Bugün
Batı soluna hâkim olan kimlik politikasının ve çokkültürcülüğün oynadığı rolü
ve gördüğü işlevi nasıl anlamak gerekiyor?
Kimlik
politikası, tıpkı onunla ilişkili olan çokkültürcülük gibi, uzun zamandır
burjuva ideolojisini tanımlayan kültürcülüğün ve özcülüğün günümüzdeki
tezahürüdür. Özcülüğün meselesi, kapitalizmin maddi tarihinin sonucu olan
toplumsal ve ekonomik ilişkileri doğallaştırmaktır. Örneğin, kimliğin ırk,
ulus, etnisite, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi farklı biçimlerini zaman
içerisinde değişen ve belirli maddi güçlerin sonucu olan, tarihsel süreçte inşa
edilmiş yapılar olarak görmek yerine bu biçimleri, politik kitlenin sorgulanamayacak
temeli olarak doğallaştırıyor ve onlara bu şekilde muamele ediyor. Bu türden
bir özcülük, ilgili kimliklerin ardında işleyen maddi güçleri, bunun yanında, o
kimlikleri kuşatan sınıf mücadelelerin üzerini örtüyor. Bu, bilhassa egemen
sınıf ve yöneticilerinin işine gelen bir şey, zira bu insanlar, sömürgelikten
kurtuluş mücadelelerinin, materyalist ırkçılık karşıtı ve patriarka karşıtı
mücadelelerin taleplerine tepki geliştirmek zorunda. Bunlara verilecek en iyi
cevapsa özcülük üzerine kurulu kimlik politikasıdır. Bu politika, gerçek
sorunlara sahte çözümler önerir, çünkü o, hiçbir zaman sömürgeleşme sürecinin,
ırkçılığın ve kadına yönelik zulmün maddi zeminiyle uğraşmaz.
Judith
Butler gibi teorisyenlerin çalışmalarında gördüğümüz, kimlik politikasının
özcülük karşıtı versiyonları ise bu ideolojiden köklü bir kopuş
gerçekleştirmez.[36] Bireylerin veya birey gruplarının sorgulayabildikleri,
kurcalayabildikleri, yeniden icra edebildikleri söylem yapıları olarak ifşa
etmek suretiyle bu kategorilerin bazılarını yapısöküme uğrattıklarını iddia
eden ve yapısöküm pratiğinin idealist parametreleri dâhilinde çalışan bu
teorisyenler, kolektif sınıf mücadelesinin temel alanları olarak bu
kategorileri üretmiş olan kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihini hiçbir
şekilde materyalist ve diyalektik bir analize tabi tutamazlar.
Bu
teorisyenler, ayrıca reel sosyalizmin bu ilişkileri dönüştürme mücadelesinin o
köklü ve derin tarihiyle de ilgilenmezler. Bunun yerine, onlar, yapısöküm
pratiğinden ve Fukocu soykütük anlayışının tarih dışına atılmış hâlinden
istifade ederler, buradan da toplumsal cinsiyet ve cinsiyetler arası ilişkilere
dair fikirler üfürürler. Bu teorisyenlerin elinden, sınıf mücadelesinin yerini
çıkar grupları savunusuna bıraktığı liberal çoğulculuğa teslim olmaktan başka
bir şey gelmez.
Buna
karşılık, Domenico Losurdo’nun önemli çalışması Sınıf Mücadelesi’nde
ortaya koyduğu biçimiyle, Marksist gelenek, sınıf mücadelesini çoğul yapısı
dâhilinde anlama konusunda kapsamlı ve zengin bir tarihe sahiptir. Yani
Marksist gelenek içerisinde toplumsal cinsiyetler, uluslar, ırklar ve ekonomik
sınıflar (ayrıca cinsellik anlayışları) arası ilişkiler konusunda bir dizi
savaş yaşanmaktadır. Bu kategoriler, kapitalizm koşullarında kendilerine has
hiyerarşi biçimleri edinmiş olduğundan, Marksizm mirasının en iyi unsurları, bu
kategorilerin tarihsel kökenlerini anlama ve radikal manada dönüştürme çabası
içinde olmuşlardır. Hane içerisinde kadına dayatılan kölelik, ulusların ve
ırksal açıdan aşağı görülen halkların emperyalist boyunduruğu kırma
mücadeleleri, bu yönde ortaya konmuş çabalara uzun süredir tanıklık etmektedir.
Bu
tarihin kesintili bir seyir dâhilinde ilerlediği, yapılacak daha çok iş olduğu
açık. Bu, kısmen İkinci Enternasyonal gibi burjuva ideolojisine ait kimi
unsurlarca lekelenmiş bazı akımların Marksizm içerisinde varolması ile ilgili
bir durumdur. Gene de, Losurdo gibi isimlerin ortaya koyduğu biçimiyle,
komünistler, bu sınıf mücadelelerinin öncüsü olmayı bilmiş, bu sorunların ana
kaynağı olan kapitalist toplumsal ilişkilere inmek suretiyle, ataerkil
hâkimiyeti, emperyalist tabiyeti ve ırkçılığı aşmak adına kimi çabalar ortaya
koymuşlardır.
Önde
gelen emperyalist ülkelerde, bilhassa ABD’de geliştirildiği biçimiyle, kimlik
politikasının amacı, sanki komünistler kadın sorununu veya millet/ırk sorununu
hiç düşünmezlermiş gibi, kendisini alabildiğine yeni bir bilinç olarak takdim
etmek amacıyla, söz konusu tarihi gömmektir. Bu sebeple, kimlik politikası
üzerine kafa yoran teorisyenler, kibirli bir üslupla ve cahilce bir yaklaşımla
bu tür sorunları ilk kez kendilerinin ele aldıklarını, bunun yanında, o kaba
indirgemeci Marksistlerin ekonomik determinizmini aştıklarını iddia
ediyorlar.[37] Dahası, bu kişiler, söz konusu sorunları sınıf mücadelesinin
işlediği alanlar olarak görmek yerine, kimlik politikasını sınıf politikasına
mani olacak bir tür takoz olarak kullanıyorlar. Sınıfı analizlerinin parçası
kılacak bir adım attıklarında ise sınıfı yapısal bir mülkiyet ilişkisi meselesi
yerine kişisel kimliğe indirgiyorlar. Dolayısıyla, görüngülere odaklanan,
yüzeysel çözümler sunuyorlar, yani sosyo-ekonomik düzenin sosyalist dönüşümü
üzerinden emekçilerin hayatla ev içi kölelik ve ırkçı aşırı sömürü üzerine
kurulu ilişkilerini dönüştürmek yerine temsil ve sembolizm meselelerine odaklanıyorlar.
Bu kimlik politikası teorisyenleri, sorunun köküne inemediklerinden, anlamlı ve
sürdürülebilir bir değişime öncülük edemiyorlar.
Adolph
Reed’in nüktedan diliyle ifade ettiği biçimiyle, kimlikçiler, mevcut sınıfsal
ilişkilerin sürmesinden, ülkeler arasındaki emperyalist ilişkilerin devam
etmesinden memnunlar. Bu tespitle birlikte, bir de ezilen gruplarının egemen
sınıf içerisindeki temsiliyle meslek sahibi-yönetici katman arasındaki orana da
bakmak gerekiyor.
Sınıf
politikasının ve sınıfsal analizin Batı solundan sökülüp alınmasına sunduğu
katkının yanında, kimlik politikası, solu belirli kimlik meseleleriyle ilgili,
gerçek hayattan kopuk tartışmalar dâhilinde solun bölünmesi sürecine de önemli
katkılar sundu. Ortak düşmana karşı sınıfın birliğini tesis etmek yerine kimlik
politikası, emekçi halkı ve ezilenleri öncelikle belirli toplumsal
cinsiyetlerin, cinsel kimliklerin, ırkların, milletlerin, etnisitelerin, dini
grupların vs. üyesi olarak tanımlamaları konusunda teşvik etmek suretiyle,
onları böldü ve kendince gasp etti. Bu bağlamda, kimlik politikasının dayandığı
ideoloji, gerçekte daha derinde bir sınıf politikasıdır. O, işçileri ve
ezilenleri daha kolay yönetmek için onları bölmeyi amaçlayan burjuvazinin
politikasıdır. Dolayısıyla, emperyalizmin merkez ülkelerinde meslek
sahibi-yönetici sınıf katmanının hâkim politikasının kimlik politikası olması,
kimseyi şaşırtmamalı. Kurumlara ve bilginin dolaştığı ortamlara hâkim olan bu
politika, Reed’in doğru bir yaklaşımla, “çeşitlilik endüstrisi” dediği alanda
kariyer sahibi olmanın ana araçlarından biridir. Kimlik politikası, herkesi
kendisini ait olduğu özel grupla tanımlamaya ve imtiyaz sahibi olduğu
temsiliyet ilişkisi dâhilinde salt bireysel çıkarları peşinde koşmaya teşvik
etmektedir.
Duyarcılık,
aynı zamanda bazı insanları sağın kucağına atmak gibi bir sonuç da
doğurmaktadır. Eğer hâkim politik kültür, rekabetçi bireycilikle birleşmiş bir
kabile zihniyetini teşvik ediyorsa o vakit beyazların ve erkeklerin çeşitlilik
endüstrisi üzerinden haklarından mahrum kaldıkları sürece karşı kendilerini
sistemin “mağdurlar”ı olarak görmenin ürünü olan özel ajandalarıyla
çıkmalarında şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Bu anlamda, sınıfsal analizden
mahrum olan kimlik politikasını, sağcı hatta faşist dizilimlerden sorumlu
tutmak gerekmektedir.
Son
olarak şunu da belirtmem gerek: bu kimlik politikası, Lenin’in Avrupa solu
içerisinde emperyalizmin ana ideolojik araçlarından biri olduğunu söylediği
sosyal şovenizm ile Yeni Sol içerisinde ideolojik köklere sahip. Hedefe konulan
ülkelerde böl-yönet stratejisi, dini, etnik, milli, ırki veya toplumsal cinsiyetle
alakalı çatışmalar körüklenmek için kullanılıyor.[38] Kimlik politikası, aynı
zamanda emperyalist müdahaleler ve iç siyasete karışma, ülkeyi
istikrarsızlaştırma kampanyaları için dolaysız bir kılıf olarak da iş görüyor.
Bu noktada, Afganistan’da kadınları özgürleştirme davasının arkasına
saklanıyorlar, bu emperyalist politika dâhilinde Küba’da “ayrımcılığa” uğradığı
söylenen Siyahi repçileri destekliyorlar, Latin Amerika’da “ekososyalist” Yerli
adaylara arka çıkıyorlar, Çin’deki etnik azınlıkları “koruyorlar” ya da ABD
imparatorluğunun kendisini ezilen kimliklere cömertçe yardım eden güç olarak
takdim ettiği, herkesin bildiği propaganda temelli operasyonları yürütüyorlar. Semboller
üzerine kurulu kimlik politikasının emperyalizme gerekli kılıfı sağladığı, onun
sınıf mücadelelerinin maddi gerçekliğiyle bir bağının bulunmadığı görülmeli. Bu
anlamda, kimlik politikası da nihayetinde bir sınıf politikasıdır: o,
emperyalist egemen sınıfın politikasıdır.
Slavoj
Žižek, bugün dünya genelinde solcu akademisyen çevrelerinde epey etkili olan,
birçok tartışmaya sebep olmuş, itirazlarla yüzleşmiş bir isim. Onu neden
“kapitalizmin saray soytarısı”[4] olarak nitelendiriyorsunuz?”
Žižek,
emperyalist teori endüstrisinin bir ürünü. Michael Parenti’nin de ifade ettiği
biçimiyle, kapitalist dünyada emekçi halkın istihdam, barınma, sağlık hizmeti,
eğitim, sürdürülebilir çevre gibi konularla ilgili gerçek ve maddi mücadeleler
vermek zorunda kaldığı koşullarda, gerçeklik, herkese o radikal yüzünü
gösteriyor. Bu anlamda, halk radikalleşiyor, birçok insan, yüzünü Marksizme
dönüyor, çünkü insanların üzerinde yaşadıkları dünyayı gerçek manada o izah
ediyor, yüzleştikleri mücadelelerin anlamını o veriyor, net ve uygulanabilir
çözümleri o sunuyor. Bu sebeple, kapitalizmin kültürel aygıtı emekçi ve ezilen
halk kitleleri nezdinde Marksizme yönelik olarak oluşan ilgiyi ortadan
kaldırmayı zorunlu görüyor. Bu konuda geliştirdiği, özellikle meslek
sahibi-yönetici sınıfın üyelerini ve gençleri hedef alan taktiklerinde kültürel
aygıt, Marksizmin temel özünü çarpıtan, alabildiğine metalaştırılmış bir
versiyonunu reklâm ediyor. Böylelikle Marksizmi meta güdümünde olan toplumdan
kurtuluşun kolektif ve pratik çerçevesi olmaktan çıkartıp, onu diğer her türden
meta gibi alınıp satılan, moda hâline gelmiş bir markaya dönüştürmeye
çalışıyor.
Žižek,
böylesi bir proje için her yönden en uygun isim. O, Yugoslavya Sosyalist
Federal Cumhuriyeti’nde büyümüş antikomünist bir muhbir. Kendisinin de her
fırsatta dile getirdiği biçimiyle, Batı’da kariyer sahibi olmak için çabalayan
bir küçük burjuva aydın olarak edindiği öznel deneyim, bir şekilde ona
sosyalizmin gerçek niteliğine dair tanıklıkta bulunma konusunda özel bir hak
bahşediyor. Sosyalist Yugoslavya’daki deneyimlerine dair anlattığı kişisel
hikâyeler, nesnel analizin yerini alıyor. Şan şöhret ve para arayışında olan
bir oportünist olarak Žižek, kendi sosyalist vatanını bugün Batılı kapitalist
ülkelerden aşağıda olan bir ülke olarak görüyor, çünkü (ABD Dışişleri
Bakanlığı’na ait bir yayın olan) Foreign Policy’nin dünyanın en önemli
düşünürleri arasında gösterdiği Žižek, kendisine kariyer basamaklarını tırmanma
fırsatı sunan Batılı kapitalist ülkelere hizmet etmeye mecbur.
Žižek,
Sosyalist Yugoslavya’da sosyalizmin ortadan kaldırılması konusunda oynadığı
rolü böbürlenerek anlatıyor. Kendisi, Yugoslav Komünist Partisi’nin CIA
tarafından desteklenmekle suçladığı önde gelen muhalif dergi Mladina’nın
[“Gençlik”] en önemli siyaset yazarlarından biriydi. Ayrıca Liberal Demokratik
Parti’nin kurucularından olan Žižek, Slovenya’nın ayrılması sonrası yapılan ilk
cumhurbaşkanlığı seçiminde partinin adayı oldu ve seçim sürecinde “devletteki
reel sosyalizme ait ideolojik aygıtın parçalanması sürecine somutta katkı
sunma” sözü verdi.[40] Ufak bir oy farkıyla seçimi kaybeden Žižek, kapitalizmin
yeniden tesis edilmesi sonrası işleyen, halkın büyük çoğunluğunu hayat
koşullarının iyice kötüleşmesine sebep olan kapitalist şok terapisi süreci
boyunca Sloven devletine ve iktidar partisine açıktan destek sundu. Kurucuları
arasında bulunduğu, özelleştirme yanlısı parti, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya
girme fikrine destek sunan parti olarak, emperyalist kampla bütünleşme yönünde
ilerleyen sürece katkıda bulundu.
Ben,
bu Doğu Avrupalı liberali, “kapitalizmin saray soytarısı” olarak görüyorum,
çünkü onun derdi Marksizmin “kuyruğuna teneke bağlamak”. Žižek, tam da bu
sebeple, kapitalist toplum içerisinde hâkim olan güçlerin yoğun olarak
desteklediği bir isim. O Marksizmi, kurtuluşun ve özgürleşmenin gerçek maddi
mücadelelerden beslenen kolektif bilimi olarak anlamak yerine, oportünist bir
yaramaz çocuğun küçük burjuva politik duruşundan ibaret olan, düşünsel hileye
dayalı provokatif bir söylem olarak görüyor. Ondaki muziplik, haylazlık ve
yüzüne geçirdiği “komünist” maskesi, burjuvazinin hoşuna gidiyor, ayrıca kısa
süreliğine eğitimsiz kişilerin dikkatini çekiyor. Žižek, tıpkı bir soytarı gibi
insanları bir yandan sinir etmeyi bir yandan da güldürmeyi meziyet hâline
getirmiş bir isim. Bu becerisi, dijital çağda beğeni ve takipçi sayısına da
yansıyor.
Žižek,
aynı zamanda Hollywood’un genelde burjuva kültür aygıtının ürettiği ürünleri
satma konusunda da iyi. Sermaye, bu kesesini süreç içerisinde dolduran
düzenbazı epey seviyor. Tüm iyi soytarılar gibi o da saray adabının sınırlarını
biliyor ve o adaba saygısı neticesinde reel sosyalizmi aşağılıyor, kapitalizme
uyum fikrini satıyor, hatta doğrudan emperyalizme destek çıkıyor. Burjuva
basınının bazen onu dünyanın “en tehlikeli aydını” olarak tanımlamasının
nedeni, Žižek’in Marksizmin emperyalizmle mücadele ve sosyalist bir dünya inşa
etme projesine zarar veriyor olması.
Nesnel
düzlemde yukarı çıkma ile öznel planda sağa kayma arasındaki oranın
doğruluğunun bir ispatı olarak Žižek, emperyalizme verdiği antikomünist
destekle birlikte daha da gericileşti. Örneğin son dönemde Afrika’da yeni
sömürgeciliğe karşı koyma çabalarıyla ilgili olarak şu türden bir yorumda
bulundu: “Orta Afrika’daki ‘sömürgecilik karşıtı’ ayaklanmaların Fransız yeni
sömürgeciliğinden daha kötü olduğu çok açık.”[41]
Son
yaptığı açıklamalardan birinde ise bu sefer desteklediği devrim tipini
resmediyordu. Nahil Merzuk’un polis tarafından katledilmesi sonrası 2023
yılının yaz aylarında Fransa’da yaşanan isyanları ele alan Žižek, ne zaman
tutarlılığı olan bir laf etse illaki istifade ettiği Marksizme başvurdu ve gene
önemli bir Marksist görüşü dile döktü. Ona göre, ayaklanmaların zafere
ulaşabilmesi için örgütlü bir stratejiye ihtiyacı vardı. Bu strateji yoksa
ayaklanmalar başarısız olurdu. Ardından da başarılı bir devrim konusunda şu
örneği verdi: “Protestolar ve ayaklanmalar, ancak 2013-2014’te Ukrayna’da
gerçekleşen Maidan ayaklanması gibi özgürlükçü bir vizyon üzerinden
gerçekleştirildiği takdirde olumlu bir rol oynayabilir.”[42]
Oysa
herkesin bildiği üzere Maidan ayaklanması, ABD ulusal güvenlik aygıtının kışkırttığı
ve desteklediği faşist bir darbeydi.[43] Yani Žižek, esasında Samir Amin’in “Avrupai/Nazi
darbesi” olarak nitelendirdiği emperyalizm destekli faşist bir darbeyi başarılı
bir devrime yol açacak “özgürlükçü vizyonun olumlu örneği” olarak
görüyordu.[44] Bu konum yanında, ABD-NATO’nun Ukrayna’da yürüttüğü vekâlet
savaşına sadakatle verdiği destek, bize “dünyanın en tehlikeli aydını” olmanın
ne anlama geldiği konusunda bir şeyler söylüyor: Žižek, komünist maskesi takan,
esasında faşistlere hayran olan biridir.
ABD,
uzun zamandır Batı’da liberal demokrasi modeli olarak görüldü. Oysa siz,
Amerika’da demokrasi olmadığı düşüncesindesiniz.[45] Bu konuyla ilgili bakış
açınızı izah edebilir misiniz?
Nesnel
bir ifadeyle, ABD’de hiçbir zaman demokrasi diye bir şey olmadı. Bir cumhuriyet
olarak kurulmuş olan ABD’nin tüm o kurucu babaları demokrasiye açıktan
düşmandı. 1787’de Filedelfiya’da düzenlenen Anayasa Kongresi’nde alınan notları
içeren Federalizm Belgeleri de ilkin yerleşimci koloniler üzerine kurulan maddi
yönetişim pratiği de bu düşmanlığı açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Herkesin
bildiği gibi, Bağımsızlık Beyannamesi’nde “acımasız ve yabani Kızılderililer”
olarak anılan, yerli nüfusuna da Afrika’dan getirilen kölelere de kadınlara da yeni
kurulan cumhuriyette demokratik bir hak ve yetki verilmedi.[46] Aynı durum, sıradan
beyaz işçiler için de geçerliydi. Terry Bouton gibi akademisyenlerin
detaylarıyla ortaya koyduğu biçimiyle:
“Birçok sıradan beyaz
erkek, neticede Amerikan Devrimi’nin kendi ülkülerini ve çıkarlarını asli hedef
kılan hükümetler kurmadığını düşünüyorlardı. Bilâkis, bu kişiler, devrimin
elitlerinin hükümeti kendi faydalarına olacak şekilde biçimlendirmiş, sıradan halkın
bağımsızlığını ortadan kaldırmışlardı.”[47]
Her
şeyin ötesinde Anayasa Kongresi denilen pratik, başkanı, yüksek mahkemeyi veya
senatörleri halkın seçmesine izin vermiyordu. Tek istisna, temsilciler
meclisiydi. Ancak burada da meclise girmek için gerekli vasıfları eyaletlerin
yasama organları belirliyordu. Ülkede oy kullanma hakkına sahip olmak içinse
mülkiyet sahibi olmak gerekiyordu.
Dolayısıyla,
o dönem ilericilerin bu konuyu eleştirmelerine hiç şaşırmamak gerek. Örneğin Patrick
Henry ABD’nin demokrasi olmadığını söylüyordu.[48] George Mason ise yeni
yapılan anayasayı “özgür insanlar arasından despotik bir aristokrasi tesis etme
konusunda ortaya konulmuş cesurca girişim” olarak nitelendiriyor, “dünyanın böylesine
daha önce hiç tanık olmadığını” söylüyordu.[49]
Her
ne kadar “cumhuriyet” terimi, o dönemde ABD’yi tanımlamak için yaygın olarak
kullanılıyor olsa da bu durum, uyguladığı soykırım politikaları sebebiyle “Kızılderili
Katili” olarak anılan Andrew Jackson’ın popülist bir başkanlık kampanyası
yürüttüğü 1820’lerin sonlarından itibaren değişmeye başladı. Jackson,
Massachusetts ve Virjinya’daki soyluların düzenine son veren sıradan
Amerikalının kullandığı anlamıyla kendisini demokrat olarak takdim eden bir
isimdi. Yönetişim tarzında hiçbir yapısal değişikliğin yapılmamış olmasına
rağmen Jackson gibi siyasetçiler, elit kesimin diğer üyeleri ve onlara bağlı
idareciler, “demokrasi” terimini cumhuriyeti tanımlamak için kullanmaya, bunun
yanında, dolaylı olarak cumhuriyetin halkın çıkarlarına hizmet ettiğini
söylemeye başladılar.[50] Bu gelenek devam edip bugüne dek geldi. Günümüzde “demokrasi”,
oligarşik burjuva düzenini ifade eden bir örtmece olarak kullanılıyor.
Öte
yandan, ABD’de iki yüz elli yıldır süren sınıflar mücadelesi dâhilinde
demokratik güçler egemen sınıftan önemli tavizler kopartmayı bildiler. Bu
süreçte seçmen kurulu feshedilmiş, yüksek mahkeme yargıçları ömürlerinin sonuna
dek görevde kalma imkânından mahrum kalmamış olsa da, halk, senatörleri ve
başkanı seçme imkânına kavuştu. Seçme hakkının kapsamı, kadınları,
Afrikalı-Amerikalıları ve Yerli Amerikalıları kapsayacak şekilde genişletildi. Bunlar
tabii ki savunulması, kapsamının genişletilmesi, tüm seçim ve kampanya sürecine
yönelik, meselenin temeliyle ilgili demokratik reformlar üzerinden yorumlanması
gereken kazanımlar. Fakat bunlar, önemli demokratik mevziler olsalar da onların
plütokrasinin hâkimiyeti üzerine kurulu olan sistemi zerre değiştirmediklerini
de görmek gerek.
Çok
değişkenli istatistiki analizi temel alan oldukça önemli bir çalışmada Martin
Gilens ve Benjamin I. Page, “ekonomi sahasının elitlerinin ve iş dünyasının
çıkarlarını temsil eden örgütlü grupların ABD hükümetinin politikaları üzerinde
somut etkilere sahip olduğunu, öte yandan, sıradan yurttaşların ve kitle
temelli çıkar gruplarının hiçbir etkiye sahip olmadıklarını, olsa bile bu
etkinin çok düşük düzeyde olduğunu” ortaya koydu.[51] Bu plütokrasi üzerine
kurulu yönetim biçimi, sadece ülke içerisinde değil, uluslararası planda da işliyor.
ABD,
kendisindeki iş dünyasını temel alan antidemokratik yönetim tarzını her yere
dayatmaya çalıştı. William Blum’ın yoğun çalışmanın ürünü olan araştırmasına
göre, İkinci Dünya Savaşı ile 2014 arası dönemde ABD ellinin üzerinde yabancı
hükümeti devirmeye çalıştı ki bu hükümetlerin büyük bir kısmı iş başına seçimle
gelmişti.[52] ABD, demokrasi değil, plütokratik bir imparatorluktur.
Ülkedeki
plütokrasi biçimini ifade etmek için “burjuva demokrasisi”, “biçimsel demokrasi”
ve “liberal demokrasi” gibi tabirler kullanılıyor. Bugün plütokratik düzende belirli
biçimsel demokratik hakların var olduğu ve bunların emekçi halkın elde ettiği
birer zafer olarak görülmesi, bu kazanımların öneminin hiçbir şekilde
ufaltılmaması gerektiği tabii ki doğru ve bu gerçeği vurgulamak tabii ki
kıymetli. Ama bir yandan da bizim nihayetinde, ABD’deki devlet üzerinde tesis
edilmiş oligarşik kontrolü ve sınıf mücadelesiyle elde edilmiş önemli hakları
da içerecek biçimde, yönetişim tarzlarının karmaşık yönlerini ele alacak
diyalektik bir değerlendirme yapmamı gerekiyor.
Kaynak
Dipnotlar:
[36] Bkz.: Tita Barahona, “Judith Butler, la pope del ‘feminismo’ postmoderno,
y su apoyo al capitalismo yanqui,” Canarias-semanal, 7 Nisan 2022, Semanal ve Ben Norton, “Postmodern
Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamala Harris,” 18
Aralık 2019, Bennorton. Türkçesi: İştiraki.
[37]
Bu konuda benim “Critical and Revolutionary Theory” isimli makalemde Cinzia
Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser’a yönelttiğim eleştirilerime
bakılabilir. Türkçesi: İştiraki.
[38]
Stephen Gowans, Washington’s Long War on Syria (“Washington’ın Uzun
Suriye Savaşı -Montreal: Baraka Books, 2017) isimli çalışmasında birçok güzel
örnek sunuyor.
[39]
Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court Jester: Slavoj Žižek,” 2 Ocak 2023, CounterPunch. Türkçesi: İştiraki.
[40]
Youtube’da yayınlanan, 1990’daki seçim tartışmasına ait kayda bakılabilir: “Slavoj
Žižek—1990 Election Debate in Slovenia,” 9:40, yüklenme tarihi: 18 Mayıs 2021, Youtube.
[41]
Slavoj Žižek, “Why the West Will Keep Losing in Africa: Neocolonialism Is
Giving Birth to a Wretched Authoritarianism,” 4 Eylül 2023, New Statesman.
[42]
Slavoj Žižek, “The Left Must Embrace Law and Order,” 4 Temmuz 2023, New Statesman.
[43]
Örneğin bkz.: Collon, Ukraine: La Guerre des images ve Pepe Escobar, “Why
the CIA Attempted a ‘Maidan Uprising’ in Brazil,” 10 Ocak 2023, Cradle.
[44]
Samir Amin’in tespiti şu şekilde: “Kiev’de gerçekleşen Avrupai/Nazi darbesi
olarak nitelendirebileceğimiz olayı üç güç örgütledi. Bu üç gücün demokrasiyi
savunduğunu ve onun tesis etmek için politikalar geliştirdiğini iddia eden
Batılı medya kuruluşları yalan söylüyorlar.” [Samir Amin, “Contemporary
Imperialism,” MR 67, Sayı. 3 [Temmuz-Ağustos 2015]: s. 23–36).
[45]
Bkz.: Gabriel Rockhill, “The U.S. Is Not a Democracy, It Never Was,” 13 Aralık
2017, CounterPunch.
[46]
Yayına Hz.: John Grafton, The Declaration of Independence and Other Great
Documents of American History 1775–1865 (Mineola, New York: Dover, 2000),
8. Ayrıca bkz.: Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the
United States (Boston: Beacon Press, 2015) ve David Michael Smith, Endless
Holocausts (New York: Monthly Review Press, 2023).
[47]
Terry Bouton, Taming Democracy: “The People,” the Founders, and the Troubled
Ending of the American Revolution (Oxford: Oxford University Press, 2007),
4.
[48]
Yayına Hz.: Ralph Louis Ketcham, The Anti-Federalist Papers and the
Constitutional Convention Debates (New York: Signet, 2003), 199.
[49]
Yayına Hz.: Herbert J. Storing, The Complete Anti-Federalist, Cilt. 2 (Şikago:
University of Chicago Press, 2008), s. 13.
[50]
Her ne kadar bu genel çerçevesini kimi yönlerden sorunlu bulsam da kitabın
üçüncü bölümünde dile getirdiğim iddialara dair somut deliller sundum: Gabriel
Rockhill, Contre-histoire du temps présent: Interrogations intempestives sur
la mondialisation, la technologie, la démocratie (Paris: CNRS Éditions,
2017). Çalışmanın İngilizcesi de mevcut: Counter-History of the Present:
Untimely Interrogations into Globalization, Technology, Democracy (Durham:
Duke University Press, 2017).
[51]
Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “Testing Theories of American Politics:
Elites, Interest Groups, and Average Citizens,” Perspectives on Politics 12,
Sayı. 3 (Eylül 2014): s. 564.
[52]
Bkz.: William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions Since
World War II (Londra: Zed Books, 2014), ayrıca “Overthrowing Other People’s
Governments: The Master List”, WB.