Bir toplum ve din düşünürü olarak Muhammed İkbal,
Allah’ın Birliği [Tevhid] ve nübüvvetin Hz. Muhammed’de nihayete ermesine vurgu
yapan bir isimdir. Ona göre, Allah dışında hiçbir şey aşkın ve ibadetin konusu
olmayı hak etmez. İslam Peygamberi’nin en büyük katkısı, O’nun, beşeriyete
yönelik yapılan görevlerle birlikte, Allah’a doğrudan yakınlaşmaya vurgu yapmış
olmasıdır. Beşeriyete hizmetin ilkelerini tarif ederken İslam, beşeriyetin
iyiliğine yapılmış her eylemin din kategorisi içerisine girdiğini tespit eder.
Kur’an-ı Kerim’in önemle üzerinde durduğu biçimiyle, “Doğu’ya ve Batı’ya
yüzünüzü dönmeniz dindarlık değildir, dindarlık insanın Allah’a, ahrete,
meleklere ve Peygamber’in kitabına inanması ve dostlarına, akrabalarına,
yetimlere, muhtaçlara, yolda kalmışlara ve dilencilere, sevmelerine karşın,
servetlerinden vermesidir.” [Bakara 177]
Dolayısıyla Tevhid’e ve İslamî Sosyalizme dayanan
din hakiki ve evrensel dindir, bu hâliyle din asla hizipleşmelerin sebebi
olamaz. Başa gelen belanın sebebi mezhepçilik ve Kiliseciliktir.
Bu nedenle İkbal’e göre, hakiki Müslüman’ın
evrensel bir karakteri vardır, oysa o ne vakit bir tarikata girse bu
karakterini yitirecektir. Kendimizi başkalarında görmemize imkân vermeyen, özel
olana doğru ayrışmanın o kalın kabuğu sökülüp atılmadıkça, dünyada uyum asla
tesis edilemez. İnsanla Allah arasındaki ilişki doğal bir ilişkidir ve
mezhepçilik karşısında mevcudiyetini daha fazla koruması mümkün değildir.
Aşağıdaki dizelerinde İkbal, Tevhid öğretisinin önemini gayet güzel
resmetmektedir:
O tek nefesi nedir yüz
yüreğe üfleyen?
Budur Tevhid’e imanın
sırlarında biri.
Birleş ki Tevhid olsun
peyda
İdrak et o gizli manasını;
İman, İrfan ve Nizam hepsi
ondan neşet eder,
Odur gücün, kudretin ve sebatın kaynağı.[1]
Sonrasında İkbal, nübüvvetin Hz. Muhammed’de
nihayete ermesine vurgu yaparak, bu olmaksızın beşeriyetin birliğinin
gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu söyler.
“Nübüvvet örgütlenmemizin,
dinimizin ve hukukumuzun temelidir.”[2]
Millî nübüvvet [peygamberlik] millî birliğin
bağlarını kurmuştur ama artık gerekli olan beynelmilel birliktir ve bu da ancak
dünyanın tüm milletlerine tek bir peygamber göndermek suretiyle mümkün
olabilir. İnsan ırkının birleşmesi fikri ancak bu sayede kâmil olabilir. Bu
fikir, İkbal’in tüm yazılarında dile gelen fikriyatının merkezî motifidir.
İnsan bir avuç tozdan
doğdu,
Milletse vahiy inmiş insanların kalbinden.[3]
Dolayısıyla insan ırkının birleşmesi ve tek bayrak
altında bir araya getirilmesi fikri Hz. Muhammed sayesinde kemaliyete
ulaşmıştır. Tüm renkler ve ırklar silinince tüm coğrafî sınırlar da ortadan
kalkmış, insan ırkının birliği, “tüm insanlar Allah’ın ailesini, dolayısıyla
tek bir milleti teşkil ederler” olarak özetlenebilecek o altın ilkenin temelini
teşkil etmiştir.
Bu nedenle İkbal, mezheplere göre kompartmanlara
ayrışmanın tam da İslam’ın inkârı demek olduğunu söyler. Ona göre İslam,
birleştirici, evrenselci, ayrıştırıcı olmayan, her şeyi ve herkesi içeren bir
dindir. Basit manada bir gelenekler toplamından daha fazlasıdır. O, tüm dünyayı
akraba ve yakın kılan hayatî, ruhanî bir dokunuştur. İkbal, amellerin
akidelerden, hareketin itikatlardan daha kıymetli olduğunu düşünür. Birinin
başkasından Allah’a olan aşkı yüzünden nefret etmesi, ruhun selameti için
başkasını dışlaması, dinî imanın temelini yıkan, topluma zararlı eğilimlerdir.
Bu nedenle insan haysiyetinin herkeste doğalında mevcut olduğunun kabulü, insanî
uyum için gerekli ilk adımdır. İnsanların birbirlerine kardeşçe davranmaları,
insanlığın yegâne izzet-i nefsidir. Bu noktada İkbal şunları söyler:
Nedir beşeriyet? İnsana
hürmet!
İnsanın hakiki kıymetini
takdir et;[4]
Allah’ın yollarını öğrenir
aşk ehli
Müşfiktir mümine ve kâfire
İman da küfür de bir
kalbde![5]
Kalb kalbden kaçarsa,
kırılsın o vakit!
Kalb şüphesiz, mapustur
duvarları kil bir hapiste
Oysa tüm kâinat kalbin memleketidir.[6]
Tüm insanlar aynı Rabbin evlatları olduğundan,
önemsiz kimi konu başlıkları yüzünden dövüşmek ve tüm dinî itikatların özü
olan, aradaki toplumsal, dinsel ve dilsel farklılıklara bakmaksızın yardımlaşma
ve insanlığın iyiliğine nefsi teslim etme meselesini inkâr etmek ya cehalettir
ya da delilik. Bir insanın toplumdaki statüsünü belirlemesi gereken tek bir şey
varsa o da onun topluma olan hizmetidir. Bu nedenle İkbal, sefaleti ortadan
kaldırmanın Allah’a hamdetmenin en yüce biçimi olduğunu söyler. Ona göre
topluma hizmet en iyi ibadettir. Renge, itikada, kabileye ve kasta bakmaksızın
insanlar arasında uyumlu ilişkiler tesis etmek, ona göre, tüm dinlerin özüdür.
Şüphesiz ki İslam’ın amacı da insanî hürriyeti ve haysiyeti teşkil eden,
hayatın kemale ermesi ve zenginleşmesidir.
Hürriyet ve haysiyet noktasında İkbal mücadele ve
eyleme vurgu yapar; bizleri bu noktada eylemsizliğin sonuçlarına ve başkalarına
fazla bağımlı olmanın tehlikelerine karşı uyarır. Uyuşukluk, bir ülkenin
toplumun toplumsal, politik, dinsel ve ekonomik ilerleyişini ciddi biçimde
etkileyen bir hastalıktır. Bu nedenle İkbal, insanları dinsel maraza ve aynı
zamanda toplumsal, politik ve ekonomik şeytanî güçlere karşı eyleme geçmeye
teşvik eder. Ona göre, insan kendi kaderini, kendini merkeze alıp tefekküre
dalarak ya da her şeyden feragat ederek değil, ancak yorucu bir faaliyet ve
Allah’a imanla dolu bir ömür üzerinden gerçek kılabilir. İkbal, bu görüşünü
şiirsel sembolizmin diliyle açık bir biçimde ortaya koymaktadır:
Unut artık o huzursuz
pervanenin hikâyesini
Hani şu yandığını anlatan
masalı kulağımı tırmalayan
O pervane yalnızdı ve
gerçekti
Mücadele edip yuttu alevleri.[7]
İkbal insanı şeytanî güçlere karşı mücadele etmeye
ve doğayı fethetmeye çağırır. Her türden çabanın yerini alan dinin bir nevroz
çeşidi olduğunu, hakiki bir din olmadığını tespit eder. Ona göre, Allah insanı
doğanın güçlerini fethetsin, içinde saklı güçleri idrak etsin diye yaratmıştır.
Bu görüşünü desteklemek amacıyla şu Kur’an ayetlerine başvurur:
“Şüphesiz ki biz insanı zorlukla
yüzleşsin diye yarattık.” [Beled 4]
“İnsana
kendi emeğinden başkası yoktur ve o emeği kısa süre içinde görülecektir; Sonra
onun karşılığı eksiksiz ödüllendirilecektir.” [Necm 39-41]
“Ey
kavmim! Durumunuza göre bildiğinizi yapın! Ben de bildiğimi yapacağım.” [Zümer
39]
Dolayısıyla hakiki bir Müslüman, İkbal’e göre, ne
durağan bir durumdadır ne de çevresinin kölesidir. O, verili koşullara
hükmetmek için tüm ömrü boyunca mücadele edip gayret sarf eder. Haysiyet de bu
dövüşün kendisindedir.
Diğer tüm ulema ve pirân gibi İkbal de uyumsuzluk
ve ihtilaf üretme eğiliminde olan müzmin hastalıkların ve tüm o yıkıcı
kusurların insandan sökülüp atılması suretiyle insanî saadetin ve dünyevî
barışın teşvik edileceği hususu üzerinde ısrarla durur. Bu noktada İslam’ın
sosyoekonomik ilkelerine ait üç ayırt edici özellik göz önünde
bulundurulmalıdır: faizin ilgası, zekât kurumu ve servetin birkaç insanın
elinde toplaşmasına karşı çıkılması. Eşitlik temel bir insanî haktır ve eşit
haklarla tüm insanlar için gerekli fırsatları ifade eder. Kur’an insana hukuk
nizamından istifade etme hakkı bahşetmiştir. Devletin en yüksek kademesindeki
kişi İslam devletinde tam da bu sebeple, sıradan fakir bir insanla aynı hukuk
disiplinine tabidir. Bu nedenle İslam’da hukukun gözünde herkes eşittir ve
insanın sosyal statüsü kendisinin elde ettiği veya doğasında mündemiç servet
sahibi olma yetkisince değil, kişisel vasıfları ve toplumsal refaha olan
katkıları üzerinden tayin edilir. Bu nedenle İkbal, Müslümanları sömürücü
sınıfların ve emperyalizmin geride bıraktığı tüm geleneklerin ve güçlerin
tesirlerinden kurtarmak arzusundadır. O, insanın tüm bu tesirlerden
kurtulduğunda sağlam bir güç ortaya çıkartıp kuvvetli bir rol oynayacağı
konusunda eksiği gediği bulunmayan bir bilince sahiptir. Bu nedenle İkbal
sosyalist bir İslam ideolojisini teşvik eder. Paramparça olmuş beşeriyetin
çektiği çile İkbal’i harekete geçirir, o da emperyalizmin kötülüklerine karşı
bir uyarı notu düşer:
“İnsan
hâlâ sömürünün ve emperyalizminin avı durumundadır: insanın insana av olmak
zorunda kalması acı verici bir felaket değil midir?”[8]
İkbal’i etkileyen ve harekete geçiren diğer bir
husus da işçi sınıfının giderek yoğunlaşan sefaleti ve yaşadığı itibarsızlaşmadır.
O, verdiği mesajla fukarayı ve işçileri uyandırmak ister ve üretim araçlarının
bir avuç insanın elinde toplandığı, küçük üreticilerin büyük kapitalistler
eliyle yenilip yutulduğu ve üretim sisteminin krizlerle, buhranlarla boğuştuğu
bu toplumsal düzenin asla hakiki manada bir İslamî nizam olamayacağını söyler.
Bu nedenle İkbal, emeğin sömürüsünün olmadığı,
özel teşebbüsün yerini devlet teşebbüsüne bıraktığı ve üretim araçlarının
toplumsallaştırılıp sınıfsal karşıtlığın ortadan kaybolduğu mükemmel bir
toplumsal düzene hasret duyar.
Bu mükemmel uyum ve toplumsal düzen, ancak
sosyalizm ikliminde gerçekleştirilebilir. Sosyalizmin temel fikri üretim
araçlarının özel mülkiyetinin ilgası ve onun yerini devlet mülkiyetinin
almasıdır. Devlet endüstrileri bizzat yönetmeli ve kâra el koyup onun kamunun
refahı için harcamalıdır. Tüm insanlara ahlâkî ve zihnî doğalarında neyin en
iyisi olduğunu anlama noktasında eşit fırsatlar sunulmalıdır. Devletin işlevi,
asayişi, şahsın mülkünü ve hayatını korumak, adaleti idare etmektir. Bunun
yanında devlet zayıfı korur ve insanlara yardımlaşmaya teşvik eder, böylece
insanlara ahlâkî ve ruhanî ülkülerinin peşinden gitmeleri için imkân sağlar.
İslam devletinin görevi, tüm sınıflardan insanlara sosyal güvenlik sağlamak, onları
sefalete, cehalete ve hastalığa karşı korumak, ayrıca tüm insanların asgari
yaşam standardına kavuşmalarını güvence altına alacak adımlar atmaktır.
Sosyalist fikriyatın etkisi altında olan İkbal, devlete yüksekte duran, pozitif
bir iyi güç olarak bakar ve onun, toplumsal hayatın her yönünü kendisine dert
edinmek ve insanlara, hayat dâhilinde sahip oldukları asil isteklerini
gerçekleştirmeleri konusunda, eşit fırsatlar sunmak gibi görevleri olduğunu
söyler. Buradan da hükümetin işlevinin alabildiğine genişlemesi gerektiği
üzerinde durur. Hükümet, tüm insanların ortak iyiliğini teşvik etmeli, üretim
araçlarının mülkiyetini üzerine almalı, ürünü herkese eşitçe dağıtmalı, bir
avuç insanın çoğunluğu sömürmesine mani olmalıdır. İslamî sosyalizme göre,
toprakta ve diğer üretim araçlarında özel mülkiyet tümüyle gayrimeşrudur.
Topraklar ve madenler doğanın armağanıdır, bu yüzden de asla bir avuç insana
ait olmamalıdır. Bu konuda Kur’an şunları söyler:
“Yeryüzünde
sabit dağlar varetti. Orasını bereketlendirdi. İsteyenler/ihtiyacı olanlar için
eşitçe olmak üzere orada dört mevsim rızık ve rızık kaynakları takdir etti.”
[Fussilet 10]
İkbal aşağıdaki dizelerinde aynı fikri ifade eder:
Koyu balçığın altındaki
tohumu kim besliyor?
Kim yükseltiyor bulutları
göğe denizin dalgalarından?
Batıdan o güzel rüzgârı
estiren kim?
Kim toprağın sahibi, kime
ait güneşin ışığı?
Buğdayın içini kim inciyle
dolduruyor?
Kim belletiyor mevsimlere
değişimin ilkelerini?
Hey ağam, toprak senin
değil, asla senin değil.
O ne ecdadının ne benim ne de senin.”
İslamî sosyalizm teorisi demokrasi ilkelerinin
genişletilmesidir. Gerçek demokrasi, ancak ekonomik eşitlik varsa var olabilir.
Plansız bir ekonomik sistem, dönemsel krizlere bağlı olarak sık sık yaşanan
çöküşlere uygun bir sistemdir. İkbal, son birkaç yüz yıl içerisinde geçerlik
kazanmış tüm ilerici fikirlere muhalif olan faşizmin özgürlüğe düşman,
antidemokratik felsefesine kesin bir biçimde karşıdır. Faşizmin inşa etmek
istediği totaliter devlet anlayışı şahsın özgürlüğüne muhaliftir. İkbal’e göre,
devlet kendi içinde bir amaç değildir. O harikulade bir örgütlenme olmalıdır
ama sadece şahsın kişiliğinin gelişimini teşvik eden bir araç olarak iş
görmelidir.
Özetle İkbal şunu
söylemektedir: “Sözde demokrasi, sefil milliyetçilik ve aşağılık emperyalizm
tuz buz olmadıkça, insanlar tüm dünyanın Allah’ın bir ailesi olduğu inancını
eylemleriyle ortaya koymadıkça, ırk, renk ve milliyet ayrımı tümüyle süpürülüp
atılmadıkça, mesut bir hayata sahip olamayacağız ve özgürlük, eşitlik ve
kardeşlik denilen o güzel idealler asla gerçekleşmeyecek.”
Abbadullah Farukî
Dipnotlar
[1] Asrar-o-Rumuz,
s. 105, 182, 183.
[2] Asrar-o-Rumuz,
s. 16
[3] Asrar-o-Rumuz,
s. 136.
[4] Armaghan-i-Hijaz,
s. 149.
[5] Javid
Namah, s. 242.
[6] Javid
Namah, s. 241-42.
[7] Payam-i Mashriq,
s. 24.
[8] Bali-Jibril,
s. 161
0 Yorum:
Yorum Gönder