıştıklarını iddia ediyor?
Genelde aydınlar, göz korkutma ve sindirme amaçlı taktikleri mi yoksa eşitlik, demokrasi ve tarafsızlık ilkelerini mi desteklerler? Onlar, Maduro’da bahsi edilen taktikleri mi yoksa ilkeleri mi görüyorlar? Gerçek şu ki binlerce insan, onda bu ilkeleri buluyorlar.
Her şeyin ötesinde bugün savaş, Venezuela’nın ruhu ile ilgili. Yeni gerçekleştirilmiş Bolivar Devrimi risk altında. Devrimci hareket, Venezuela’daki kitlelerce destekleniyor, Chávez eliyle harlanan ateş tüm ülkeyi sarıyor. Chávez, o kitleleri bataklığın dibinden çekip çıkartan isim.
Bir kez daha Güney Amerika ve Orta Amerika’da aynı hikâyeye tanıklık ediliyor. Amerikan medyası, dışişleri bakanlığı ve gazetelerde gördüğümüz isimlerin anlattığı hikâyeye inanmak mümkün mü?
Robert Hunziker
27 Nisan 2017
,

Onlara Geçit Yok!


Tüm dünya genelinde önde gelen kimi aydınlar, alçakça ve insafsızca yürütülen dezenformasyonun hedefi olan Başkan Hugo Chávez’in devrimci projesini ileri taşıyan Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin meşru başkanı Nicolás Maduro Moros’a desteklerini ifade ettiler.
Venezuela’da Onlara Geçit Yok çağrısına cevap olarak İnsanlığı Savunma Ağı Küba Şubesi Frei Betto gibi aydınların ağzından, Papa Francis’in Venezuela’da barışı sağlama girişimlerini desteklediklerini ve ABD’nin müdahalesini kınadıklarını bildirdi. Meksikalı felsefeci Fernando Buen Abad, bu dayanışmanın tüm dünyanın bir sorumluluğu olduğunu söyledi ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün Venezuela’nın altının oyulmasında oynadığı aktif rolden bahsetti. Genç siyaset bilimci Arantxa Tirado da ülkeye yönelik devam eden saldırıları kınadı ve “sağcıların Bolivarcı seçmenlerin anayasal düzlemde tayin ettikleri politik gidişatın yönünü değiştirmeye kararlı” olduğunu söyledi. Basklı aydın Katu Arkonada, Komutan Chávez ile başlamış olan egemenliğe, sosyal adalete ve bölgesel bütünlüğe bağlı olan Venezuelalıların saldırılara maruz kaldığını, onlar için uluslararası kampanyanın başlatılmasının acil olduğunu ifade etti.
Kübalı şair ve yazar Robert Fernández Retamar’ın yorumu ise şu şekildeydi: “Yirminci yüzyılın sonunda olağanüstü bir isim olan Hugo Chávez’in başkan olmasıyla Venezuela yeni bir döneme girdi, bu dönemde Simón Bolívar’ın tayin ettiği, Fidel Castro’nun José Martí ile birlikte çizdiği yoldan yüründü. Bizim Amerika’mızın liderlerinin bıraktığı görevi ifa etmeyi sürdürmek zorundayız. Kendi çağımızın bu en muhteşem projesini yenilemeliyiz. Bu, iptal edilemeyecek bir görevdir.” Kahramanca mücadele yürütmeyi bilmiş Beş Kübalı grubunun içinde yer alan Gerardo Hernández ve Antonio Guerrero da İnsanlığı Savunma Ağı’nın parçası olarak emperyalizmin politikalarının hatasına ve dezenformasyon kampanyalarındaki yanlışlığa vurgu yaptı ve bu tür girişimlerin kamuoyunu insan hakları ile ilgili olarak maniple ettiğini, ulusal egemenliğe saldırdığını, dost Venezuelalıların teşkil ettikleri toplumu istikrarsızlaştırmaya çalıştığını söyledi.
Bolivarcı Devrim’in desteklenmesine dönük çalışmalara çok sayıda şair, yazar, sanatçı, analizci, gazeteci, sosyal ve politik aktivist katılıyor: Joao Pedro Stedile, Papaz Raúl Suárez, Hugo Moldiz, Fernando Rendón, Isabel Monal, Hildebrando Pérez Grande, Hernando Calvo Ospina, Guillermo Castro, Nayar López Castellanos, Carlos Fernández Liria, Osvaldo León, Chiqui Vicioso, Montserrat Ponsa, Irene León, Antonio Elías, Eva Golinger, Carlos Aznárez, Rafael Cancel Miranda, Gayle McLaughlin, Iñaki Gil de San Vicente, Alex Anfruns, Arnold August, Tim Anderson, Jorge Veraza, Carlos Molina, Bill Fletcher, Ilka Oliva Corado. Bu ve daha birçok insan, Nicolás Maduro’nun meşru bir başkan olduğunu, içteki muhalefetin darbe girişimlerini mahkûm eden devrimci Chávezci mirası savunmak gerektiğini ifade ediyor.
18 Nisan 2017
Kaynak
,

Ne Macron Ne Le Pen

Fransa’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu sona erdi. İkinci tur Macron ve Le Pen arasında geçecek.
Anketler, zaten çok uzun zamandır Marine Le Pen’in ikinci tura kalacağını söylüyordu. Macron ise Sosyalist Parti’deki dağınıklık sayesinde ikinci tura kaldı.
Süreçte herkes, solcu cumhurbaşkanı aday adaylarına dair şakalara tanıklık etti. Benoît Hamon’un seçilmesi sonrası birçok solcu, Manuel Valls önderliğinde gemiyi terk etti ve böyle birine güven duyabileceklerini ortaya koydular.
İlk turda Sosyalist Parti iflas etti. Hatta öyle ki parti, kampanya masraflarını kıt kanaat karşılayabilecek bir sonuca ulaştı.
Fillon’un kampanyasını dinamitleyen bir dizi skandal, süreci onun aleyhine çevirdi. Böylelikle Macron, at koşturabileceği bir alan buldu kendisine.
Macron Bizim Sınıfımız İçin Ne İfade Ediyor?
Ne Cumhuriyetçiler ne de Sosyalist Parti ikinci tura kaldı, esasında hiçbir şey değişmedi.
Eğer Macron, Sosyalist Parti’de olmasaydı, burjuva medyanın takdim etmekten hoşlandığı yeni veya farklı bir siyasetçi olamazdı.
Onun Holland hükümetinde ekonomi bakanlığı yapmış olması, bize karakteri hakkında çok şey söylüyor. Holland döneminde işçi sınıfına ve halka karşı bir yığın saldırı gerçekleştirildi (Sorumluluk Anlaşması, ANI-Ulusal Mesleklerarası Anlaşma, Macron Kanunu ve İş Kanunu). Macron’a göre, ciddi tepkilere yol açan iş kanunu (El Khomri Kanunu) yeterli değil, on tane daha kanun çıkartılmalı!
Burada Fillon’un ilân ettiği, topluma karşı yürütülecek yıldırım harbinden başka bir şey önerilmiyor.
Tartışmalar, toplantılar ve mülâkatlar esnasında Macron, programının özünü ifşa etmeme konusunda azami bir dikkat gösterdi.
Macron, ne pahasına olursa olsun, sadece boş formüller önerip durdu. Farklı görünmeye çalışsa da bu farklılık sadece görünüşteydi. O siyaseten ham ve taze olduğunu söyleyip durdu, ısrarla genç olduğundan bahsetti.
Derine indiğimizde onun halka karşı savaşa hazırlandığını anlıyoruz. Holland’ın beş yıllık iktidarı sonrası ikinci döneme hazırlanıyor. Yerel hükümetlerden 10, devletten 25, toplumsal sahadan 25 milyar avroyu bulan bir tasarrufu öngördüğünü söylüyor.
İş kanunundan çıkartılan tazminatla ilgili tavan değer yeniden masaya getirildi. Macron, işsizlik yardımını düşürmek istiyor.
Diğer yandan cumhurbaşkanı adayı, Fransa’nın emperyalist ve işgalci gücünü artırmak istiyor. Holland’ın isteği üzerine savunma bütçesinin GSMH içerisindeki payını yüzde iki artırmak niyetinde, ayrıca bir aylık zorunlu askerliği gündeme getirecek.
Sistem dışı bir isimmiş gibi takdim edilen Macron, aşina olduğumuz bir siyasetçi.
Süreç içerisinde Bayrou ve Valls’in destekçilerinin ödüllendirileceğine hiç şüphe yok.
Kapitalist Sistemde Faşizmin Yükselişi
Marine Le Pen’in ikinci turda seçilmesi zayıf bir ihtimal olsa da faşizmin yükseliş eğiliminin yeni hükümetin kurulacağı dönemde daha da hızlanacağını görmek gerek.
Ulusal Cephe, politik hayat içerisinde belirli bir istikrara kavuştu, kampanyası dâhilinde belirlediği konu başlıklarının gündemi belirlemesini sağladı. Artık bu partinin son seçimlerde alt edilmesi ve belirli bir seçmen kitlesine kavuşmasına mani olunması pek mümkün değil.
Macron, sadece faşizmin bu yükseliş eğilimini pekiştirmeye yarayacak.
Finans kapitalin temsilcisi olarak Macron, sadece kapitalizmin krizinin yükünü işçilerin sırtına yüklemek dışında bir şey yapmayacak.
Ulusal Cephe, “küreselci” Macron’a karşı korumacı politikayı önererek nüfuzunu artıracak ve işçi sınıfını bölmeye devam edecek.
Macron adına dağıtılmış bir bildirinin faşizmin yükselişini durdurması mümkün değil.
Faşizmi durduracak tek şey, oluşturulacak bir cephe, geniş kitlelerin, emekçi mahallelerin ve işyerlerinin örgütlenmesi, ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı tüm işçiler arasında yapılacak çalışma, burjuvazi ve devletine karşı devrimci mücadelenin kavuşacağı net stratejik çizgidir.
Faşizm, ayrıca dünyanın tüm mazlum işçileri ve halkları, bilhassa Fransız emperyalizminin zulmettiği halklarla kurulan uluslararası dayanışma ile durdurulabilir.
“Ne Vatan Ne Patron
Ne Le Pen Ne Macron”
Partimizi Güçlendirelim, Kavgaya Hazırlanalım!
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine karşı halkı seferber etmeye mecburuz.
Dayanışma, oy sandıklarında değil, sokakta inşa edilir. Hepimizin beklediği, iktidar karşıtı gerçek güç, ancak bu sayede teşkil edilebilir. Önümüzdeki beş yıllık dönemde yoğunlaşacak mücadelelere şimdiden hazırlanmak gerekmektedir.
Proletarya, faşizmin yardımına başvurmaya hazırlanan, saldırgan emperyalist burjuvaziye karşı mücadeleyi kazanmak için partinin genelkurmaylığına ihtiyaç duymaktadır. Sosyalist devrime doğru ilerlemek için MKP’nin pekiştirilmesi, güçlendirilmesi gerekmektedir. Faşizme doğru ilerleyişi bir tek sosyalist devrim durdurabilir. Kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan çelişkileri ve yol açtığı krizleri bir tek o çözüme kavuşturabilir.
Burjuvazinin seçimine karşı devrimci boykot yolunu açmak için sınıfın birliğini devrimci temelde geliştirmek amacıyla 1 Mayıs boyunca çalışmalar yürüteceğiz.
Ne Macron, ne Le Pen, seçimleri boykot et!
Nerede zulüm varsa, orada direniş vardır!
Proletaryayı emek karşıtı tedbirlere ve faşizmin yükselişine karşı örgütleyelim!
Maoist Komünist Parti
27 Nisan 2017

25 Nisan 2017

,

Dayanışma, Hürriyet ve Zafer

Filistin için mücadele etmiş olan Lübnanlı devrimci, 33 yıl hapse mahkûm olmuş olan Corc İbrahim Abdallah, 24 Nisan’da, tutsak bulunduğu Lannemezan Hapishanesi’nde Filistinli tutsakların açlık greviyle dayanışmak amacıyla üç günlük açlık grevine gideceğini duyurdu.
Abdallah, bu greve hapishanede bulunan Faslı, Cezayirli ve Tunuslu tutsaklarla ayrıca Basklı yoldaşlarıyla katılacak.
17 Nisan’da başlayan açlık grevine 1.500 Filistinli politik tutsak katılıyor. 24 Nisan itibarıyla tutsaklar, bir dizi talebin dillendirildiği grevlerinin ikinci haftasına girdiler. Talepler arasında hücre cezasının kaldırılması, idarî gözaltıyı ve suçlanmaksızın ya da yargılanmaksızın mahkûmiyet verilmemesi gibi başlıkları içeriyor.
Aralarında Mervan Barguti, Kerim Yunis, Kâmil Ebu Haniş, Enes Ceradat ve Vecdi Cevdet gibi isimlerin bulunduğu grev liderleri, Celami Hapishanesi’nde hücreye konuldular. Bu süreçte tutsakların aile ziyaretlerine izin verilmiyor, tutsaklar saldırılara ve teftişlere maruz kalıyor.
1984’ten beri Fransız hapishanelerinde tutsak bulunan Corc İbrahim Abdallah, Filistin için mücadele etmiş bir Lübnanlı komünist. O 1999’dan beri serbest kalma imkânına sahip olmasına karşın, 32 yıldır hapiste tutuluyor. ABD, İsrail ve Fransa, devlet düzeyinde onun özgür olmasını sağlayacak tüm çaba ve girişimlere mani olmaya çalışıyor. Abdallah, geçen yıl Filistinli tutsak Bilal Kayed’in gerçekleştirdiği ve 71 gün süren açlık grev de dâhil birçok açlık grevi süreciyle dayanışma içerisinde oldu. 14,5 yıllık mahkûmiyetinin sona ermesi ardından mahkemeye çıkartılmayan veya herhangi bir suçlamayla yüzleşmeyen Kayed, o grev öncesi idarî gözaltına tabi tutulmuştu.
Samidoun Filistinli Tutsaklarla Dayanışma Ağı, Corc İbrahim Abdallah’ın ve diğer tutsakların hapishanelerde gösterdiği dayanışmayı selamlar, Abdallah’ın Filistinli tutsaklar hareketindeki liderlik rolüne ve onlarca yıl parmaklıklar ardında olmasına karşın mücadeleyle kurduğu, o hiç zayıflamayan bağa vurgu yapar. Corc Abdallah ve tüm Filistinli tutsaklar muzaffer ve özgür olacaktır!
Samidoun
23 Nisan 2017

24 Nisan 2017

,

Sayfiye Sınıfı


Yukarıdan bakılınca sadece şekil görülüyor. Kendi şekline önem verenler, sadece şekil görmek derdindedirler. Yapılan analizler, herkes açısından bir tezahürdür. Nasıl görülmek istiyorsanız onu görüyorsunuzdur; tersi de doğrudur.

Bu açıdan AKP 2010, en erken 2007’den beri solun radarındadır. Bunu sorgulayan tek bir kişiye bile rastlanılmamaktadır. 2010’daki haritaya bakıp “işte bizim kitlemiz bu yüzde 42” demişlerdir. Şimdi aynı cümle, yüzde 49, hatta daha fazlası için dillendiriliyor. Buradan da sağ toplamın erimeye başladığına dair ümitvar analizler yapılıyor. Sağın da solun da sahipleri sınıfsal analize tabi tutulmuyor.

* * *

Orhan Gökdemir gibi isimler, referandum günü TV ekranlarında gördüğü, renkli haritayı gerçek ve kerteriz kabul ediyorlar.[1] Bu nedenle, kısa vadede emek-sermaye, ezen-ezilen ayrımı üzerine kurulu teori ve siyaset, doğalında gerici ve yanlış kabul ediliyor. Bu isimlere göre aslolan, sahil kesimi ile iç kesimler arasındaki kavgadır.

Bu tür yüksek teorisyenlerin ve siyasetçilerin analizlerinin gerçekte bir karşılığı yoktur. Onlar, kendilerinin tanrı olduğu yanılsamasıyla mutlu mesut yaşama derdindedirler. Ve asla aşağı inmezler. Teorik zeminleri Grek-Elen panteonudur, siyaset, felsefe, oradan sorulur. Batı gibi tarih de oradan başlar. Ama hiçbirisi, Atina ve Sparta arasındaki ayrıma bakma gereği bile duymaz, çünkü onlar için asıl düşman Perslerdir.

Bugün İslamî kesimdeki Pers-İran-Şia düşmanlığı da bu Batı çizgisiyle karındaştır. Liberal tezvirat, bu çizgi üzerinden biçimleniyor. Söz konusu düşmanlığa dair tüm tespitler, örtük olarak Batı’ya yaranmaya dair sözler içermek durumundadır. Pers’in karşısına Osmanlı, İran’ın karşısına Türkiye, Şia’nın karşısına bir tür Saray Sünniliği çıkartılıyor, Osmanlı, Türkiye ve Saray Sünniliği, Batı’nın suyuna daldırılıyor.

* * *

Referandum sonrası oluşan ve ekranlarda sergilenen haritaya bakıp değerlendirmede bulunmak, şekle kilitlenip arka planı görmezden gelmek, artık kesinlikle tesadüfi, kazara, yanlışlıkla değildir. Bu görmezlik hâli, kastidir ve esas olarak Omerta kanunlarına tabidir. Mafyalaşan düzende birilerine de Omerta kanunlarına uymak, bile bile susmak düşmektedir. “Rumeli ürünü cumhuriyet”, bunu emretmektedir.

Görülmeyen, gösterilmeyen bir boyut da herkesin 23 Nisan’a, o çizgiye örgütlendiği koşullarda, küçük çocukların olduğu, onları asker olmaya özendiren kliplerin, kamu spotlarının çekilmesidir.

Bugün Kur’an kursu gericiliğinden kurtarmaya çalıştıkları, bisiklet öğretmek istedikleri çocukları asker, pilot vs. yapmak istiyorlar. Geri kalan da holifest gibi burjuva eğlence dünyasına örgütleniyor. Veya Shell emperyalizminin reklâmında görüldüğü üzere, tuvaletleri bile “sıcak ve samimi” olan bir dünyaya çağrılıyor.

Ama o tuvalette Aylan Kurdi’ye yer yoktur. Çünkü onun yurdunu cehenneme çeviren, Shell’dir. Shell, LGBT çalışanlarına destek sunan, kapsayıcılık ve çeşitliliğe önem veren, “ilerici ve çağdaş” bir kuruluştur.[2]

Omerta da burada devreye girer. Shell’in kirinin gizlenmesi şarttır. Çünkü o, Ortadoğu halklarını özgürleştirmek için gelmiştir.

Doksanlardan itibaren reklâm, promosyon, halkla ilişkiler, insan kaynakları literatürü ile sol-sosyalist literatür arasındaki ayrım, silikleşmiştir. Kadrolar, bu bilip de susma dünyasına uygun bir eğitimden ve pratikten geçiriliyorlar. Ölen ölür, kalan sağlar onlarındır.

* * *

Orhan Gökdemir, TV ekranında gördüğü haritaya bakıp analiz kasarken, görmemizi istemediği, o haritayı kimin çizdiği, altta neyin yattığı, gizlenen çatlaklardır. Burjuvazinin seçiminde ortaya çıkan iki üç renge göre siyaset yapmak; işte asıl burjuva siyaseti budur. Gökdemir’e göre sağcı Anadolu, “Balkan Harbi boyunca Balkanlardan göçüp bu bölgeye yerleşen, yığılan kitle”dir.

Yazının sonunda ise Gökdemir, insanlara “gâvurluk, gayrimüslimlik” yapacağını, yapmak gerektiğini söylüyor, Balkanlar’da olduğu gibi o sağcı kitleyi kıyımdan geçirmeyi telkin ediyor. Gökdemir, hem gerici olan Balkan göçmenlerinden söz ediyor hem de cumhuriyetin Rumeli ürünü olduğunu söylüyor. Bu saçmalığı izah edecek gevezelik, onun dilinde illaki vardır.

* * *

Oysa mesele, devlet ve burjuvazidir. Bir mafya bir mekâna çöker, idaresini bir gence bırakır ve o gencin tüm hayatı o mekânı koruma çabasından ibaret hâle gelir. O genç, bir taş üstüne taş koymaz.

Sivas, Malatya, Kayseri gibi yerlerde, özellikle gayri Müslimlerden çalınan mal-mülkle insanların ilişkisi budur. Ve devlet, bu şehirlerdeki halkı her daim o malı geri almakla tehdit etmiştir.

Altmışlarda Muğla’da bir Alevi aileye sulak arazi vermiş, sonra onu alıp Sünni aileye teslim etmiş, iki aile birbirine düşmüş, “sulhu sağlamak” (gene) devlete düşmüştür. Devlet, bazen kedi-fare oyunu oynar, bazen herkesi birbirine düşürür, gerçeğin tek hâkimi olduğunu anımsatır.

Bir araştırmaya göre, seksenlerde bile Ermenilerin bir gün gelip mallarını geri alacakları korkusu hâkimdir Sivas gibi yerlerde. Bu bölgelerde hâlâ Ermeni gömüleri, altınları ile ilgili masalların anlatılması da buradadır. Bugün Ermeni, bir hayalet gibi aramızda dolaşıyor hâlâ. Devlete de buradaki düzeni sağlamak için elindeki sopayı sallamak düşüyor.

* * *

Solun dinle ve milletle ilgili eleştirileri, özünde devletin sopası olabilme iradesiyle alakalıdır. Oralardaki politik çatlakların görülmemesinin, görülmek istenmemesinin, “SDP Yozgat” diye oralarda olma hâliyle dalga geçilmesinin sebebi buradadır. Sol, dindeki ve milletteki sınıf mücadelesinden kaçma ihtimalidir.

Devletle, devletin sopasıyla düşünüldüğü, solculuk körü körüne din ve millet düşmanlığı olarak kurgulandığı sürece, sonuç hep bu olacaktır.

Asıl mesele, her yerde ve her şeyde çatlağı, zayıf halkayı bulmak, sınıf mücadelesiyle hareket edebilmektir. Bu mücadele, solu da, dinî, millî kesimleri de keser. Bu kesimleri mücadeleden bağışık kılmaya çalışanlar, devlete hizmet ediyorlardır.

* * *

Mehmet Ali Aybar, altmışlarda Kürd illerinde Barzani çizgisiyle ilişki kurar, üç beş miting kalabalık geçer, seçimlerde yüksek oy alınır, o havayla batıya gelir, sosyalizm, parti gibi konularda çark etmeye başlar. Aybar, geniş kitle söz konusu olunca kitap ve eğitim meselesinin geri plana atılmasını söyler. Bu talimat, parti içerisinde tartışmaya neden olur.

Tartışmaların yaşandığı dönemde bir arkadaşı Can Yücel’e şunu söyler: “Aybar hoca öyle demek istememiş. ‘Benim ailemin bir tarafı ilmiye, diğeri seyfiye sınıfından, ben nasıl böyle bir şey söyleyebilirim, teori önemsiz nasıl derim?’ diyor”. Aybar’a kızgın olan Can Yücel arkadaşına şu cevabı verir: “Evet, Aybar’ın annesi ilmiye, babası seyfiye sınıfından, ama kendisi de sayfiye sınıfından”.

Bugün gelinen noktada hâkim olan, işte bu sayfiye sınıfıdır. Burjuva siyasetinin ürettiği renkli haritalara bakıp analiz yapanlar, bu haritaları diledikleri gibi yorumluyorlar. Hayalleri, o komünizm tasavvuru bile bir sahil kasabasında yaşamakla alakalıdır. Onların kendilerine verilmiş üç kuruşluk malın bekçiliğini yapmanın çilesini, oradaki asli yoksulluğu anlamaları mümkün değildir.

Mülkün ortaklaşması iradesi, o görmedikleri, “gitmesek de gelmesek de bizim” dedikleri bölgelerde de mevcuttur. Devletin bu iradeye karşı sallayıp durduğu sopası olmak isteyenlerin o Anadolu’ya düşmanca bakmaları, görevleridir.

Referandum sonrası sağın eridiği analizini yapanların görmediği gerçek budur. Sırf sopa sallansın diye Ermenicilik vs.cilik yapanların derdi, ne Ermeni, ne Süryani, ne Rum’dur. Halk düşmanlığıdır.

Devletin Kafkas ve Balkan göçmenlerine salladığı sopa olmak değil, o göçmen, mülteci halkların sopası olmaktır anlamlı olan. Yeter ki su aksın, çatlağını bulacaktır.

Eren Balkır
24 Nisan 2017

Dipnotlar:
[1] Orhan Gökdemir, “Fırtınadan Önce”, 22 Nisan 2017, Sol.

[2] “Shell’de LGBT Çalışanlarımıza Verilen Destek”, Shell.

23 Nisan 2017

Ankaragücü


Ankaragücü:

İmalat-ı Harbiye’den Menemen Yiyen Futbolculara


“Arjantin’de kızlar
orda hayat var
hepsinin elinde
8310 var
ayaklarda ox var
prada bot var
..anızı ...iksin
tüm garibanlar”

Ankaragüçlülerin tribünlerinden zaman zaman yükselmiş olan bu slogan, bugün takımın bulunduğu durumunda özetidir aslında. Ekmek kavgası tasasından uzak yaşamlarını sürdürenlerin keyfi yerindedir, fakat varoluşunu futbol üzerinden biçimlendirmeye çalışan taşralının Ankaragücü sevgisi, kendini bu düzen içinde sisteme ağır söylemlerle saldırmaktan başka çare bırakmamakta. Kökleri geçmişe uzanan bir işçi-taşralı ruhunun 100 yıllık temsilcisi kulüp, şu anda PTT 1. Lig’de 13 maçta 1 galibiyet alarak son sıraya demir atmış durumdadır.

Prada bot giyenlerin Türk futbolunu endüstrileştirirken ortaya koydukları çarpık ve seçkinci uygulamalar, dün “Atatürk adına düzenlenen” bir kupanın, kazananı olmalarına karşın, Ankaragücü’nün temelini atan İmalatı-ı Harbiye takımını oluşturan işçilerin kirli ellerine verilemeyeceğini söylemekten geri durmuyorlardı. Bugün de futbolu yönetenler, zenginlik içinde yüzen kulüplerin milyonlarca borçlarını yapılandırmasına yardımcı olurken, devlet desteği onlara her türlü sağlanırken ve yapılan tüm manevralarda İstanbul’un üç kulübünün menfaati gözetilirken 100 yılı aşkın tarihiyle ülke futbolunun en köklü kulübü Ankaragücülü futbolcular tesislerde kendi hazırladıkları menemeni yiyerek kulübü ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Menemen lezzetli ve güzel bir yemektir, fakat adaletin olmadığı bir düzende değil…

Peki Ankaragücü nasıl doğmuştur? Halk takımı oluşunun bir kökeni var mıdır? Ve geçmişten günümüze hangi anlam dünyasından doğmuş hangi düşüncelerin temsilcisi olmuştur?

Ankaragücü’nün kuruluşu 19. yy Osmanlı Devleti’nin askerî alandaki sanayi hamlelerinden biri olan silah imalatı ve tamiri yapan “İmalat-ı Harbiye” adındaki askerî fabrikaya kadar dayanır. Bu fabrikaya kalifiye eleman yetiştirmek üzere açılan İmalat-ı Harbiye Mektebi’nin son sınıf öğrencileri olan Şükrü Abbas ve Agâh Orhan önderliğinde Altınörs İdmanyurdu ve Turan Sanatkargücü futbol takımlarının tescili için 1910 yılında ilgili makama başvuru yapılır. Bu kulüpler, zaten 1904 itibariyle fabrikanın çeşitli birimleri arasında oluşturulan takımlar arasında oynanmaya başlayan futbolun işçi temelinde kurumsallaşmasının ilk ürünleridir.

Bu iki kulüp ve temsil ettikleri askerî sanayi fabrikası, 1. Dünya Savaşı’yla birlikte başlayan işgal süreciyle birlikte kapanır. Bu fabrika işçileri futbol oynamayı bir kenara bırakarak, bu futbol takımlarının ve yöneticilerinin çekirdeğini oluşturduğu İmalat-ı Harbiye direniş örgütünü kurarlar, İngiliz ve Fransızların denetiminde olan Cibali ve Cinci meydanlarındaki silâh depolarına baskınlar gerçekleştirirler. Kurulan bu yeraltı örgütü, işgal kuvvetlerinin el koyduğu silâhları baskınlarla ve farklı yöntemlerle ele geçirerek Ankara’ya gönderilmesini sağlarlar. Kurtuluş Savaşı’nın ihtiyacı olan askerî sanayi işçiliğinin bu önderleri, önce Eskişehir’e daha sonra da Kurtuluş Savaşı’nın merkezi olan Ankara’ya gelmek durumunda kalırlar. Gelişen süreç içerisinde şu anda merkez binası Tandoğan’da olan Makine Kimya Endüstrisi’nin ve ülkenin en eski işçi takımı olan MKE Ankaragücü’nün temelleri böylece atılmış olur.

1910 yılında kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk sınıfsal işçi örgütlenmelerinden Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti’nde aktif olarak görev alan isimlerden beşi aynı zamanda Turan Sanatkaran ile Altınörs İdmanyurdu’nun kurucularıdır. Bunlardan biri de son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve ilk TBMM’ye “ilk işçi milletvekili” unvanıyla giren Numan Usta’dır. Yine Altınörs İdmanyurdu’nun sağ beki olan Ali Tunalı’da Cumhuriyet’in ilk yıllarında çeşitli işçi önderlikleri ve etkinliklerinde bulunduktan sonra 1935’te işçi mebusu olarak TBMM’ye seçilmiştir ve vekillik süresi dolunca tıpkı Numan Usta’nın yaptığı gibi tekrar fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamıştır.

İmalat-ı Harbiye fabrikasının Ankara’da yeniden kurulmasıyla bu fabrikanın bünyesinden çıkan Altınörs İdmanyurdu kulübü 1920 yılında Anadolu Sanatkarangücü adı altında yeniden kurularak futbolun Ankara’ya gelmesini sağlar. Bu kulübün ambleminde bir örs ve örse çekiç vuran bir el vardır. Yine Ankaragücü’nün kökenini oluşturan Turan Sanatkargücü de ağzında çekiç sıkıştırılmış bir kumpastan oluşturan amblemiyle 1922 yılında kurulur. Bu iki kulüp 1933 yılında Ankaragücü adı altında birleşecektir. Çeşitli nedenlerle defalarca kapatılıp yeni isimler altında bazen sivil bazen askerî bir kimlikle futbol etkinliklerini sürdürürken kulübü kuranların, oynayanların ve izleyenlerinin işçi kimlikleri hep ön planda olmuş, yeniden kuruluş hâlindeki bir şehri sahiplenen tüm halkın sempatisini kazanmış ve böylece futbolun Ankara’da kitleselleşmesini sağlamışlardır. 1933 yılındaki Ankaragücü’nün 14 kişilik kadrosunun tamamı MKE’de işçidir. Adı “amele takımı”na çıkan kulüp, bu nedenle zaman zaman mıntıka ligine alınmamıştır.

Yukarıda anlattığımız Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında İstanbul’da oluşturulan çeşitli liglerde işgalci takımlarla Galatasaray ve Fenerbahçe mücadele etmişlerdir. Ankaragücü’nün kökenini oluşturan futbolcular ve yöneticiler salt bir silâhlı mücadeleye girişirken ve işgalcilerle “gerçek toplarla” oynarken İstanbul’un bu iki büyük takımı ise onlarla aynı liglerde futbol topu oynamışlardır. Hatta işgalci kuvvetlerin komutanlarından General Harrington adına düzenlenen kupayı Fenerbahçe kazanmış ve kupayı işgalci generalin elinden almıştır. İşte bu futbol etkinlikleriyle işgalci güçlerin can sıkıntılarını gideren emperyalist futbolun yüzyıllık taşeronu bu kulüpler, bugün de yalı çocuklarının, birtakım iş adamlarının ve devlet erkânının can sıkıntılarını gideren eğlenceye dönüşmüştür.

Simon Cuper’in futbol teorisi Ankara’da çökmüştür. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelerek Ankara’ya yerleşen kalabalık yığınların sadece bir kısmı bu şehrin takımlarıyla bütünleşirken birçoğu bu yeni şehirle olan adaptasyonlarını İstanbul takımları üzerinden gerçekleştirmeyi tercih etmiştir. Fenerbahçe’nin Ankara’daki Fenerium mağazaları trilyonlarca ciro yaparken Ankaragücülü futbolcular kışın o en zor şartlarında bile devre arasında yırtık, ıslak ve çamurlu formalarını değiştirecek ikinci formalarına sahip değillerdi.

Ankaragücü’nün bu hâle düşmesinin nedeni nedir? Bu hâlin nedeni, çeşitli dinamikler arasındaki çekişmeler yanında, aslında endüstriyel futbola karşı boyun eğiştir. 

Özellikle varoşlarda ve ortanın altı gelir durumuna sahip kesimde taraftar bulan bu kulüp, maalesef taraftar desteğiyle yeniden ayağa kalkacak ekonomik bir tabandan mahrumdur. Bu durumda onu istedikleri gibi sağa sola çekmeye çalışan Ankara’nın yerel egemenleri, aralarındaki ihtilaflara ve hırs mücadelelerine Ankaragücü’nü kurban etmişlerdir.

İkinci ligde oynadığı dönemde dahi Türkiye Kupası’nı ve zamanın Cumhurbaşkanlığı kupasını almayı başaran bir takımdır Ankaragücü (1980-81). Bir iki kez küme düşmüşse de Süper Lig’de en uzun sezon geçiren Anadolu kulüplerinden biridir. Taraftarı, yoksunluktan ve egemen İstanbul takımlarına karşı direnişten aldığı güçle sert tavırlara yönelmişse de bu tavırlar, ülke tarihindeki adaletsiz süreçlerin bir sonucu olarak görülmelidir. Zengin bir taraftar söylemiyle amatör dönemlerin taraftar ruhunu hâlâ yaşatan nadir takımlardan birisidir. Ülke futboluna yön verenlerden Fenerbahçe’nin şike sürecinde ceza almaması için attıkları yüzlerce takladan sadece bir tanesini Ankaragücü için atmalarını istemek hakkımızdır. Onun sesine kulaklarını tıkayanların pasını da girişte paylaştığımız tezahüratın son mısrası silmeye devam edecektir.

Yusuf Soyyiğit
2012

22 Nisan 2017

Asgarî


Ayşe Çavdar da Cem Küçük gibi konuşuyor.[1] İkisi de olmayan sınırlarda, olan sınıflar adına hareket ediyor.

Bir ideolojik alan tarif ediliyor. Bu alan, memleket olarak kodlanıyor. Tıpkı zamanında “Mustafa Suphi buraya yabancıydı, ölmesi doğal” diyenler gibi, bir şeyler yabancı damgası yiyor, üzerine damga vuruluyor. Bu isimler, vurdukça yola getirilenler, “gocuklu celebin sopası daha kalkmadan” hizaya gelenler.

AKP, o hizadan bakılarak eleştiriliyor. “AKP’nin 2002’de bir özü vardı da oraya dönülecek” zannedenler fena yanılıyorlar; aynı yanılgı, “İslamcı, kara bir öz var, o hiç değişmedi” diyenlerde de mevcut. Doğan Çetinkaya’da da bu var. İki kesim de aynı kalıpta düşünüyor. O kalıbı devlet belirliyor.

AKP’nin İslam’la, İslamî siyasetle, İslamî direnişle hiçbir alakası yok. O, bir devlet projesi, refleksi, kurgusu, en az CHP kadar…

Doksanlarda Deniz Baykal “Anadolu İslamı” diyordu. Bu ayar 28 Şubat’la aynı frekanstan. Ayşe Çavdar’ın ayarı da öyle. İçe sinmiş bir Şubat soğuğu bu, ısınmak için solcu-liberal gevezelikler de yetmiyor. Hep hedef, akademide bir koltuk, bir de çek defteri…

Aynı frekansta Baykal bugün, “Halep Sünni şehri” tespitinde bulunuyor. Şimdilerde de referandumu tasdikleyerek “2019’da görüşürüz” diyor. Bugün solun akademiden ve çek defterinden hayata bakan kesimi, Baykal’a örgütleniyor, Cem Küçük gibi konuşuyor. Özetimiz, hülâsamız bu.

Bu açıdan İsmail Kılıçarslan’ın “evet manyağız” demesinin bir anlamı yok. Çünkü o, aylar önce Cem Küçük’ün sözüne benzer sözler sarfetmiş, aynı telden birilerine “marjinal” demişti.[3] Devlet bekası bakiyeyi de sıfırladı. Biraz “aykırı” laflar ediyormuş gibi görünenler, yürütülen pazarlık sonucu hizaya getirildiler.

Burada İslam ve İslamcılık bulmak, kolaycılık. “Hazır düşmüş, bir tekme de biz vuralım, yolumuzu bulalım” kolaycılığı, kaz getireceklere teslim olmayı beraberinde getiriyor. Hesaba, zımni anlaşmaya da dikkat etmek lazım: devlet içre düşünme imkânı, onun ayak işlerini yapmak, kısa vadede cazip geliyor. HSBC’den aranan kişinin tutuklanmasına sevinenler, üzülsünler, kendilerine düşen işi artık devletin kendisi yapıyor. Onlar başka iş aramalı.

Cem Küçük, işsizliğin başka bir tezahürü. Sol gibi konuşuyor Küçük. Yalçın hocası gibi laflar diziyor. Sadece atın sahibi adına sufle veriyor. Eski siyasetnamelerde “aslan” mecazı kullanılıyor. Anlaşılan Erdoğan “at” mecazına başvuruyor. Liberal zihniyette devlet “çekilmesi gereken kötülük”. O devlet mülkün sınırlarını çiziyor, ilişkileri tarif ediyor, orada kuruluyor. Birliktelik ve onun geleceği ondan soruluyor. “Bugün İslam, yarın da sosyalizm olur” diyenlerin bir geleceği bulunmuyor. Dolayısıyla, ideolojik bir yarışın mânâsı yok. Varsın, ezilenin-yoksulun fiilî mücadelesi olacaksa bugünün İslamî hareketi ve/veya sosyalizmi olsun! Ama bu mümkün değil. Çünkü herkes, İslam’ı da sosyalizmi de gerçeğin kendisinden daha fazla biliyor.

Cem Küçük’ün dilinde “İsrail”, “insan” ve “kadın” kelimeleri yan yana diziliyor. Alıştığımız bir sentaks, bilindik bir gramer bu. Arkadaşı Barlas Jr. O Mavi Marmara’dakilere “siyasi” diyor. Erdoğan da çeşitli muhtar sohbetlerinde “ideoloji düşmanlığı” yapıyor. “Tek ideoloji, tek teori ve tek politika devletindir, gerisi batıldır” diyor.

Fukara Müslümanlar, o hakk hanesine kendilerine ait kelimelerin girmesiyle avunuyorlar. O kelimenin mânâsı umurlarında değil. İçi geçmiş, dişi çekilmiş olan girebiliyor içeri. Devletle mücadele yürütülmediği için ideolojik, teorik ve politik mücadele de verilemiyor. Demek ki o limandan Mavi Marmara nükleer atık gemisi olarak ayrılmış, siyasileşmiş ve zararlı hâle gelmiş İslam’ı alıp gitmiş. Bu istenmiş. Kişiyle Allah arasında, budünyayla alakası olmayan işe başkalarını bulaştırmış olan dışarlıklı ve zehirli mahlûkat böylece temizlenmiş. Çok modernist ve çok tarihselci değil mi bu, daha ne istiyorsunuz?

Bu nedenle saf kardeşlerin, küçük derneklerine çağırmayı İslamcılık zannedenler türüyor bugünlerde. Bunlar da iktidar pratiğine eklemleniyorlar. Çünkü onlar da meseleyi özel ve kendilerine has bir pratiğe indirgiyorlar. Müslüman’ın müşterek çilesiyle hemhal olmak, zûl kabul ediliyor. Devlet, ya kendisine benzeterek ya da kendisinin belirlediği ölçülere bölerek ilerliyor. Devlet, halka hükmetmediğini, her daim hükmedemeyeceğini ilikleriyle, genleriyle biliyor. Her fırsatta onu kendisiyle birlikte kurmak, kodlamak zorunda.

Cem Küçük’e düne kadar “İslamcı” diye küfredenler, bugün nedense susuyorlar. Charlie Hebdo bilincinin cumhuriyet yürüyüşüne örgütlendiğini görmeyenler, bugün mızmızlanıyorlar, “CHP meclisten çekilsin” diyorlar. Bunlar son pazarlıklar, son sızlanmalar. “Hadi hepimiz CHP’ye, meclise” demenin öncesindeki adım bu. Liberal ve sosyal demokrat ağlara yakalananlar, küçük burjuva şımarıklıkla hareket ediyorlar. Meclis CHP’nin hâlbuki, bunlar tarih de bilmiyorlar.

Cem Küçük’ün “savaşa hazırlanın” dediği kesimin “manyak” dediği kesimle alakası yok demek ki. O zaman IŞİD denilen, bölgedeki manyakları temizleyen “sinek tuzağı”nı askerî bir işlem, operasyon olarak görmek gerek. Azamî ölçeği anlamak için asgarî ölçüye dikkat kesilmek lazım.

Ayşe Çavdar’ın sınırından dışarı çıkan, “dışarlıklı olan” bu elektrikli tellerle örülü sınırlarda yok ediliyor.

Asgarî program-azamî programı devletle ve devletten okumak şart. Bu tür isimler bu yüzden sınır çalışıyorlar. Kimin yurttaş olduğunu kimin olmadığını tayin ediyorlar, etmek istiyorlar. Ellerinde görünmeyen silâhlar var. Bir de açık olanı gizlemek, gizli olanı ifşa etmek için şu tür cümleler kuruyorlar: “Ya bizim bu konferanslarımıza neden Amerikalılar katılıyorlar ki?” Onlar başımıza inen demokrasi, özgürlük ve ilerleme bombaları. Bunların bir kısmı AKP’li oldu geçmişte, Cem Küçük gibilerin ileride CHP’li olmasına kimse şaşırmasın.

Herkes her şeyi gayet iyi biliyor. Akademinin çek defteri, o konuşuyor. Ata, at binene yönelik rahatsızlığa aldanmamak, mazrufla şaşırmamak lazım bu açıdan. Bütün kolektif pratiğin iğdiş edilmesi görevi onlara verilmiş. Devlet, asla tekboyutlu işlemiyor zira.

Bu cihette, Gezi’de tüm imkânları tüketmiş iradenin referandum havasıyla hız alacağını sanmak, büyük yanılgı. 1 Mayıs’a üç kişi daha getirmek dışında, kimsenin bir ufku yok. Bu yanıyla örgütçülükten başka bir çıkış mümkün değil.

Aslında aslolan, örgütlülük. Örgütçülük, olmayan örgütlülüğü gizlemek, olan “örgüt”ü göze sokmak için var. Buraya odaklanmak gerekiyor. Benzer bir örgütçülük, ağababaları CHP’de de söz konusu, zaten her şey oradan öğreniliyor. Kadrolar öncesinde, şefler sonrasında CHP’yi siyaset okulu olarak görüyorlar.

O da bu tufanda, ilerleyen süreç için(de) kendisini koruyor, kendisini merkeze alarak yürüyor, kendisiyle düşünüyor. O şahdamarı, AKP kadar CHP’yi de kesiyor. Aynı kandan besleniyor. O damara kan vermenin kimseye hayrı bulunmuyor.

Kimse, “burası bizim, bizden olmayan gebersin” diyerek yükseleceğini sanmasın. Kaldıysa bir çift göz, alttakilere baksın.

Eren Balkır
22 Nisan 2017

Dipnotlar:
[1] Ayşe Çavdar, “İslamcı Haset, İntikamcı Devlet”, 22 Nisan 2017, Not Defteri.

[2] Y. Doğan Çetinkaya, “Cem Küçük’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği ve İslamcılık”, 20 Nisan 2017, Başlangıç.

[3] Bir eleştiri için bkz.: Eren Balkır, “İsmail Küçükarslan Sen Busun”, 27 Şubat 2017, İştiraki.

19 Nisan 2017

Ontolojik Siyaset


Referandum Sonrası Yeni Dönem: Ontolojik Siyaset


Referandum ya da daha doğru kavramıyla plebisit sona erdi. Hiçbir tereddüt yaşamaksızın hayır cephesinin kazandığı rahatlıkla görülmektedir. Bu oylamanın resmî sonucu evet çıksa da böyledir. Büyük bir şaibe ve manipülasyon yaşandığı ve oylamanın sonucunun gayrı meşru bir karaktere büründüğü halk tarafından gayet iyi bilinmektedir. Diğer yandan evet cephesinin istediği sonucu elindeki tüm devasa olanaklar ve kullandığı tüm baskı ve zor araçlarına rağmen elde edemediği, büyük bir şok ve moral bozukluğunu ne kadar gizlemeye çalışsa da yaşadığı görülmektedir. Oylama meşru değildir, halk kitlelerinin büyük bir kısmından ret almıştır ve bunu gayet iyi bilen iktidar cephesi, yönetememe krizinin ve beraberinde gelecek siyasi krizin bu anlamda devam edeceğini gayet iyi bilmektedir. Burada oylama sonrası siyaset alanının ve demokratik-sosyalist siyasetin odaklanması gereken noktaları özet biçiminde tartışmaya çalışacağız. Bu noktada iki başlık açacağız. İlk başlık, siyaset alanının daralması probleminin yerini siyaset alanının yönelimsellik kaybı ve nesnesizleşmeye bıraktığını, ikinci olarak da Heidegger’in ontik-ontolojik ayrımının ontik siyasete sıkışmış olmanın yarattığı krizi aşmada bize sağlayabileceği olanaklar ele alınacaktır. Sonuç olarak Türkiye muhalefet cephesi bileşenlerinin gerçek bir demokratik buluşma gerçekleştirebileceği ontolojik “uzamlar” yaratabilme gerekliliğinden bahsedeceğiz.

Siyaset Alanının Daralması Fenomeninin Yerini Nesnesizleşme ve Yönelimsellik Yitimine Bırakması

Politik teorinin uzun süredir gündeminde olan konu, siyaset alanının daralması fenomeniydi. Bu fenomen, daha çok modernlikle beraber bireyin özel hayatının örgütlenmesini sağlayan zorunlulaştırılmış koşulların onu kamusal hayatın dışına itmesiyle ortaya çıktı. Bireyin yaşamını sürdürebilmesi için dâhil edildiği zorunlu çalışma, emek, tüketim süreçleri insanın zaten “politik” bir varlık olmasından dolayı ortaya çıkan kamusal varoluşunu ve bu varoluş üzerinden yaşadığı siyasal katılım ve özgürlük deneyimini profesyonelleştirilmiş bir sektör olan politikaya devretti. Bu profesyonel sektör, politikayı yalnızca maddi refah toplumu amacına dönük bir araç hâline getirdi ve kitlenin politik alanın dışına itilmesiyle beraber politikaya olan yabancılaşmasına ve politik pathosyitimine yol açtı.

Politika, yalnızca belli dönem aralıklarıyla yapılagelen seçim ritüeline dönüştürüldü. Ve bu ritüelin hiçbir şeyi yine de değiştirmediğini gören kitleler, yalnızca politikaya değil siyasi bir özsellikle yüklü olan tarihsel varoluşsallığına da yabancılaştı.

Ancak bu daralma fenomeninin bugün negatif anlamda aşıldığı görülmektedir. Yani daralma fenomeni, yerini siyaset alanının nesnesizleşmesi, Husserlci yönelimsellik kavramı bağlamında düşündüğümüzde yönelimsel nesne yitimine bırakmıştır. Husserl’in hocası Brentano’dan devralarak felsefe geleneğimize armağan ettiği yönelimsellik kavramı, bilincin sürekli güncellenen edimselliğini ifade eder. Bilinç daima bir şeyin, …-nın bilincidir. Yani bilinç, daima bir şeye doğru yönelimin, kastın, özne ve nesne arasındaki mesafeyi dolduran fiiliyle yüklü bir karaktere sahiptir ve bu fiil, onun hem nesnesiyle karşılaşmasını hem de nesnesini yaratmasını sağlamaktadır. Bu anlamda bilinç, özneden nesneye doğru hareket eden bir temsilin özne metafiziği aracılığıyla kurgulanmış ve mutlaklaştırılmış bir yapısı değildir. Yönelimsellik, bilincin bizzat özne-nesne ilişkisinin kendisine olan devinimini ifade eder. Ve bu devinimin ürettiği bağlamlarda demin de söylediğimiz gibi nesnesiyle hem karşılaşmasını hem de onu yaratmasını ifade eder.

Siyaset alanı, uzun zamandır özne ve nesne arasındaki mesafeyi dolduran bu yönelimsel fiilden yoksundur. Yönelimsel analizin temelinde duran fenomenolojik araştırmanın kendisini konumlandırdığı alan, şeyin bizzat kendisiyle, görünme yani tezahür etme tarzları arasındaki farktır.

Şeyin kendisine, yani hakikatine yaklaşabilmenin koşulu da bu aradaki farkı gidermedir. Husserl, bizzat bu nedenden dolayı “zu den sachen selbst”, yani “şeylerin kendisine” ifadesini ilkeleştirmiştir. Çünkü şeyin kendisiyle aramızda şeyin farklı tarzlarda belirmesi, zuhur etmesi, görünüşe gelmesi bulunur. Neo-liberal dünya dönemi, siyasetin tüm seksiyonlarında şeyin kendisiyle tezahürleri arasındaki farkları giderebilmenin politik olanaklarını yok ettiği için, siyaset hem nesnesiyle karşılaşabilecek hem de nesnesini yaratabilecek yönelimsel edimlerini üretemez vaziyete gelmiştir.

Bunun en acı bedelini tüm kanatlarıyla sol-sosyalist siyaset yaşamıştır. Çünkü sol-sosyalist siyasetin “şey” olarak hakikatiyle, tezahürleri arasındaki mesafe, neo-liberal sisteme karşı ontolojik bağışıklık yitirildiği için o kadar açılmıştır ki sol siyaset, yönelimsellik yitimiyle birlikte hem bir nesnesizleşme hem de hakikat kategorisini tüketme sonucuyla karşı karşıya kalmıştır.

Bugün siyaset alanındaki kriz, artık bir daralmadan da öte, buraya kadar geçilen özette de iddia edildiği gibi, yönelimsellik kaybı ve nesnesizleşme ile ilgilidir. Bilinç, nasıl bir şeyin, yani …-nın bilinci ise siyasi bilinç de siyasi bir “şey”in, yani siyasi bir …-nın bilincidir. Ancak bu siyasi “şey”, bugün belirsiz, muğlak, içi boş bir mantıksal nokta hâline getirilmiştir.

Referandum sonrası süreç, bu yönelimsellik kaybını ve nesnesizleşmeyi de aşacak bir olanağa dönüştürülebilir. Muhalefet cephesini bir araya getiren “şey” artık AKP değil siyasi bir şeyin, siyasi bir …-nın bilinci olacaktır. Ve bu yeni bilinç, yönelimsel edimlerini ürettiğinde siyasi krizin ana halkalarından birini çözebileceğini görecektir.

Politik Bağlamda Ontik/Ontolojik Ayrımı

Heidegger’in metafizik/ontoloji tarihini eleştirirken ürettiği bu kavramsal ayrımı politik bağlamda düşünmenin yazının ilk bölümünde iddia edilen yönelimsellik, kaybı-nesnesizleşmeden dolayı yaşanan politik alan krizinin aşılmasında bize olanaklar sunabileceği varsayımını ele almak istiyoruz. Bu, bugün için güncel Türkiye siyaseti bağlamında daha çok düşünülmesi gereken bir öneri olarak okunabilir.

Ontik-ontolojik olarak dile getirdiğimiz ayrım, Heidegger’in varolan-varlık ayrımı olarak da belirlediği ve metafizik/ontoloji tarihi eleştirisinde temele aldığı kilit bir bağlamdır. Ona göre, metafizik hep varolanı düşünmüş ve varlığı düşünmeyi unutmuştur. Metafizik, varolanı varolan olarak sorguladığı için varolanda takılıp kalmış ve “Varlık” olarak varlığa yönelememiştir. Felsefî terminolojinin özel alanına çok dalmadan anlatmaya çalışalım.

Heidegger’in varolan olarak belirlemeye çalıştığı kavramsallık insanı, animal rationale ya da subiectum ya da özne olarak tasarımlayan metafiziğin bu özneye “göre” belirlediği tüm “şey”leri ifade eder. Bundan dolayı bilimlerin araştırma nesnesi olarak belirlediği doğa alanındaki tüm nesne ve nedenler, insanın biçim ve içerik bakımından anlamlı kıldığı tüm şeyler, zihinsel, ruhsal, psişik, zamansal, estetik tüm belirlenimler, bu anlamda varolanlardır. Sandalye bir varolandır, sayı da bir varolandır.

“Nitekim hakkında konuştuğumuz, bir kanaat beslediğimiz, şu veya bu şekilde ilişki kurduğumuz her şey bir varolandır. Ayrıca neliğimiz ve nasıllığımız içindeki bizler de birer varolanız. Varlık ise öylelik ve neden-nasıllıkta, gerçeklikte, mevcut-oluşta, kalıcılıkta, geçerlilikte, Dasein’da, ‘vardır’da yatmaktadır.” (M. Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, syf. 6.)

Peki politik bağlamda bu ayrım, bize ne gibi düşünce olanakları ve ufuklar sunabilir? Siyaset alanında geçerli olabilecek bir ontik siyaset-ontolojik siyaset ayrımı yapılabilir mi? Eğer yapılabilirse, bunun bugün güncel iç siyaset açısından taşıdığı anlam nedir?

Ontik siyaset, bugün zaten güncel Türkiye siyaseti üzerinden düşünüldüğünde, karşımızda en aşırı uçlarıyla boy veren bir fenomen hâline gelmiştir. Ontik siyaset, yönelimsel nesnesini koşullar, reel-politik, çıkarlar ve esasta iktidarın kaybedilmemesi olarak belirlemeye çalışmıştır. Bu, AKP’yle başlayan bir süreç değildir. Bu, neo-liberal dünya sisteminin devreye girmesiyle doygunluğuna erişmiş ve oluşmuş bir politik deneyimdir.

Bu anlamda ontik siyaset, Özal döneminden itibaren neo-liberal yeni sürümüyle Türkiye’de de devreye girmiştir. Bugün muhalefet cephesinin belli bir perspektif ve hareket noktası sağlayamaması, ontik siyasete sıkıştırılmasıyla ilgilidir. Muhalefete âdeta Türkiye’nin koca ontolojik tarihi unutturulmuş ve siyasi yönelimselliği AKP varolanına hapsedilmiştir.

Diğer yandan ontolojik siyaset, ontik siyasetin aksine, ilkeler, perspektif, programatik bir hatta sahip olmak olarak, ontik olanın anti-tezi şeklinde formüle edilme zorunluluğu içermemektedir. Çünkü ilkeler, perspektif ya da programatik hat olarak tasavvur edildiği düşünülen temeller de ontik olanlarda takılıp kalmış olabilir.

Ontolojik siyaset, ister özel bir siyasi hareketin politik sıkışması olsun isterse siyaset alanının genel krizi olsun, bu sıkışmayı yaratan tek ya da birçok, somut ya da formel bir politik varolandan kurtulup insan varoluşsallığının bütünselliğini siyasal olanaklılık olarak güncelin içinde aramanın ve keşfetmenin yöntemleştirilmesidir.

Yakın zamanda Türkiye özelinde ontik siyasetten ontolojik siyasete geçiş örneklerinden birisini Kürt hareketi gerçekleştirmiştir. Hareketin Kürt ulus devleti paradigmasından demokratik özerk bölgelerin toplamından oluşan demokratik bir cumhuriyet formülasyonu içerisinde Kürtlerin özerk demokratik toplumsallığını kurma noktasına sıçraması, tam anlamıyla ontik siyasetten ontolojik siyasete geçiş yapabilme örneklerinden birisidir. Kürt sorununu insanlığın belli bir döneminin belli bir politik varolanına (bağımsız ulus devlet) sıkıştırma perspektifinin bırakılıp Ortadoğu’nun tarihselliği, insan üretici gücü, Kürt toplumunun tarihsel yapısı hesaba katılarak, meselenin konfederatif bir siyasal organizasyon hattı içerisinde yeniden ele alınması, ontolojik siyasete geçiş deneyiminin kendisidir.

Kürt hareketi, önderliğinin aracılığıyla bu hamleyi yapabilmiş, Kürt toplumunun tarihsel özelliklerini politik güncellik içerisinde politik bir olanak hâline getirmiş ve sıkışmayı aşmıştır. Özellikle modern ulus devlet varolanında (Kürdistan) takılıp kalmaktan kurtulup, Heidegger’in varolanın varlığının hakikati olarak belirlediği yön değişimine benzer bir şekilde sorunun varlığına yönelinmiş ve meselenin Türkiye’nin demokratikleşmesi bağlamından ayrılmazlığı hakikati dâhilinde, iki ulusun kopması değil, otonomi aracılığıyla dezavantajlı grubun belirginlik arz ettiği bir programa bağlanması sağlanmıştır.

Ancak hareketin esas çözmesi gereken nokta kullanacağı araçların diyalektiğini belirleyememe olarak ortaya çıkmıştır. Hareketin silahlı mücadele/demokratik mücadele arasındaki yalpalama ve dengesizliğe hapsolması, onu ara ara ontik siyasete sıkıştırmakta ve dönemsel politik krizlerini üretmektedir. Bir diğer sorun meselenin 7 Haziran öncesinde bir zamansal politik varolan haline getirilmiş olan “çözüm süreci”ne sıkıştırılması ve süreç bitirildiğinde meselenin eski şiddet ve çözümsüzlük kılığıyla yeniden hortlayabilmesidir. Oysa ontolojik siyaset, meseleyi böylesi bir zamansal politik varolan haline getirilmiş konjonktüre sıkıştırmakla değil onu her türlü konjonktürü aşacak olan bir olanağa çevirmekle yaratılabilir.

Sonuç: Gerçek bir Muhalefet Cephesini Ontik Siyasetten Ontolojik Siyasete Geçiş Belirleyecek

Referandum oylaması ve sonrasıyla beraber yeniden bir muhalefet cephesi birliğinin deneyimlenmeye başladığını görüyoruz. Oylamayı sonuç odaklı görmek referandumu da bir politik varolan haline dönüştürecek ve muhalefeti yalnızca bu politik varolana sıkıştıran bir ontik siyasete hapsedecekti. Anca öncesi ve sonrasıyla böylesi bir ufkun aşıldığı görülmektedir.

Elbette ki şaibeli seçim sonuçlarına itiraz ve bu yönde muhalefetin bir demokratik sokak hareketi kimliği kazanması son derece önemlidir. Ancak referandum öncesi ve sonrasıyla sonuç ne olursa olsun bir mücadele olanağı olarak ele alınmalıydı ve bu bilinç olarak gerçekleşmiştir.

Muhalefetin tüm olanaklı bileşenleriyle bir araya getirilebileceği demokratik bir “topos” ya da “uzam” yaratma işi, ontolojik siyasete geçişin bir ön koşulu olarak görülmeli ve bu işi demokratik-sosyalist siyasetin üstlenmesi, dahası demokratik-sosyalist siyasetin bunu üstlenebilecek bir yeni siyasete geçebilmesinin olanakları aranmalıdır.

Böylesi bir demokratik “topos” ya da “uzam”ı birbirlerine “göreli” iç gerilimleri olan muhalefet bileşenleri değil, gerilimin sahibi uçların arasına bu “göreli” gerilimlerin akıtılabileceği politik havzalar açabilecek hareketler yaratabilir.

Cumhuriyetçi-ulusalcı siyasetin demokratik tabanı ile Kürt hareketinin tabanı, bu iki ucun geriliminin birbirlerine akıtılmasını önleyecek böylesi bir politik ontolojik havzanın oluşturulmasıyla bir araya gelebilir. Seküler taban ile dindar tabanın birbirlerine “göreli” olan gerilimlerinin, yine böylesi bir politik ontolojik havzaya akıtılabilmesiyle bir “demokratik buluşma” gerçekleşebilir. Ve bu havzaları oluşturma, yaratma, olanaklarını arama konumuna sahip olan siyaset, demokratik-sosyalist siyasettir. Çünkü hem sınıfsal gerilimlerin hem de kimlik gerilimlerinin çözümünü üstlenmeye aynı anda talip olabilecek bir tarihsel varoluşsallığa sahip siyaset bu siyasettir.

Ancak tüm olanaklı bileşenlerin kendi politik krizini üretmelerini sağlayan ontik siyaseti aşıp ontolojik siyasete geçiş yapmalarını sağlayacak kalkış noktalarını keşfetmeleri de bir diğer görevdir.

Ulusalcı-cumhuriyetçi siyasi gelenek ve taşıyıcıları, devletin mutlak ve aşılamaz yapısı olarak 1923 politik varolanını görmektedirler. Bugün bir mevzi olarak gördükleri bu politik varolanı yokoluşa götüreceğine inandıkları sürecin bizzat bu politik varolanın tarihsel krizinin bir sonucu olduğu yollu ontolojik hatta sıçrayamamaktadırlar. Bundan dolayı ontik siyasete sıkışıp kalmakta ve tıkanmaktadırlar. Dahası sol hareketin belli bir kısmı da AKP politik varolanına sıkışmış bir ontik siyasetin sürdürücüsü durumuna düştüğü için, 1923 politik varolanını AKP’ye göreli bir ontoloji sahibi kılıp kendi kolektif bilinçdışı yapılarında onun “ileri” bir politik varolan olarak durduğunu farkında olmadan itiraf etmektedirler. Cumhuriyetçi siyasi geleneğin bu tıkanmayı aşmasının yolu şimdiki zamanımızın 1923 politik varolanının getirdiği tarihsel krizin bir ürünü olduğu ve cumhuriyetin reorganizasyonuna ihtiyaç bulunduğu yollu bir ontolojik kalkış noktası olacaktır.

Sol hareket AKP politik varolanına sıkışmış bir ontik siyasetten çıkış noktasını bulmalıdır. Çünkü yıllardır hapsolduğu bu siyaset ona AKP öncesi Türkiye’yi unutturmuş ve sanki o Türkiye’yle uyumlu ortak kodlara sahip olduğu yanılsamasını kolektif bir bilince dönüştürmüştür. Öte yandan sol hareket bağışıklığını ontolojik olarak yitirdiği ilerlemeci ve aydınlanmacı kodları mutlaklaştıran ve bu mutlaklaştırmayla kendisinde o kodları solculaştırdığı sanısını yaratan epistemolojiyi terk etmelidir. Sol siyasallığın içeriğini modernizm, aydınlanmacılık ve pozitivizmle melezleşmiş bir öznelliğe sabitlemek isteyenler, insan varoluşunun belli bir evresini diğer evrelerine aşkınlaştırarak, bu aşkınlaştırmayı modern politik özne varolanına dönüştürmekte ve bu varolanın metafiziğine sıkışmaktadırlar. Bu, solun dindar tabanla buluşabilme olanaklarını da engelleyen bir epistemolojidir. Sol hareket, kendisini ontik siyasete sıkıştıran modern politik özne varolanını değil, insanın tarihsel varoluşsallığının bütününü yönelimsel nesnesi kılmalıdır.

Referandum sonrası dönem yazıda kısaca bahsi geçen bu sorunların aşılabilmesine bağlı olarak büyük bir demokratik politik olanağa çevrilebilir. Söylenildiği gibi bunun yolu her bir politik temsiliyetin politik tıkanma ve krizlerini üreten ontik siyaset nesnesini aşabilecekleri bir ontolojik siyaseti keşfetmesine, yaratmasına bağlıdır. Referandum sadece resmi olarak kaybedilmiştir. Bunu evet cephesi gayet iyi bilmektedir. Bundan dolayı önümüzdeki süreç muhalefetin gerçek varlığının ortaya çıkabileceği bir döneme çevrilebilir.

Ozan Çılgın
19 Nisan 2017