Bu örnekler, ne ulusun yeniden doğuşu, ekonomik
korporatizm ya da silâhlı genişlemecilikle ilgili klasik temaları ile
bağlantılı ne de faşistlere ait özel alana atıfta bulunuyor. O eski güzel
günlerinde İngiliz liberalizmi bile milyonlarca insanı öldürdü, toplama
kampları kurdu, ama bunu tartışan bile yok. Ama medyadaki hâkim politik söylem
dâhilinde “faşist” tabirinin kullanımı, olağan hâliyle, kurallara saygı
duymayan bir zorbayı ifade ediyor. Bu tabirin bu kadar sıklıkla kullanılması
bize, belirlenen hedeften çok, bir kişinin suçlanması gerektiğine dair bir
şeyler söylüyor.
Her şeyin ötesinde faşizmin devreye sokulması, dış
tehdide karşı birlik talebi doğrultusunda herkesin köklü bir geçmiş üzerinden
silâhaltına alınmasını ifade ediyor. Churchill’in Nazizmi yatıştırmayı
reddetmesine dair o abartılan hikâye, bugün hâlâ birçoklarına emperyalist
macera konusunda gerekli meşruiyeti sunuyor. Bu noktada günümüzün
Hitler’leriyle savaşılması (Milosevic, Saddam Hüseyin, Kaddafi vd.) gerektiği
söyleniyor, hedef aldıkları isimleri teslim almak için onların bombalanması
gerektiği iddia ediliyor. Sonuçta ne elde edeceğimizin bir önemi yok, zira
Naziler geliyor. Bugün antifaşizme dönük başvurular, aynı zamanda ABD’deki
başkanlık adayları arasındaki sert tartışmalarda da karşılık buluyor.
Trump’ın muhaliflerine kıyasla daha berbat bir
ırkçı ve milliyetçi değil de bir “faşist” olarak takdim edilmesi, Hillary
Clinton’ı sevenlerin, kamusal hayatta ılımlılığı ve demokratik değerleri
savunan yüce gönüllü insanlar olarak sunulmalarını sağlıyor. En kibar ifadeyle
bu terimler, Clinton’ın hanedanlığının aday olma süreci ile
ilişkilendirilmiyor, “barbarlığa karşı statüko” yarışında #ReadyforHillary
[Hillary’ye Hazırız] başlıklı etiket öne çıkartılıyor.
Dylan Riley, yerinde bir tespitle, Cumhuriyetçi
Parti’nin adayına “faşist” demeyi “örtük manada histerik bir ehveni şercilik”
olarak nitelendiriyor. Burada Demokrat Parti adayının arkasında, hangi
platformda olursa olsun, azami birliğin sağlanmasına yönelik bir çağrı
yapılıyor. Bu, esasen tasfiyeyi amaçlayan bir program, toplumsal değişim
hareketlerini oy toplama faaliyetlerine dönüştüren bir girişim.
Elbette bu girişimin neden işleyebildiğini görmek
kolay. Medya, hâlihazırda Trump’ı durdurmak için Kasım ayında siyah, kadın ve
genç seçmenlerin oldukça yüksek bir katılım göstereceğini tahmin ediyor.
Haklılar. Eğer Clinton Demokrat Parti’nin adayı ise, o esasen iki kötü
içerisinde daha az kötü olanı. Onun idaresi Trump’ın idaresine kıyasla ırkçı
polisleri daha az heyecanlandıracak işler yapacak, muhtemelen daha az ekonomik
kaosa yol açacak. Onun destekçileri yürüyüşleri esnasında siyahları dövmeyecek.
Ama asıl çirkin olan, peşinen belirli bir mesaj
disiplini talep etmek için bu olgulara başvurulması. Sanki Sanders’ın adaylığı
ya da Clinton’ın ırk, Ortadoğu’da yaşanan çöküşteki aktif rolü veya aşırı
zenginlere utanmak nedir bilmeksizin hizmet etmesi ile ilgili berbat bir sicile
sahip olmasına dair tartışma, Trump’a vurulması konusunda tüm ilerici güçlerin
harekete geçtiği günlerde, yersiz. Siyahların Hayatı Önemlidir ve yüzde bire
karşı hareketin mevcut olduğu, şirketlere dayalı liberalizmin savunulduğu koşullarda,
Clinton’ın antifaşizmi gülünç.
Tüm anketler, Sanders’ın Trump’la daha iyi başa
çıkacağını göstermesine karşın, ehveni şerci antifaşizmin eski dışişleri bakanı
arkasında toplanma çağrısı, özel bir biçimde gerçekleştiriliyor. Diyorlar ki
“onu istemediğinizi biliyoruz ama başka seçeneğiniz yok, zira merkez sağ
seçmenleri sadece ondaki mükemmelen işleyen ılımlılık mağlup edebilir, faşizmin
tek alternatifi odur.”
Cumhuriyetçiler arasında bile paralel bir dinamik
işliyor bugünlerde. Partideki asilzadeler, müesses nizama daha uygun bir aday
olarak Ted Cruz arkasında toplanıyorlar. Cruz, Trump’taki kadın düşmanlığı ve
ırkçılığa en yakın, tek sima olarak takdim ediliyor. O, Trump’ın aşırı sağcı
gömleklerinin bir kısmını çalma konusunda özel bir misyona sahip.
Ehveni şercilik, tüm politik tayfı daha az kötüye
doğru kaydırıyor veya ikinci en kötünün sizin antifaşist dostunuz olarak takdim
edilmesine katkı sunuyor. Cumhuriyetçi rakipler, Trump’ın demagojik
yöntemlerine öfke kussalar da hepsi birden kampanya süresince sağa çekildiler,
Cruz bile Meksika sınırına duvar örülmesi talebini dillendirdi.
Bu nedenle Clinton Demokrat Parti’nin adayı
olabilirse, merkezi veya merkez sağı gözüne kestirecek. Trump karşıtlığı, ona
Sanders hareketine geçmişte verdiği tüm tavizleri geri alma konusunda mükemmel
bir bahane sunacak. Hep o yozlaşmış müesses nizamın içinde olagelmiş, teröre
karşı savaş sürecinin lideri (Suriye’ye yönelik felakete yol açan saldırının
savunucusu) olarak Clinton, böylelikle ılımlılığın ve ihtiyatlılığın safında
yer alan biri hâline geliyor.
Trump’ın klasik faşizme benzer alanlara oynaması,
müesses nizam dâhilindeki ehveni şerciliğin tehlikelerini daha fazla ifşa
ediyor olması, gerçekten tuhaf. Öncelikle Hillary gibi seçkin bir ismin başkan
olması, aşırı sağın onun müesses nizam karşıtı sesi kendisinin temsil ettiğine
dair iddialarını besleyecek, bu iddia, işçi sınıfına ve yüzlerine bakılmayan
Amerikalı köylülere solcu-popülist bir alternatif sunmaya dönük herhangi bir
adaya ait her türden istek üzerinden temellendiriliyor. Esasında mevcut
kampanyanın en çarpıcı yönlerinden biri, Trump’ın yoksul beyazlar arasında
başarılı bir ajitasyon çalışması yürütüyor olması. Sanders’ın destekçilerinin
yaklaşık yüzde onu ise milyarderler adına Clinton’a oy verme tehdidinde
bulunuyor. Ayrıca faşist tehlikeyi karşılamak adına sağa kaymak, daha fazla
yoksulluğu, ırksal azınlıklara daha fazla saldırıyı, ayrıca ülke içinde ve
dışında daha fazla şiddeti ifade ediyor.
Esasında tarih, köklü burjuva seçkinlerin en açık
faşist formu dâhilinde bile, aşırı sağ popülizm karşısında solun müttefiki
olmadığını ortaya koyuyor.
Alman sosyal demokratlar, 1932’de Hitler’i
durdurmak için muhafazakâr milliyetçi Paul von Hindenburg’a oy atıyorlar,
komünistleri ezmek için kendi polis güçlerini kullanıp seçimlere soktukları
adaylarını geri çekiyorlar; seçimi Hindenburg kazanıyor, bir yıl sonra da
Hitler’i şansölye atıyor. Mussolini tüm politik seçkinleri suçlayan bir dile
başvuruyor, yüksek sesle, övüngen bir dille “sözün değil eylemin teorisi”nden
bahsediyor. Onu müesses nizama dâhil etmeleri mümkün iken, liberaller
Mussolini’nin ilk hükümetine oy veriyor ve böylelikle onun başında olacağı
yirmi yıllık rejim başlamış oluyor.
Amerika’ya faşizm gelmiyor, ama eğer Clinton
Kasım’da başkan olursa gerçekleşmesi muhtemel. Asıl tehlike, Fransa’daki mevcut
durumun ABD’de gelişmesi: Fransa’da aşırı sağ müesses nizama karşıt tek güç
hâline geliyor, sola destek veren işçi sınıfını içine çekiyor, öte yandan
liberal seçkinler kulübü ise cumhuriyetçi meşruiyeti savunuyor.
Müesses nizam, popülist
fırtınayı dindirmek için daha sert göçmen karşıtı tedbirler alıyor, sokaklarda
ırkçılık besleniyor, aşırı sağ muhalefeti giderek tekeline alıyor. Tüm bunların
güvencesizlik ve şiddet karışımı zehirli bir bileşke ile sonuçlanması mümkün.
Sonuçta aşırı sağcı popülizmdeki yükselişi seçkinlerin gülünç antifaşizmi
besliyor.
David Broder
21 Mart 2016
21 Mart 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder