14 Temmuz 2015

İslamî Sosyalizm ve Muhammed İkbal

Bir toplum ve din düşünürü olarak Muhammed İkbal, Allah’ın Birliği [Tevhid] ve nübüvvetin Hz. Muhammed’de nihayete ermesine vurgu yapan bir isimdir. Ona göre, Allah dışında hiçbir şey aşkın ve ibadetin konusu olmayı hak etmez. İslam Peygamberi’nin en büyük katkısı, O’nun, beşeriyete yönelik yapılan görevlerle birlikte, Allah’a doğrudan yakınlaşmaya vurgu yapmış olmasıdır. Beşeriyete hizmetin ilkelerini tarif ederken İslam, beşeriyetin iyiliğine yapılmış her eylemin din kategorisi içerisine girdiğini tespit eder. Kur’an-ı Kerim’in önemle üzerinde durduğu biçimiyle, “Doğu’ya ve Batı’ya yüzünüzü dönmeniz dindarlık değildir, dindarlık insanın Allah’a, ahrete, meleklere ve Peygamber’in kitabına inanması ve dostlarına, akrabalarına, yetimlere, muhtaçlara, yolda kalmışlara ve dilencilere, sevmelerine karşın, servetlerinden vermesidir.” [Bakara 177]
Dolayısıyla Tevhid’e ve İslamî Sosyalizme dayanan din hakiki ve evrensel dindir, bu hâliyle din asla hizipleşmelerin sebebi olamaz. Başa gelen belanın sebebi mezhepçilik ve Kiliseciliktir.
Bu nedenle İkbal’e göre, hakiki Müslüman’ın evrensel bir karakteri vardır, oysa o ne vakit bir tarikata girse bu karakterini yitirecektir. Kendimizi başkalarında görmemize imkân vermeyen, özel olana doğru ayrışmanın o kalın kabuğu sökülüp atılmadıkça, dünyada uyum asla tesis edilemez. İnsanla Allah arasındaki ilişki doğal bir ilişkidir ve mezhepçilik karşısında mevcudiyetini daha fazla koruması mümkün değildir. Aşağıdaki dizelerinde İkbal, Tevhid öğretisinin önemini gayet güzel resmetmektedir:
O tek nefesi nedir yüz yüreğe üfleyen?
Budur Tevhid’e imanın sırlarında biri.
Birleş ki Tevhid olsun peyda
İdrak et o gizli manasını;
İman, İrfan ve Nizam hepsi ondan neşet eder,
Odur gücün, kudretin ve sebatın kaynağı.[1]
Sonrasında İkbal, nübüvvetin Hz. Muhammed’de nihayete ermesine vurgu yaparak, bu olmaksızın beşeriyetin birliğinin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu söyler.
“Nübüvvet örgütlenmemizin, dinimizin ve hukukumuzun temelidir.”[2]
Millî nübüvvet [peygamberlik] millî birliğin bağlarını kurmuştur ama artık gerekli olan beynelmilel birliktir ve bu da ancak dünyanın tüm milletlerine tek bir peygamber göndermek suretiyle mümkün olabilir. İnsan ırkının birleşmesi fikri ancak bu sayede kâmil olabilir. Bu fikir, İkbal’in tüm yazılarında dile gelen fikriyatının merkezî motifidir.
İnsan bir avuç tozdan doğdu,
Milletse vahiy inmiş insanların kalbinden.[3]
Dolayısıyla insan ırkının birleşmesi ve tek bayrak altında bir araya getirilmesi fikri Hz. Muhammed sayesinde kemaliyete ulaşmıştır. Tüm renkler ve ırklar silinince tüm coğrafî sınırlar da ortadan kalkmış, insan ırkının birliği, “tüm insanlar Allah’ın ailesini, dolayısıyla tek bir milleti teşkil ederler” olarak özetlenebilecek o altın ilkenin temelini teşkil etmiştir.
Bu nedenle İkbal, mezheplere göre kompartmanlara ayrışmanın tam da İslam’ın inkârı demek olduğunu söyler. Ona göre İslam, birleştirici, evrenselci, ayrıştırıcı olmayan, her şeyi ve herkesi içeren bir dindir. Basit manada bir gelenekler toplamından daha fazlasıdır. O, tüm dünyayı akraba ve yakın kılan hayatî, ruhanî bir dokunuştur. İkbal, amellerin akidelerden, hareketin itikatlardan daha kıymetli olduğunu düşünür. Birinin başkasından Allah’a olan aşkı yüzünden nefret etmesi, ruhun selameti için başkasını dışlaması, dinî imanın temelini yıkan, topluma zararlı eğilimlerdir. Bu nedenle insan haysiyetinin herkeste doğalında mevcut olduğunun kabulü, insanî uyum için gerekli ilk adımdır. İnsanların birbirlerine kardeşçe davranmaları, insanlığın yegâne izzet-i nefsidir. Bu noktada İkbal şunları söyler:
Nedir beşeriyet? İnsana hürmet!
İnsanın hakiki kıymetini takdir et;[4]
Allah’ın yollarını öğrenir aşk ehli
Müşfiktir mümine ve kâfire
İman da küfür de bir kalbde![5]
Kalb kalbden kaçarsa, kırılsın o vakit!
Kalb şüphesiz, mapustur duvarları kil bir hapiste
Oysa tüm kâinat kalbin memleketidir.[6]
Tüm insanlar aynı Rabbin evlatları olduğundan, önemsiz kimi konu başlıkları yüzünden dövüşmek ve tüm dinî itikatların özü olan, aradaki toplumsal, dinsel ve dilsel farklılıklara bakmaksızın yardımlaşma ve insanlığın iyiliğine nefsi teslim etme meselesini inkâr etmek ya cehalettir ya da delilik. Bir insanın toplumdaki statüsünü belirlemesi gereken tek bir şey varsa o da onun topluma olan hizmetidir. Bu nedenle İkbal, sefaleti ortadan kaldırmanın Allah’a hamdetmenin en yüce biçimi olduğunu söyler. Ona göre topluma hizmet en iyi ibadettir. Renge, itikada, kabileye ve kasta bakmaksızın insanlar arasında uyumlu ilişkiler tesis etmek, ona göre, tüm dinlerin özüdür. Şüphesiz ki İslam’ın amacı da insanî hürriyeti ve haysiyeti teşkil eden, hayatın kemale ermesi ve zenginleşmesidir.
Hürriyet ve haysiyet noktasında İkbal mücadele ve eyleme vurgu yapar; bizleri bu noktada eylemsizliğin sonuçlarına ve başkalarına fazla bağımlı olmanın tehlikelerine karşı uyarır. Uyuşukluk, bir ülkenin toplumun toplumsal, politik, dinsel ve ekonomik ilerleyişini ciddi biçimde etkileyen bir hastalıktır. Bu nedenle İkbal, insanları dinsel maraza ve aynı zamanda toplumsal, politik ve ekonomik şeytanî güçlere karşı eyleme geçmeye teşvik eder. Ona göre, insan kendi kaderini, kendini merkeze alıp tefekküre dalarak ya da her şeyden feragat ederek değil, ancak yorucu bir faaliyet ve Allah’a imanla dolu bir ömür üzerinden gerçek kılabilir. İkbal, bu görüşünü şiirsel sembolizmin diliyle açık bir biçimde ortaya koymaktadır:
Unut artık o huzursuz pervanenin hikâyesini
Hani şu yandığını anlatan masalı kulağımı tırmalayan
O pervane yalnızdı ve gerçekti
Mücadele edip yuttu alevleri.[7]
İkbal insanı şeytanî güçlere karşı mücadele etmeye ve doğayı fethetmeye çağırır. Her türden çabanın yerini alan dinin bir nevroz çeşidi olduğunu, hakiki bir din olmadığını tespit eder. Ona göre, Allah insanı doğanın güçlerini fethetsin, içinde saklı güçleri idrak etsin diye yaratmıştır. Bu görüşünü desteklemek amacıyla şu Kur’an ayetlerine başvurur:
“Şüphesiz ki biz insanı zorlukla yüzleşsin diye yarattık.” [Beled 4]
“İnsana kendi emeğinden başkası yoktur ve o emeği kısa süre içinde görülecektir; Sonra onun karşılığı eksiksiz ödüllendirilecektir.” [Necm 39-41]
“Ey kavmim! Durumunuza göre bildiğinizi yapın! Ben de bildiğimi yapacağım.” [Zümer 39]
Dolayısıyla hakiki bir Müslüman, İkbal’e göre, ne durağan bir durumdadır ne de çevresinin kölesidir. O, verili koşullara hükmetmek için tüm ömrü boyunca mücadele edip gayret sarf eder. Haysiyet de bu dövüşün kendisindedir.
Diğer tüm ulema ve pirân gibi İkbal de uyumsuzluk ve ihtilaf üretme eğiliminde olan müzmin hastalıkların ve tüm o yıkıcı kusurların insandan sökülüp atılması suretiyle insanî saadetin ve dünyevî barışın teşvik edileceği hususu üzerinde ısrarla durur. Bu noktada İslam’ın sosyoekonomik ilkelerine ait üç ayırt edici özellik göz önünde bulundurulmalıdır: faizin ilgası, zekât kurumu ve servetin birkaç insanın elinde toplaşmasına karşı çıkılması. Eşitlik temel bir insanî haktır ve eşit haklarla tüm insanlar için gerekli fırsatları ifade eder. Kur’an insana hukuk nizamından istifade etme hakkı bahşetmiştir. Devletin en yüksek kademesindeki kişi İslam devletinde tam da bu sebeple, sıradan fakir bir insanla aynı hukuk disiplinine tabidir. Bu nedenle İslam’da hukukun gözünde herkes eşittir ve insanın sosyal statüsü kendisinin elde ettiği veya doğasında mündemiç servet sahibi olma yetkisince değil, kişisel vasıfları ve toplumsal refaha olan katkıları üzerinden tayin edilir. Bu nedenle İkbal, Müslümanları sömürücü sınıfların ve emperyalizmin geride bıraktığı tüm geleneklerin ve güçlerin tesirlerinden kurtarmak arzusundadır. O, insanın tüm bu tesirlerden kurtulduğunda sağlam bir güç ortaya çıkartıp kuvvetli bir rol oynayacağı konusunda eksiği gediği bulunmayan bir bilince sahiptir. Bu nedenle İkbal sosyalist bir İslam ideolojisini teşvik eder. Paramparça olmuş beşeriyetin çektiği çile İkbal’i harekete geçirir, o da emperyalizmin kötülüklerine karşı bir uyarı notu düşer:
“İnsan hâlâ sömürünün ve emperyalizminin avı durumundadır: insanın insana av olmak zorunda kalması acı verici bir felaket değil midir?”[8]
İkbal’i etkileyen ve harekete geçiren diğer bir husus da işçi sınıfının giderek yoğunlaşan sefaleti ve yaşadığı itibarsızlaşmadır. O, verdiği mesajla fukarayı ve işçileri uyandırmak ister ve üretim araçlarının bir avuç insanın elinde toplandığı, küçük üreticilerin büyük kapitalistler eliyle yenilip yutulduğu ve üretim sisteminin krizlerle, buhranlarla boğuştuğu bu toplumsal düzenin asla hakiki manada bir İslamî nizam olamayacağını söyler.
Bu nedenle İkbal, emeğin sömürüsünün olmadığı, özel teşebbüsün yerini devlet teşebbüsüne bıraktığı ve üretim araçlarının toplumsallaştırılıp sınıfsal karşıtlığın ortadan kaybolduğu mükemmel bir toplumsal düzene hasret duyar.
Bu mükemmel uyum ve toplumsal düzen, ancak sosyalizm ikliminde gerçekleştirilebilir. Sosyalizmin temel fikri üretim araçlarının özel mülkiyetinin ilgası ve onun yerini devlet mülkiyetinin almasıdır. Devlet endüstrileri bizzat yönetmeli ve kâra el koyup onun kamunun refahı için harcamalıdır. Tüm insanlara ahlâkî ve zihnî doğalarında neyin en iyisi olduğunu anlama noktasında eşit fırsatlar sunulmalıdır. Devletin işlevi, asayişi, şahsın mülkünü ve hayatını korumak, adaleti idare etmektir. Bunun yanında devlet zayıfı korur ve insanlara yardımlaşmaya teşvik eder, böylece insanlara ahlâkî ve ruhanî ülkülerinin peşinden gitmeleri için imkân sağlar. İslam devletinin görevi, tüm sınıflardan insanlara sosyal güvenlik sağlamak, onları sefalete, cehalete ve hastalığa karşı korumak, ayrıca tüm insanların asgari yaşam standardına kavuşmalarını güvence altına alacak adımlar atmaktır. Sosyalist fikriyatın etkisi altında olan İkbal, devlete yüksekte duran, pozitif bir iyi güç olarak bakar ve onun, toplumsal hayatın her yönünü kendisine dert edinmek ve insanlara, hayat dâhilinde sahip oldukları asil isteklerini gerçekleştirmeleri konusunda, eşit fırsatlar sunmak gibi görevleri olduğunu söyler. Buradan da hükümetin işlevinin alabildiğine genişlemesi gerektiği üzerinde durur. Hükümet, tüm insanların ortak iyiliğini teşvik etmeli, üretim araçlarının mülkiyetini üzerine almalı, ürünü herkese eşitçe dağıtmalı, bir avuç insanın çoğunluğu sömürmesine mani olmalıdır. İslamî sosyalizme göre, toprakta ve diğer üretim araçlarında özel mülkiyet tümüyle gayrimeşrudur. Topraklar ve madenler doğanın armağanıdır, bu yüzden de asla bir avuç insana ait olmamalıdır. Bu konuda Kur’an şunları söyler:
“Yeryüzünde sabit dağlar varetti. Orasını bereketlendirdi. İsteyenler/ihtiyacı olanlar için eşitçe olmak üzere orada dört mevsim rızık ve rızık kaynakları takdir etti.” [Fussilet 10]
İkbal aşağıdaki dizelerinde aynı fikri ifade eder:
Koyu balçığın altındaki tohumu kim besliyor?
Kim yükseltiyor bulutları göğe denizin dalgalarından?
Batıdan o güzel rüzgârı estiren kim?
Kim toprağın sahibi, kime ait güneşin ışığı?
Buğdayın içini kim inciyle dolduruyor?
Kim belletiyor mevsimlere değişimin ilkelerini?
Hey ağam, toprak senin değil, asla senin değil.
O ne ecdadının ne benim ne de senin.”
İslamî sosyalizm teorisi demokrasi ilkelerinin genişletilmesidir. Gerçek demokrasi, ancak ekonomik eşitlik varsa var olabilir. Plansız bir ekonomik sistem, dönemsel krizlere bağlı olarak sık sık yaşanan çöküşlere uygun bir sistemdir. İkbal, son birkaç yüz yıl içerisinde geçerlik kazanmış tüm ilerici fikirlere muhalif olan faşizmin özgürlüğe düşman, antidemokratik felsefesine kesin bir biçimde karşıdır. Faşizmin inşa etmek istediği totaliter devlet anlayışı şahsın özgürlüğüne muhaliftir. İkbal’e göre, devlet kendi içinde bir amaç değildir. O harikulade bir örgütlenme olmalıdır ama sadece şahsın kişiliğinin gelişimini teşvik eden bir araç olarak iş görmelidir.
Özetle İkbal şunu söylemektedir: “Sözde demokrasi, sefil milliyetçilik ve aşağılık emperyalizm tuz buz olmadıkça, insanlar tüm dünyanın Allah’ın bir ailesi olduğu inancını eylemleriyle ortaya koymadıkça, ırk, renk ve milliyet ayrımı tümüyle süpürülüp atılmadıkça, mesut bir hayata sahip olamayacağız ve özgürlük, eşitlik ve kardeşlik denilen o güzel idealler asla gerçekleşmeyecek.”
Abbadullah Farukî
Dipnotlar
[1] Asrar-o-Rumuz, s. 105, 182, 183.
[2] Asrar-o-Rumuz, s. 16
[3] Asrar-o-Rumuz, s. 136.
[4] Armaghan-i-Hijaz, s. 149.
[5] Javid Namah, s. 242.
[6] Javid Namah, s. 241-42.
[7] Payam-i Mashriq, s. 24.
[8] Bali-Jibril, s. 161

0 Yorum: