La Haine [“Protesto”]
filmine övgüler düzüldüğü köprünün altından çok sular aktı. Bugün Fransa’nın
Cezayir’i bir kez daha harap ettiği dönemde (1995) çekilen filmdeki
karakterlere artık küfretmek moda. O sahte hümanist pozlara kimsenin ihtiyacı
kalmadı. Sol, eksenini değiştirdi. “İnsan” olarak değerlendirilebilecek tek varlığın
Batılı olduğu fikrine rücu etti.
Slavoj Žižek, Yugoslavya’nın dağılması öncesine dair
bir resim sunuyor: Aynı kahvede Hırvatların, Boşnakların ve Sırpların
birbirleri hakkında, bizdeki Laz fıkralarına benzer fıkralar anlattıklarını,
ama aynı kahvede muhabbetin bir biçimde sürdüğünü söylüyor. Devamında da Avrupa
Birliği’nin geldiğinden, ortaya mülkiyet meselesini soktuğundan, herkesi
böldüğünden bahsediyor.
Benzer bir hikâyeye Orta Anadolu köylerinde de
rastlanıyor. Tapu Kadastro’nun tarla sınırlarını netleştirme girişimi,
kardeşleri bile birbirine düşürüyor. Hatta bir Alevi, kasten köye Sünni bir
memurun gönderildiğini ve bu bölme işleminin bilerek yapıldığını söylüyor. Bu
kişi, yıllardır kardeşleriyle konuşmuyor.
Anlaşılan Žižek, Köln Saldırıları ile ilgili yazısında
faş olduğu üzre, popülerlik kaygısıyla mıdır nedir, o Avrupa Birliği’nin aydını
olmayı seçmiş. Yugoslavya’yı parçalayan AB, antikomünist mücadele içerisinden kendisine
dişine uygun bir aydın devşirmiş. Žižek, birliğin ne kadar ulvi, ulaşılmaz ve
kıymetli olduğunu cümle âleme ilân edip duyuruyor. Bunu bir görev bellediği
görülüyor. Kendi varlığını burada, bu birlik zemininde tanımlıyor. Eksen
değiştiriyor.
Şimdi akın akın Müslümanlar geliyorlar. 1995’te
çekilen Protesto filminde radikalizme ve devrimciliğe dair içi boş
notlar çıkartıp rahat koltuklarında gevşeme imkânı bulanlar, bugün o filmde
kısmen aktarılan gençlerin öfkesinden korkuyorlar. Bugün bu şiddeti nasıl
kusacaklarının yollarını arıyorlar.
İlk kusma girişimi ise şuydu: filmin orijinal ismi
“Nefret” idi, ama Türkçeye onu istismar etmek amacıyla La Haine kelimesi
“Protesto” diye çevrilmişti.
En kolay yol da yirmilerle birlikte Nazilerin peşine
takılan lümpen proletaryaya atfen, bugün herkese “faşist” demek. Rahat
koltuklar, bu kelimeyi fısıldıyorlar. Sol, ulaşamadığı kitleye “faşist” diyor.
Kitleden kopmanın adının artık sol olarak tarif edildiğini görmüyor.
Bu teknokrasi, diplomasi ve bürokrasiye kul edilmiş
sol, kendisini AB kurullarıyla tanımlıyor. Avrupa Birliği yüce birlik hâlini
boşa düşüren, değersizleştiren, temellerini sarsan ucu açık, kontrolsüz öfkeye
karşı Žižek gibi aydınlarını ideoloji cephesine sürüyor.
* * *
Mazlum-Der’den arkadaşlar, geçen yıl AKP eliyle
belirli mahallere yerleştirilen Suriyeli mültecilerin yerlerinden edilmesine
şaşırıyorlar. Birkaç ay sonra mesele anlaşılıyor. Devlet, o mültecileri AB ile
oturduğu masada koz olarak kullanıyor. O, bu hamleyi para koparmak ve Suriye,
hatta Kürd siyaseti konusunda elini rahatlatmak için yapıyor.
Bugün internette solcular, “biz çalışmamıza Kürdlerin
açlık grevi ile başladık” diye övünenler, sağda solda özyönetim dersleri
verenler, Kemal Erdem isimli bir şahsın yazısını paylaşıyorlar.[2] Paylaşanlar,
birkaç yıl önce “PKK silâh bıraksın” diyenler (Halkevleri).
Onca gevezelikten sonra yazar, sadede geliyor ve
baklayı çıkartıyor: “HDP, AB üyeliği için mücadele etmeli.” Demek ki özyönetim
varsa, özeleştiri de olabilmeli. Girilmesi önerilen AB, bugün Kürd’e “terörist”
diyor, tel’in ediyor.
Žižek’in Gezi sonrası verdiği mülâkatta AKP’nin
“Osmanlıcı” siyasetine övgüler düzmesi de bu yüce birlik düsturu ile alakalı. O
Avrupaî birlikçiler, bugün “Aylan Kurdi’ye tacizci olacaktı, iyi ki öldü” diyen
karikatürlere utanmadan arlanmadan hâlâ sahip çıkıyorlar.
Üstelik bu kişiler, Avrupaî orta sınıf kazanımları ve
değerlerinin savunusunun verili burjuva devlete bağlanmak demek olduğunu bile
anlamıyorlar ya da belki de gayet iyi anlıyorlar. Polisten fazla polislik
yapıyorlar.
Köln polisi, saldırıların, tacizlerin arkasında
göçmenlerin olduğu konusunda net bir ifadede bulunmuyor ama Žižek ve ahfadı,
hemen savunmaya ve saldırıya geçerek, “göçmenlerin kendilerini kıskanan, haset
eden faşistler” olduklarını söylüyorlar.
Üstelik bir de bunlar pro-feminist! Göçmenleri
kendilerinde olan mallara sahip olmak isteyen, “Avrupa’nın vaat dolu
topraklarına katılmayı arzulayan” güruh olarak resmeden Žižek’ler, kadını sırf
orta sınıfa ait, sadece onun mülkü olan bir haz nesnesi, mülkü olarak
görüyorlar. Dertleri kadına saldırı da değil, sadece mal olarak gördükleri
canlının başkalarına yâr olması ihtimali. “Gerici faşist” göçmenler, o mülke, o
kutsal araziye göz koydukları için eleştiriliyorlar. Evde patronun yıllanmış
şarabından, gizlice bir yudum alan hizmetçi gibi değerlendiriyorlar onları.
Buna o patronlar adına sinirleniyorlar. Dolayısıyla Žižek, doğrudan Charlie
Hebdo karikatürlerine bağlanıveriyor.
Bu tavır, “bizim olanları aldı bu pis AKP’liler” diyen
CHP’li burjuvazinin dümenine giren sola da sirayet ediyor. Esasında bu
kıskançlık, haset ve nefret edebiyatı, her AKP karşıtı ideolojik gevezelikte
bir biçimde güncelleniyor. AKP üzerinden devlet, bu sayede kendisini yoksul
kesimde tahkim ediyor. Buna dair Žižek gibilerin bulduğu çözümse şu:
“Eziklerin, her ne iseler o şekilde sesi olmak yeterli değil. Gerçek kurtuluş
için, özgürlüklerine doğru (başkaları ve kendileri tarafından) eğitilmeleri
gerekiyor.” Ekseni kaymış olan sol da bu eğitim meselesi üzerinden burjuva
siyasetine bağlanıyor. Ulaş(a)madığı kitleye “faşist” diyerek, bir yerlere
mesaj yolluyor, ayrıca, kendi eğitimciliğine pay çıkartma imkânı buluyor. O
ayaklanan Fransız göçmenleri de Fransız işçilerini de “faşist” diyerek karşı
tarafa atmayı öğreniyor. Bunu AB kurullarının emriyle, o kurullara yaranmak,
bir oturma izni, bir pasaport, bir dernekte başkanlık elde etmek için yapıyor.
Buradaki Müslümanlara “ezik patates” diyen Teori ve
Politika türü sol çevreler, bu küçük burjuva kibri ve snobluğu bir biçimde
paylaşıyorlar. Birinde zihnindeki bilgi yekûnu, diğerinde soyut bir “silâh”, bu
kibrin ve snobluğun kılıfı oluyor. Oysa bu tür sol çevrelerin ne bilgiyle ne de
silâhla bir alakaları var. İkisinden de veba gibi korkuyorlar.
Žižek gibiler, önce Avrupa Birliği aydını oluyorlar,
sonra da bunun diyeti olarak, oradaki egemen kurguyu yaracak, çatlatacak her
olasılığı zihinlerden savuşturmak için namluya sürülüyorlar.
Žižek açıktan söylüyor, kendisindeki bir tür
Hristiyanlık övgüsünün 11 Eylül sonrası İslamî direniş üzerinden
biçimlendiğini. O, bir yazısında şiddeti sadece devlete ortak olabilmiş orta
sınıflara hak görüyor.[3] Avrupaî orta sınıfın dışında olanların şiddetini
savuşturmak için çabalıyor. Buradaki küçük burjuvaya da sıcak gelen esasen bu:
şiddetsiz şiddetçilik. Orta sınıf dışı kesimlerin nefretini, onun sıcaklığını
enselerinin köklerinde hissediyorlar. Mesele bu.
Orta sınıf solcular, kendilerini var eden, onlara
kudret ve varlık gerekçesi sunan devlete ve burjuvaziye halel getirmeyecek
işler yapıyorlar. Teoriyi, ideolojiyi ve politikayı bu düzeye çekiyorlar.
Devlet ve burjuvazi, her daim saldırı veya savunma hattını orta sınıflar
şahsında kuruyor. O hatta yönelik her türden nesnel ve öznel saldırı,
devrimcidir.
Eren Balkır
15 Ocak 2016
Dipnotlar:
[1] Slavoj Žižek, “Köln Saldırıları Müstehcen Bir Karnaval Versiyonuydu”, 15
Ocak 2016, Dünyadan Çeviri.
[2] Kemal Erdem, “PKK’nin Yanlış Stratejik Önceliği”,
6 Ocak 2016, Sendika.
[3] Slavoj Žižek, “Robespierre ya da Terörün İlahi
Şiddeti”, 12 Haziran 2015, Komünizmin Güncelliği.
0 Yorum:
Yorum Gönder