06 Eylül 2016

,

Ham Çökelek


İki silâh, iki slogan patlatmak kimseyi devrimci yapmıyor. Bunlar, sadece mevcut karmaşanın zihinde karartılması ve iç rahatlama işlevini görüyor.

İki taktik, iki strateji dile dolayınca kimse örgütçü olmuyor. Bunlar, ancak mevcut ataletin ve teslimiyetin kılıfı olarak kullanılabiliyor.

Kürd’ün onca yıl yaptıklarının binde birini yapmadan, kısa yoldan, tüm gelire, kazanca el koymaya niyetlenmek, bu tüccar zihniyeti bir sonuç üretmiyor.

Lenin’in yürüdüğü yollara, patikalara adımını dahi atmadan Lenin’cilik oynamak, kimseyi Leninist de kılmıyor.

Lenin’in İki Taktik’te “burjuvazi çara karşı devrim diyor, bu devrim bile geridir” dediği biliniyor. Lenin’i bilenlerse, Fethullah’ın veya başka batılı güçlerin “devrim” sloganlarından heyecana kapılıyorlar. Lenin’in başarıcı, kariyerist küçük burjuva siyasete kurban edilmesine izin vermemek gerekiyor.

1997 kadar 2007’de de bölgesel kimi gelişmeler yaşanmış. 1991-93 arası dönemde sol örgütler çeşitli yönelimler içerisine girmiş. Bunlara dair orta yerde verilmiş tek bir hesaba rastlanmıyor. Aynı ekipler, aynı şefler siyasete kaldıkları yerden devam ediyorlar. 2005-07 arası dönemde hangi örgüt ne demiş, ne tür bir yönelime girmiş, ayrışma yaşamışsa neden yaşamış, bunların değerlendirilmesi gerekiyor.

Kısa günün kârı, kolaycı çözümler her daim burjuvazinindir.

Burjuvaya öykünerek uçabileceğine, devlet gibi herkesi sokabileceğine inananların bu türden kolaycı çözümlere meyilli oldukları görülüyor. Böylesi bir momentte kimin kimlerin mitingine gitmeme kararı aldığına, bu kararı neden verdiğine bakmak zorunlu.

Kürd’ün kendi özgül bir gündemi olduğu açık. “Biz vurduk, faşizm birleşti” diyorlar. Demek ki “zulmün artsın ki zeval bulasın” diyenlerle o zulme maruz kalanlar arasında her daim bir açı var. Kürd’ün bu açıyı önemsemesi mümkün değil, çünkü kendi acısı var.

Bu açıdan kimlerin hangi köşe başlarını tuttuğu sorgulanmalı. AKP Türkiye’sinin veya Ortadoğu Türkiye’sinin yeniden kurgulanması bağlamında belirli yönelimler içine giriliyor. Kürd’ün iradesine itimat ediliyor. “Türkiye’de tek demokrasi sorunu Kürd sorunudur” deniliyor. Buradan Taraf operasyonlarına destek veriliyor, Silivri önlerinde bekleniyor, o gazetede sosyalistler kalem oynatıyor, Önder Aytaç ve Emre Uslu ve Mehmet Baransu ve Ayşe Hür öncü kabul ediliyor. Sonrasında da bugüne gelindiğinde “darbeden söz etmek, yetmez ama evetçiliktir” deniliyor. Kendisindeki marazı başkasına yansıtmak kurnazlığın ama daha çok acziyetin dışavurumu.

Emre Uslu, bir seçim öncesi, sabahın köründe bir tweet atıyor, başbakanın miting için alandaki ağaçları kestiği haberini üfürüyor, koca koca örgütlerin elindeki sol basın bu habere atlıyor ve gündeme flaş haber olarak taşıyor. Yalan olup olmadığına bakılmıyor bile. Daha doğrusu o koca koca örgütler örgüt olduklarını unutuyorlar. En azından mitingin yapıldığı yere bir üyesini gönderme gereği bile duymuyor. Bu tür olaylara yüzlerce kez şahit olunuyor. Buna Fethullahî muhalefet deniliyor.

Kanatlı kanatsız, tüm devlet süreci bu şekilde örgütlüyor. Burjuvazinin, CIA’in veya AB’nin Soros veya Fethullah dolayımıyla yürüttüğü muhalefet, kendisini sosyalist hareketi de içine katarak örgütlüyor. Kısa günün kârını düşünen, Lenin’le ancak başarı ve kariyer dolayımı ile ilişki kurabilen şefler, tüm militanlarını bu toplam muhalefete bağlıyorlar. Ham çökelek işte bu noktada boğaza duruyor. SoL sitesi tam da bu sebeple Atilla Taş’tan medet umuyor. “Onun ben fakirdim, o yüzden Fethullah gazetesinde yazdım” sözlerini “beni aradıklarında Çeşme’de tatildeydim” cümlesiyle birlikte servis ediyorlar. Çeşme’de yoksulların tatil yapamadığını unutmanın adı SoL oluyor.

O hâlde temel mesele, sınıflar mücadelesi bir kenara, sınıfsal ayrımların, farklılıkların, gerilimlerin unutulmuş, unutturulmuş olması. Örgütlenilen toplam muhalefet, tüm kesimleri bireylere bölüyor, bireylerin meslekî imkânlarına sesleniliyor, küçük burjuvazinin değer düşümü konusunda yaşadığı sancılara bakılıyor ve döne dolaşa bizler, “burjuvazi bu mevzileri terk etti, bayrağı biz devraldık” yalanına ikna edilmeye çalışılıyoruz.

Bu ikna gayreti, bizim de işimize geliyor. Sınıfsal ayrımları, farklılıkları, gerilimleri unutmak, görmezden gelmek bizim de hoşumuza gidiyor. Cem Yılmaz’ın ve diğer mizahçıların ufak insanların sancılarıyla alay eden dilini küfrederek seviyoruz. Belirli bir düzlem oluşuyor ve biz kendimizi hiç olmadığımız, hiç olamayacağımız bir burjuva veya devlet bürokratı gibi hissetme imkânına kavuşuyoruz. Bu yalan bizi bir süre daha oyalıyor. Oyalanmamızın istendiği açık.

Taktik ve stratejiler havalarda uçuşuyor. Tayyip’te kendi günahlarını, hasetlerini, kinlerini ve öznelliklerini buluyorlar. Onunla ancak bu öznellikle mücadele edilebileceğini söylüyorlar. Devrimi ve devrimciliği kendi cismani varlıklarına indirgiyorlar. “Ya bendensin ya değilsin” diyerek tekfire başlıyorlar. Devrimci olanın hizasını kendi varlığından çekiyorlar. Küçük burjuva, Tayyip’te ancak kendi küçük burjuvalığını görebildiği ölçüde harekete geçebiliyor. Esasında onda toplam, kolektif, sınıfsal bir düşmanlığı görmek ve buna göre mevzilenmek gerekiyor. Lenin bunu söylüyor.

Sınıfı, yoksulu, mazlumu görmeyince kuru bir İslam düşmanlığı hâsıl oluyor. Sahil şeridinin laik toplamına sesleniliyor. Sınıflar mücadelesi ve sınıfsal ayrımlar zihinde ve pratikte silindiğinden, döne dolaşa, CHP’ye yedekleniliyor. Bu sefer de yeni dönemin Mehmet Baransu’su olan İsmail Saymaz önder kabul ediliyor. Ana rahmi olarak bu devleti kuranları ve işletenleri bir biçimde (düşman) kardeş kabul edenler, devletin kuruluşunda yerin dibine gömülen yoksul mazlum halkın sınıfsal direncine küfretmeyi öğreniyor. Ve en fazla CHP ile birlikte AKP’den iş ve imkân dileniliyor.

Havaya savrulan yumruk düşmana erişmiyorsa, sahibine zarar veriyor. Daha yumruk bile olmadan, başkalarının yumruğunu sallamaksa, düşmanı besliyor.

Eren Balkır
6 Eylül 2016

0 Yorum: