19 Şubat 2016

,

Neoliberal Sosyalizm


Bir düşünün, bir kafeteryaya gidip kapuçino sipariş ediyorsunuz, kalkarken size hesabınızın ödendiği söyleniyor. Peki bu beklenmedik hediye kimden? Hesabın bir önceki müşteri tarafından ödendiğini öğreniyorsunuz. Tek sıkıntı şu ki o da sıkıntı ise, sizin de içeri girecek bir sonraki müşterinin hesabını ödemek zorunda olmanız.

Bu yöntem, “sonraki hesabı öde” olarak biliniyor. Kaliforniya’da birkaç yerde uygulanan bir şey bu. Berkeley’deki Karma Mutfağı bunlardan biri. Bazı örneklerde müşteriler tanışma imkânı da buluyorlar. Burada serbest piyasa ekonomisinin mantığına itiraz ediliyormuş gibi görünüyor. Piyasaların bizim bencilce hareket etmemiz, bencil olmamıza izin verilen, hatta olmamız beklenen yerler olduğu kesin. Hippilere özgü bir idealizmle bu sonraki hesabı öde yöntemi, ekonomik hesaplamanın ana ilkelerine karşıymış gibi görünüyor.

Ama burada görünenden daha fazlası var. Kaliforniya Üniversitesi’nde kararlarla ilgili çalışma yürüten bilimsel araştırma grubu üyesi araştırmacılar, sonraki hesabı öde yöntemini yakından incelemişler ve piyasalarla işletmelerin nasıl çalıştıklarına dair önemli yönler keşfetmişler. Çalışmaya göre insanlar, genelde geleneksel ödeme sistemine kıyasla bu yöntem dâhilinde daha fazla para ödüyorlar. Çalışmanın başındaki isim olan Minah Jung’un ifadesiyle:

“İnsanlar ucuz görünmek istemiyorlar. Adil olma niyetindeler ama ayrıca sosyal normlara da uygun davranmak istiyorlar. Ekonomistlerin uzun süredir iddia ettiklerinin aksine diğerkâmlık, sıklıkla karar alma süreçleri üzerinde hesaplamaya kıyasla, çok daha güçlü bir tesire yol açıyor.”

Bunlar, yetmişlerin sonunda ortaya çıkan davranışsal ekonomi sahasında yaygın görülen bulgular. Meslekten ekonomistler gibi davranışçı ekonomistler de bireylerin genelde kendi faydalarını çoğaltmak üzerinden motive olduklarını söylüyorlar ama bu, her zaman geçerli olan bir durum değil. Belirli koşullarda insanlar, ekonomik çıkarlarına halel getireceği durumlarda bile, birer sosyal ve ahlakî hayvan olarak, sürünün peşinden gidip genel kabul gören kurala göre hareket ederler. İnsanlar, paraya feda etmeyecekleri kimi ilkelere sahiptirler.

Görünüşe göre bu kitaba uygun ekonominin merkezinde duran yaklaşım, insanı hor gören, bireyci insan psikolojisi teorisini çürütüyor. Peki bu, bizim her şeyden önce terbiyeli birer toplumsal mahlûk olduğumuz anlamına mı geliyor? Mütekabiliyet ve beğeninin köklerine dair sinirbilim araştırmaları da bu görüşü destekliyor. İyimserler, paylaşma ve hediye verme önerisini, parasal birikimin ve özelleştirmenin iktidarına ciddi bir itiraz gerçekleştirecek topluma dair yeni bir politik umut için gerekli temel olarak görebilirler.

Ama daha rahatsız edici olansa şöylesi bir ihtimalin varlığı: bireycilik ve para hesaplama eleştirisi, artık faydacı politika ve yönetimin cephaneliğine dâhil oluyor. Davranışçı ekonominin önemli görüşlerinden biri şunun üzerinde duruyor: eğer bir insan başkalarını kontrol etmek istiyorsa, en etkin yol, o insanların öz çıkarlarından çok onların ahlak anlayışına ve toplumsal kimliğine seslenmek.

Bu, günümüzde politika ve iş dünyasına ait uygulamalarda daha yaygın görülen bir değişimin yansıması. Sağlık hizmetlerinden pazarlamaya, askerî eğitimden finansa dek birçok farklı uzmanlık alanında stratejik hedeflere ancak “sosyal olan”ın gücüne başvurarak ulaşılabildiğine dair yaygın bir kanaat mevcut. İyi ama bu ne anlama geliyor? Sosyal demokrasi dönemi geçmişte kaldıkça “sosyal” teriminin anlamı da dönüşüme uğruyor. Terim, bir zamanlar toplumla veya ortak iyiyle ilgili bir şeyi ifade ederken, bugün bireye psikolojik müdahale tekniğine atıfta bulunuyor. Gayriresmi sosyal bağlar ve arkadaşlıklar daha görünür ve ölçülebilir kılınıyorlar. Süreç dâhilinde bu bağlar ve arkadaşlıklar, iktidarın muhtemel aygıtları hâline geliyorlar.

Sosyal Olanı Para Kazanmak İçin Kullanmak

Son yıllarda cömertlik, büyük bir kâr kapısı hâlini aldı. 2009’da Wired dergisinin eski editörü Chris Anderson, Free: Future of a Radical Price [“Ücretsiz: Radikal Bir Fiyatın Geleceği”] kitabını yayımladı. Anderson’a göre, ürünleri ve hizmetleri ücretsiz sağlamada kâra dair güçlü bir yan var. Burada amaç, müşterilerle daha iyi ilişkiler kurmak. Bir şeyleri ücretsiz vermek, müşteriyi bağlamanın veya itibar kazanmanın bir aracı hâline geldi. Böylelikle sonrasında müşteri, ileride yapılacak satışlar veya reklâmlar üzerinden sömürülebiliyor. Ryanair’in patronu Michael O’Leary bile uçak biletlerinin bir gün ücretsiz olabileceğinden, tüm masrafların bagaj, tuvalet kullanımı, sıraya girmeme gibi şeylerden alınacak ek ücretlerle karşılanabileceğinden bahsediyor.

Anderson’ın öne çıkarttığı husus ise parayla ilgisi bulunmayan ilişkilerin kârları artırmada sahip olduğu potansiyel. Şirketlerin bazı şeyleri karşılıksız vermesi kârı artırıyorsa, o hâlde kimi büyülü kelimeler de bu noktada kullanılabilir. Pazarlama uzmanları, bugün bir müşteriye “teşekkür ederim” demenin ve onunla kurulan sosyal ilişkiyi derinleştirmenin optimal yolunu analiz ediyorlar.

Şükranlarımızı sunmak için kullandığımız o dil, kamuoyunda iyi bilinen bir dizi reklâm kampanyasına da sızdı. 2013 Noel’i öncesi 2008 finans krizinden en çok etkilenen İngiliz bankalarından Lloyd TSB, birlikte hoşça vakit geçiren, çocuklardan oluşan bir arkadaş grubuna ait şirin mi şirin görüntülerini içeren bir kampanya başlattı. Film, partide uçurulan, üzerlerinde “teşekkür ederim” yazan balonlarla bitiyordu. Daha tuhaf olansa markası son yıllarda sorunlar yaşayan Tesco’nun 2013’te Youtube’da bir dizi video yayınlamasıydı. Videolarda Noel için akşam yemeği yapan kişiye, emniyet kemerini takan şoförlere ve Instagram gibi başka şirketlere herkes “teşekkür ederim” diye şarkı söylüyordu. Tesco, özel çıkarlarına bakmaksızın, herkese teşekkür ediyordu.

Bir bireyin bir çokuluslu şirketle ne kadar toplumsal bağ kuracağı, nihayetinde sınırlı bir mesele. Bugün işletmeler, sosyal olma konusunda epey takıntılılar ama esasında onlar, sosyal ilişkiden, birebir ilişkiye izin veren sosyal ağlara mümkün olan en yoğun etkiyi yaratarak sızmayı anlıyorlar. Markalar, arkadaşlık kurmada bir rol oynamak istiyorlar. Bunu daha dar bir biçimde hesaplanmış sebepler için terk edilmemenin güvencesi olarak görüyorlar.

Örneğin Coca-Cola, hediye vermeyi teşvik etmenin bir yolu olarak, şişelerin üzerine özel isimler yazmak türünden tuhaf bir dizi pazarlama kampanyası yürütüyor. Müdürler, çalışanlarının gündelik sosyal hayatlarında birer “marka elçisi” olarak yaşamalarını istiyorlar. Sinirbilime dayalı pazarlama teorisi geliştirenler, imajların ve reklâmların tek tek bireyler yerine gruplar dâhilinde müşterek nöral tepkileri nasıl tetikleyeceklerini incelemeye başladılar bile. Görünüşe göre bu, geniş kalabalıkların reklâmlara nasıl tepki verdiklerine dair daha iyi bir gösterge olarak görülüyor.

Airbnb ve Uber’de örneklendiği biçimiyle, “paylaşım ekonomisi”nin yükselişine paralel olarak tüm bunlar, büyük iş dünyası için basit bir ders niteliğinde. İnsanların ilgili deneyim arkadaşlık ve hediye takası gibi şeylerle harmanlandığında daha büyük zevk duyacakları düşünülüyor. Paranın oynadığı rolün mümkün olan her yerde sahneden çekilmesi gerekiyor. Pazarlamacıların da tespit ettiği üzere, para ödemek, bir müşteriyle kurulan her türden ilişkideki talihsiz bir “ağrı noktası”nı ifade ediyor ki bu da ilgili ağrının daha fazla sosyal deneyimle anesteziye tabi tutulmasını gerekli kılıyor. Piyasanın tümüyle farklı bir yer olarak sunulması gerekiyor.

Sosyalin Dijitalleşmesi

Yeni iş dünyasının sosyal olmakla ilgilenmesinde en önemli katalizörün sosyal medyanın yükselişi olması, şaşırtıcı değil. Diğer yandan, davranışçı ekonomi de bizim fedakâr varlıklar olmamıza dair tarzlarımız üzerinde duruyor. Sosyal medya ise sosyal davranışını analiz etme ve onu hedef alma konusunda işletmelere fırsatlar sunuyor. Bu medya, belirli bireylerin kimi tanıdıkları ve başka insanların beğenip satın aldıkları temelinde reklâm yapma imkânı sunuyor. “Toplumsal analitiğe” atıfta bulunan bu uygulamalar, tüm zevklerin ve davranışların izlerinin detaylı biçimde sürülebilmesini ifade ediyor. Pazarlamanın ve yöneticiliğin on dokuzuncu yüzyılında doğduğunda sahip olduğu nihai hedefle bugünkü nihai hedef arasında bugün pek bir fark yok: tek hedef, sonuçta para kazanmak. Bugün değişense, her birimizin dostlarımızın ve ilişkilerimizin tavır ve davranışlarını değiştirecek bir araç olarak görülmemiz. Davranışlar ve fikirler, daha kapsamlı ağlara sirayet edeceği umuduyla, birer “bulaşıcı hastalık”mış gibi ortalığa salınabiliyor.

Pazarlama açısından en işe yarar numara ise bireyleri birbirleriyle markalara dair olumlu mesajları ve reklâmları paylaşmaya ikna etmek. Buradaki numara, sanki ortada bir reklâm kampanyası yokmuş gibi yapılması. “Arkadaşlara dayalı reklâmcılık” olarak bilinen uygulama, sosyal medya kullanıcılarının bilinçli bir ticari amaç olmaksızın başkalarıyla paylaşacağı imajlar ve video klipler üretmeyi içeriyor. Viral pazarlama bilimi ya da dedikodu üretme, pazarlamacıları sosyal psikoloji, sosyal antropoloji ve sosyal ağ analizinden dersler çıkartma yoluna itmiş görünüyor.

Uzun zamandır işletmelerin temel derdi, kamuoyu nezdinde sahip oldukları itibarları ve çalışanlarının bağlılıkları. Enformel sosyal ağların insanlık kadar eski olduğunu söylemeye bile gerek yok. “Paylaşım ekonomisi”ne dair karşı-kültür retoriğine karşın, değişen kapitalizmde sosyalin rolü değil, onu ayrıntılı niceliksel ekonomik analize tabi kılma becerisi. Bu da sosyal ilişkilerin dijitalleşmesi sayesinde oldu.

Uzun vadede bunun en kapsamlı kültürel ve ahlâkî içerimleri kendimizi ve etrafımızdakileri nasıl gördüğümüze dair. Sosyal bağlarla ilgili verilerin toplanıp değerlendirilmesi kolaylaştıkça ve (sonraki hesabı öde örneğinde görüldüğü üzere) görev ile diğerkâmlık git gide ekonomistlerce idrak edildikçe kişinin sosyal çevresine dair, çıkarcı ve stratejik sorular sormanın cazibesi de arttı. Maliyet-fayda analizini piyasa sınırlarının ötesine taşımak, çoğunlukla işe başlama konusunda tartışmalı bir konu olsa da giderek olağan hâle geldi. Hükümete bağlı ekonomistler, eğer politikaya değer biçmeye dair amaçlar doğrultusunda faydalı görüyorlarsa, bugün insan hayatının veya doğanın bedelini hesaplamada asla bir sorun görmüyorlar.

Artık cömertlik ve dostluk gibi kişisel eylemlerimizi aynı şekilde faydalı bir bağlam dâhilinde görmeye mi başladık? Egomerkezci bu türden bir mantığı destekleyen tonla kanıt var. Bu türden hesaplamalardan kazanç elde etmenin mümkün olduğu bir alan da sağlık: toplumsal sözleşme, hem beden hem zihin dâhilinde bizim için hayırlı. Burada sadece doğru insanlarla temas kurduğumuzdan emin olmamız gerek.

Sosyal Olanın Daha Sağlıklı Olmak İçin Kullanılması

Şubat 2010’da kendimi büyük bir salonda otururken buldum. Solumda büyük altından bir taht, sağımda ise ileride İşçi Partisi’nin başına geçecek olan Ed Miliband duruyordu. İkimiz de doksanların başında Londra’daki Camden pazarında “bitkisel ilâçlar” satan adamların sattığı videoları anımsatan görüntülere bakarken bulmuştuk. Yanımızda, hükümetin görevlendirdiği birkaç politika danışmanı da vardı. Hepsi de rahat görünmek için gerilmiş bir hâlde duruyorlardı. İktidar koridorlarında statü oyunu bunu gerektiriyordu. Bu oyunda herkes evindeymiş gibi görünmeye çalışıyordu (oyunu kazanan, toplantılara yalınayak gelmesi ile ünlü, David Cameron’ın koalisyon hükümeti danışmanı Steve Hilton oldu.).

Odada on kişiydik. O barok Bakanlar Kurulu ofislerinden birindeydik. Hepimiz, perdeye bakıp gösterilen nokta ve çizgilerin hareketi karşısında donakalmıştık. Perdenin yanında duran kişi, videonun bizim üzerimizde bıraktığı etki karşısında keyif çatıyordu. Amerikalı tıp sosyologu Nicholas Christakis isimli bu kişi çıktığı gezi dâhilinde Connected isimli kitabını tanıtıyor, Gordon Brown hükümetinin son günlerinde İngiliz siyasetçilere bulgularını anlatıyordu. Politikaya ilgili bir sosyolog olarak gösteriye ben de davet edilmiştim.

Christakis, sıra dışı bir sosyolog. Birçoklarına kıyasla matematiğe daha fazla önem veren bir isim. Ayrıca, saygın tıp dergilerinde de makaleleri yayınlanmış. Perdede izlediğimiz görüntüler, Baltimore mahallesindeki sosyal ağlara dair. Görüntülerde belirli “davranışlar” ve tıbbi semptomlara yer verilmiş. Adamın o salonda toplanan siyasetçilere verdiği mesaj, epey güçlü. Obezite, yoksulluk ve depresyon gibi sorunlar insanları kronik hareketsizlik koşullarına mahkûm ediyor ve bu tip durumlar bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor. Bunlar, sosyal ağlarda virüs gibi hareket edip bireyler için takıldıkları insanlar üzerinden risklere yol açıyor.

Christakis, politika dünyasında giderek büyüyen bir hareketin parçası. Pazarlamacılar, zevklerimizi ve arzularımızı değiştirmek maksadıyla sosyal ağlara ümitsizce nüfuz etmeye çalışırlarken, siyasetçiler sosyal ağları sağlığımızı ve esenliğimizi artırmanın bir yolu olarak görüyorlar. Öncülüğünü Şikago Üniversitesi’nden John Cacioppo’nun yaptığı “sosyal sinirbilim”e göre, insan beyni sosyal ilişkilere bel bağladığı bir yol dâhilinde evrimleşmiş. Cacioppo’nun araştırmasına göre, yalnızlık sağlık açısından sigaraya kıyasla daha büyük bir risk. Doktorların bireylere bir koroya veya gönüllü çalışmalara katılmayı önerdikleri “sosyal reçeteleme” türünden uygulamaların amacı, yalnızlaşmayla mücadele etme ve tecridin yol açtığı depresyona ve kronik hastalığa karşı koyma.

Özellikle sinirbilimin yön verdiği sosyal hayat ve ahlaka dair uzmanlık, hızla beden çalışmalarıyla birleşiyor. Sosyal sinirbilimci Matt Lieberman’ın da gösterdiği üzere, eskiden (sevgiliden ayrılmak türünden) duygusal kabul ettiğimiz acılar kolumuzun kırılması gibi fizikî bir şey olarak gördüğümüz benzer nörokimyasal süreçleri içeriyor. Sosyal bilim ve fizyoloji, yeni bir disiplin dâhilinde, birleşiyor. Bu disiplinde insan bedenleri, birbirlerine fiziksel açıdan nasıl tepki verdikleri üzerinden inceleniyor.

Bakanlar Kurulu ofisindeki sunumda insanı şaşkına çeviren, tahrik edici bir yön vardı. Köklü toplumsal sorunların bu türden grafiklerle sunulması mümkün mü? Christakis’in teknik açıdan ortaya koyduğu hüner, kesinlikle cezbedici. İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere sakız ve naylon çorap getiren Amerikan askerleri gibi onun da yüksek teknolojili sosyal ağ analizi, özel ve itiraz edilemeyecek ölçüde başarılı.

O altından taht yanında sürreel bulduğum bir şeyler vardı o gösteride. ABD toplumunda mahrem bir şehrin içine ait görüntülerde bir tuhaflık söz konusuydu. Tüketici davranışını ortaya çıkıp yayılan bir şeymiş göstermeye çalışan sosyal analiz şirketleri gibi yoksul birkaç bin Baltimorlunun beslenme alışkanlıkları ve sağlık sorunları bizlere bir hastalık gibi takdim ediliyordu. Her şeyi yukarıdan bir karınca kolonisini izliyor gibi izliyorduk. Söz konusu görüntülerin ilişkileri, hikâyeleri ve ajandaları olan kimi insanları temsil ediyor oluşu basit bir teferruattan ibaret gibiydi.

Sosyal ağların ve diğerkâmlığın sağlık üzerindeki tesirine dair bu kanıtın siyasetçilerce görmezden gelinmesi, elbette tuhaf. Eğer tıp uygulamacıları, birkaç nüfuzlu kişinin davranışını iyi yönde değiştirebilirlerse, daha olumlu bir “bulaşıcı hastalığın” yayılmasını sağlayabilirler. Oysa bu bakış açısında örtük bir şeyler var. Bu, tüm sosyal ağ analizlerinin de paylaştığı bir sorun. Sosyal dünyayı bir dizi mekanizma ve kaynağa indirgediğimizde, sosyal ağların hâlihazırda imtiyazlı olanlara göre yeniden tasarlanıp tasarlanmayacağı sorusu gelir gündeme. Ağlarda güç kanunu denilen bir eğilim söz konusu, ayrıca nüfuzlu insanlar daha fazla nüfuz elde etmek için bu gücü artırma imkânı buluyorlar.

Bunun bir örneği de “duygusal bulaşıcı hastalık” denilen şey. Sosyal analizlerle iş gören psikologlar, bugün sosyal ağlardaki hareketlerine bakıp olumlu ve olumsuz duyguların izlerini sürebiliyorlar. Facebook’ta tartışmalara yol açan haber manipülasyonuna başvuran deneyin de konusu bu. Öfke ve depresyon gibi farklı ruh hâlleri, bugün diğerlerine nazaran toplumsal düzlemde daha fazla bulaşıcı kabul ediliyorlar. İyi de bu bilgi bizim ne işimize yarıyor? Niceliksel analizin toplumsal hayatı ele geçirmesiyle insanlar, “mutsuzluk” riskine karşı kendilerini korumak için sosyal ilişkilerini mutlu ve sağlıklı bireyler olarak yürütme kaygısına daha fazla kapılıyorlar. Bu olguyu inceleyen Amerikalı psikolog Guy Winch, mutlu insanlara tetikte olmayı tavsiye ediyor. “Eğer negatif görüşlere sahip insanlarla veya onlara yakın bir yerde yaşıyorsanız, arkadaş listenizi dengeleme yoluna gidin.” “Negatif görüşler”e sahip yersiz arkadaşlarınızı yeniden dengelemenin ciddi bir etkiye yol açacağı öngörülüyor.

Sosyal hayatın dokusu, bugün sağlık politikası bağlamında ele alınıyor. Oysa bu, üzücü bir gelişme. Artık yalnızlık, nesnel bir sorun olarak ortaya çıkıyor ama sadece fiziksel beyin ve bedende kendisini ele veren bir şeymiş gibi görülüyor. Hükümetler ve sağlık sigortası şirketleri, yalnızlığın maliyetini hesaplıyorlar. Kadirşinaslık ve cömertlik, pozitif psikologlarca öneriliyor ama bu önerinin amacı da akıl sağlığı sorunları ve özel ızdırabı azaltmak. Yoksul, kentin iç kesimlerindeki mahallelerde kurulan arkadaşlık bağları, hükümetin gündemine ancak kötü beslenme ve maliyete yol açan hareketsizlik türünden salgın hastalıklar üzerinden giriyor.

Buradaki tuhaflıksa şu: verme ve paylaşmaya dair edilen onca lafta asıl konuşan, piyasayla bağlantılı yaklaşıma kıyasla daha egomerkezci bir dünya görüşü. Kökü ta Adam Smith’e dek uzanan kitabî ekonominin köşe taşı piyasadaki özçıkarın nihayetinde toplumun faydasına olduğu görüşü. Görünüşe göre, sosyal optimizasyon dönemi bu iddiayı baş aşağı çeviriyor: gündelik hayatlarımızda sosyal olmak kıymetli, zira nihayetinde bize gerisin geri fayda sağlıyor. Buradaki asıl sıkıntı ise bu yeni metaya dönük iştahımızın zamanla kontrolden çıkabilmesi.

İrtibat Bağımlılığı

Geçtiğimiz on yıl içinde, dijital medyanın, özellikle de sosyal medyanın her yerdeki varlığı, bir medya histerisinin önünü açtı. Genç kesimin giderek daha da narsist olmasının, bağlayıcı ilişkiler kuramaz veya interaktif olmayan hiçbir şeye odaklanamaz hâle gelmelerinin sorumluluğu, internete veya Facebook’a yüklenebilir. Gerçekten de sosyal medyayı takıntılı biçimde kullanan insanların daha benmerkezci, teşhirciliğe ve büyüklenmeci davranışlara daha yatkın olduklarını gösteren bazı kanıtlar var. Fakat teknolojiye, insanlarda psikolojik ve nörolojik bozulma yaratan bir nevi virüs muamelesi etmektense, bir adım geri gidip burada işleyen daha geniş çaplı kültürel mantık üzerine düşünmekte yarar var.

Sosyal medyayı bir tür zorlantı, hatta bir bağımlılık hâline getiren nedir? Beraberinde getireceği bütün hayal kırıklıklarından ve yükümlülüklerden arıtılmış bir sosyal hayat deneyimi. Akıllı telefonlarını ellerinden bırakamayan insanlar, imajlarla veya ıvır zıvırla sadece bunların kendisi için iştigal etmiyor, can havliyle şu veya bu biçimde bir insanî etkileşim arıyorlar ama kendi kişisel bağımsızlıklarına dokunmayacak bir etkileşim.

Sosyal medya bağımlısında gördüğümüz şey, insanî ilişkileri ancak verdikleri psikolojik haz çerçevesinde tahayyül edebilen bir toplumun daha patolojik boyutu sadece. Bir akşam yemeğinde sözümona arkadaşının anlattıklarını dinlerken Facebook sayfasına bakmak için yanıp tutuşan bir kişi, insanların varlık gerekçesinin her an birbirlerinin egosunu tatmin etmek ve olumlamakla sınırlı olduğu bir yaşam felsefesinin kurbanıdır. Bu durum, ister istemez kısır döngülere yol açar: Toplumsal bağ, bu en düşük psikolojik düzeye indirgendi mi, insanın aradığı tatmini bulması giderek daha da zorlaşır. Başka insanları kendi tatmininin araçları olarak görmek, dostluğun, sevginin ve diğerkâmlığın en temel etik ve duygusal hakikatlerinin reddidir.

Bu benmerkezci sosyallik fikrinde hesaba katılmayan önemli bir gerçek, hiç kimsenin (en azından neredeyse hiç kimsenin) sürekli ilgi odağı olup övgü toplamasının mümkün olmaması. Nitekim, Facebook’ta bu durum açıkça görülüyor. Abartılı başarı veya olumlu imaj gösterilerinin durmaksızın aktığı Facebook, çoğunlukla insanların kendileri ve sürdükleri hayat hakkında kendilerini kötü hissetmelerine yol açıyor. Ağların matematiği uyarınca, çoğu insanın ortalamanın altında arkadaşı olabilirken, sadece çok az sayıda insanın ortalamadan fazla arkadaşı olabilir. Bu aşağılık duygusunu telafi etmek üzere herkes, başarıları veya olumlu yönleri hakkında kendi abartılı teşhirlerini yayarak ötekinin bakışının peşinde koşar, böylece toplu bir kısır döngü iyice pekişir. Pozitif psikoloji uzmanlarının hevesle vurguladığı gibi, dinleme ya da empati kurma beceriksizliği, depresyonun önemli unsurlarındandır.

Mutluluk, bireyci bir toplumun sunduğu ilişkiler kadar benmerkezci ve hazcı olmayan ilişkiler kurmakta yatıyorsa, Facebook ve benzeri sosyal medya biçimlerinin mutluluk reçetesi olabilmesi çok zor. Sosyal medyanın, daha sağlam, daha doyurucu sosyal ilişkiler tesis etmeye yönelik özgül bazı kullanımları olabilir. Bir grup pozitif psikoloji uzmanı, hangi tür sosyal ilişkilerin daha fazla mutluluğa götürdüğü konusunda kendi saptadıkları verilerden hareketle yeni bir sosyal medya platformu kurdu: Happier, ruh sağlığının en önemli unsurları olarak kabul ettiği şükran ve cömertlik ifadeleri üzerine kurulu bir platform.

Sosyal ağları insanlara daha fazla mutluluk verecek şekilde yeniden tasarlama yönündeki bu tür girişimlerde sorgulanmayan nokta, bütün bunların altında yatan mantık: İlişkilere, bireysel esenliği en yüksek düzeye çıkarma güdüsüyle, yaratılacak, yatırım yapılacak ve potansiyel olarak vazgeçilebilecek şeyler olarak bakılıyor. İlişkileri, stratejik bir yaklaşımla, pozitif duygular hissetmenin aracı olarak görmenin daha da vahim boyutu, bir ilişkinin kişiye sunduğu ruhsal değerle tartılması. İnsan, arkadaşlarının etraflarına yeterince haz veya mutluluk yaymadığını görüyorsa, “arkadaş listesi”ni “gözden geçirmesi” gerekebilir.

Neoliberal Sosyalizm

Aşırı derecede bireyci bir toplumda yaşıyoruz. Piyasalar, her şeyi bir tür bireysel hesaba ve bencilliğe dönüştürüyorlar. Arkadaşlık ve diğerkâmlıkla ilişkili değerleri yeniden kazanamadığımız takdirde toptan bıkkınlık hâline sürükleneceğiz.

Bu tür iddialar, asırlardır kapitalizme ve piyasalara yönelik eleştirilere kaynaklık etti. Piyasaların kapsamını daraltmaktan, kapitalist sistemin toptan revize edilmesine kadar envai çeşit reform talebine zemin oluşturdu. Bugün de aynı şikâyetleri duymak mümkün -ama çok farklı kesimlerden. Artık piyasanın bireyci ve maddiyatçı varsayımlarına saldıranların başında, pazarlamanın, davranışsal ekonominin, sosyal medya ve işletmenin pîrleri geliyor. Ama onların önerdikleri, sosyalleşmenin her şeyden önce bireyi tıbbi, duygusal ya da parasal kazanca götürecek bir araçtan ibaret olduğu, bambaşka bir bireysel psikoloji ve davranış kuramı.

İş dünyasının, medyanın ve politika yapıcıların ağız birliği ederek sosyalliği göklere çıkardığı mevcut durumu “neoliberal sosyalizm” olarak adlandırabiliriz. Paylaşmak satmaya tercih edilebilir, yeter ki egemen şirketlerin mali çıkarlarını zedelemesin. İnsanların manevi yanlarına ve diğerkâmlık duygularına hitap etmek, onları hiçbir söz haklarının olmadığı gündemlere doğru yöneltmenin en iyi yolu oldu. Markaları ve davranışları, para hiç el değiştirmeden, sosyal bulaşıcılıkla yaymak mümkün. Empati de ilişkiler de teşvik edilebilir, ama sadece mutlu insanların temrin ede ede kazandığı özel huylar olarak. Dostluk gibi, vaktiyle ekonomi mantığının dışında yer alan her şey, şimdi sessiz sedasız bu mantığa dâhil ediliyor.

Peki bu tuzaktan nasıl kurtulacağız? Doktorların önerdiği “sosyal reçete” cazip görünüyor: Kişilerin, dernek vs. yapılara katılıp başkalarıyla ortaklaşa çalışarak mutluluklarını artırabilecekleri gibi faydacı bir varsayımdan yola çıksa da, sonuçta mutluluğun yolu için bilişsel ya da davranışsal formüllere değil, kurumlara işaret ediyor. İnsanlar, kendi içlerine kapanıp hasetle başkalarını gözetler hâle geldiyse, bu durum kurumsal, politik ve kolektif cevaplar bulmayı gerektiren soruları gündeme getiriyor demektir, sosyalliği salık veren psikolojik yaklaşımla düzeltilmesi mümkün değildir. Bu yaklaşım, dijital medyayla ve bu medyanın sunduğu benmerkezci bağlantı modeliyle birleştiğinde, deva olmaya çalıştığı sorunları daha da şiddetlendirme tehlikesi taşıyor.

İnternetin bambaşka örgütlenme biçimlerinin önünü açmayı vaat ettiği günler çok da geride değil. Kültür ve siyaset kuramcısı Jeremy Gilbert'ın dediği gibi, Rupert Murdoch’un medya imparatorluğunun Myspace’i kâr getirecek bir yapıya dönüştürme girişiminin fiyaskoyla sonuçlanmasının üzerinden sadece birkaç yıl geçti. Açık ağ mantığı ile özel yatırım mantığı arasındaki gerilim çözülememiş ve Murdoch yarım milyar dolar kaybetmişti. Facebook, aynı hataları tekrarlamamak için kılı kırk yardı -her şeyden önce, çevrimiçi kimlikleri “gerçek” çevrimdışı kimliklerde sabitledi ve tasarımını pazarlamacılarla pazar araştırmacılarının çıkarlarına uygun hâle getirdi. Yine de başarılı olduğunu söylemek için çok erken olabilir.

Sosyal hayatın psikolojiye veya sosyal nörobilimin yaptığı gibi fizyolojiye indirgenmesi, geri dönüşsüz bir olgu değil. Karl Marx’a göre kapitalizm, işçileri fabrikalarda biraraya getirip birlikte çalışmaya zorlamakla, bizzat kendi sonunu getirecek sınıf formasyonunu kendi eliyle yaratıyordu. Piyasada işlem yapan bireylerin önceliğini vurgulayan “burjuva ideolojisi”, bu durumu değiştiremezdi. Bugün de insanlar, sırf kendi ruhsal ve fiziksel sağlıkları ya da kişisel haz deneyimleri için biraraya getiriliyor olabilir; ama toplumsal birlikteliklerin kendi iç mantıklarını geliştirme ihtimali de vardır ve bu da bireysel haz ya da mutluluğa indirgenemez. Neoliberal sosyalizm koşullarında bel bağlayabileceğimiz ihtimal de işte bu.

William Davies
7 Mayıs 2015
Kaynak

0 Yorum: