Sol
cenahta uzun süredir devam eden bir yarılmanın güncel siyasetin katkısıyla
ayyuka çıkması ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak sınıfsal konumlanmaları belli
etmesi ile karşı karşıyayız. Son laiklik tartışması ve özellikle bu tartışmayla
solun belli bir kesiminin, daha çok da Haziran Hareketi çizgisinde saflaşan
kesimlerin verdiği siyasal tepki, bu yarılmanın artık ciddi bir boyuta
vardığını göstermektedir.
Askerin
bir devlet sınıfı olarak müesses nizamın denkleminde özgül ağırlığıyla yer tuttuğu
dönemde soldaki ‘common sense’, yaratılan laik/anti-laik geriliminin
yapay bir gerilim olduğu, toplumsal çelişkileri maskelediği ve buna kesinlikle
angaje olunmaması gerektiği yönündeydi.
Şimdi
kendilerini yeni cumhuriyet muhafızları olarak tahkim eden çevrelerin “Laiklik!”
naraları atarlarken bize açıklamaları gereken ilk nokta şudur: bu yapay gerilim,
artık doğallaşmış mıdır? Ya da artık temel gerilimlerden birisi hâline mi
gelmiştir? Eğer bu böyleyse, irtica paranoyasıyla itham edilen ordu, yıllardır
bize bir doğruyu anlatmaya çalışmıştır da biz mi anlamamışızdır? Eğer bu
böyleyse, şu an yeni cumhuriyet muhafızları, zamanında ordunun uyarılarına
yeterince kulak asmadıkları ve bu yönde bir siyaset geliştirmedikleri için
özeleştiri yapmalıdırlar. Ve bize, nasıl oldu da bu düzenin temel çelişkilerini
yumuşatan enstrümanlardan birisi olan bu yapay gerilimin doğallaştığını,
marksizmin bütüncül yöntemi içerisinde açıklamalıdırlar.
İlginç
bir nokta daha göze çarpmakta. Bahsettiğimiz sol kesimlerin medyalarında ürettikleri
söylem, haber seçme-yayınlama-yapma biçimleri, olaylarda odaklandıkları
noktalar, her yönüyle rezil 28 Şubat medyacılığını anımsatmakta.
Kendilerini
yeni cumhuriyet muhafızları olarak bir siyasal hatta tahkim ederlerken,
medyalarını da post-28 Şubat formatıyla güncellemekten çekinmiyorlar. Nitekim,
ibretle gelinen nokta, ülkenin komünist partisinin “yobaz takip hattı” kurarak
müthiş bir siyasal öncülük örneği göstermesi, Türkiye işçi sınıfına ve
emekçilerine geleceğe umutla bakabilecekleri bir siyasal ‘hat’ armağan etmiş
olmasıdır.
‘Laiklik
elden gidiyor’cularla ‘din elden gidiyorcular’ın yarattıkları siyasal tiyatroyu
dağıtacak olan ise Müslüman, Ateist, Alevi, Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Laz,
Çerkes emekçi halklarımızın düzenin tesviyesinden geçmiş hiçbir kavramla
birbirlerine seslenmeyecekleri, birbirlerini bu kavramların sopasıyla tehdit
etmeyecekleri bir özgürlük mücadelesi olacaktır.
‘Gericiliğe
karşı mücadeleye’ gelince. Bu mücadelenin en temel siyasi çıkış noktası, her
şeyden önce AKP’nin Türkiye halkında yarattığı bölünmeyi açık ya da gizli bir
şekilde varsaymamak, bunu kabul etmemektir. Bunu varsayan ya da baştan a
priori olarak kabul eden her tutum, karşı devrimci bir tutumdur, tıpkı
Gezi’yi bir Alevi ayaklanması olarak gören politik tutumun karşı devrimci
olması gibi. Ve bu tutum, AKP’nin yarattığı karşı devrimci toplumsal bölünmede
kendisine tahsis edilen sosyolojik mekânda siyaset yapmaya mahkûmdur. Maltepe
Beşçeşmeler’e hapsolup Başıbüyük’te politik faaliyet yürütememek budur.
Şu
gericilikle mücadeleye kendini vakfetmiş arkadaşlara bir çift laf. Ahmet Hakan
size tavsiyelerde bulundu, söyleyene değil, söyletene bakmalı, ona bu
tavsiyeleri söyleten şey, içinden çıkıp geldiği ve ne kadar değişirse değişsin
benliğinde mutlaka yer tutan sosyolojidir. Bu sosyolojinin deneyimini çok da
hor görmeyin. İkincisi, aydın, laik, bilimsel orta/üst-orta sınıf kitlenize (ki
bu kitlenin içinde Celal Şengör hocanız da var) Stalin sevdanızdan pek
bahsetmeyin, yoksa sizi de gerici görmeye başlarlar.
0 Yorum:
Yorum Gönder