18 Mart 2024

, ,

Sarı Şerit

Üçüncü Sayfa: Son Bir Hafta/Genel Tablo

Bu kent öldürüldü diyorlar” [Ahmet Telli]

İntihar: Son bir haftada gerçekleşen intihar vakaları yakından incelendiğinde, Aydın’da, Çorum’da, İstanbul’da ve İzmir’de yaşayan üç kişi eşlerini yaraladıktan/öldürdükten sonra kendi canına kıyıyor.

Eskişehir’de bir işçi, çalıştığı un fabrikasında kendini asıyor. Aynı şehirde bir genç ve 3 çocuk sahibi bir kişi daha intihar ediyor. Başka bir genç, Urfa’da sokak ortasında hayatına son veriyor. Aynı şehirde yine bir genç daha intihar ediyor. Hatay’da bir güvenlik görevlisi nöbet sırasında intihar ediyor. Bolu’da bir kişi, evinde intihar ediyor. Samsun’da bir imam, camide kendini asarak yaşamına son veriyor. Aynı şehirde 66 yaşında, 3 çocuk annesi bir kadın denize atlayarak canına kıyıyor. Sakarya’da 72 yaşında bir adam samanlıkta kendini asıyor. Gaziantep’te son bir hafta dört intihar vakası kaydediliyor. Şırnak’ta genç bir kadın, ailesi tarafından banyoda ölü hâlde bulunuyor. Aynı şekilde, Zonguldak’ta bir kadın, banyoda kendini asıyor. Elazığ ve Konya’da iki kişi çatıya çıkıp intihar girişimde bulunuyor. Antalya’da bir kadın intihar girişiminde bulunuyor, kaldırıldığı hastanede hayati tehlikesinin devam ettiği iddia ediliyor.

Şiddet: İstanbul’da zengin sınıfın çocukları son model araçlarıyla yarış yaparken bir insanı öldürüyor. Kilis’te yurtta kalan bir öğrenci, odasında öldürülüyor.

İş Cinayeti: Kahramanmaraş, Antalya, Sakarya, Samsun, Denizli, Kayseri’den son bir haftada iş cinayeti haberleri geldi.

Trafik Kazası: Bayburt, Şırnak, Tekirdağ, Kayseri, İstanbul, İzmir, Muğla, Mardin, Diyarbakır, Urfa, Çorum, Samsun, Eskişehir, Kütahya, Hatay kentlerinde meydana gelen trafik kazalarında insanlar can verdi.

İnsan Ticareti: Çanakkale açıklarında mültecileri taşıyan bir bot batıyor; beşi çocuk, onlarca insan can verdi.

Genel Tablo: “Haritam Kan İçinde” [Kemal Özer]

Son bir haftada ölümle sonuçlanan olaylar incelendiğinde, intiharlarda artış yaşandığı, iş cinayetlerinin “rutin” şekilde devam ettiği görülüyor. Yaşamından edilenler her yaş grubundan olsa da ağırlıklı bölümü genç kuşak oluşturuyor. Rutinleşen tabloda gündemde en çok tartışılan iki olayı daha yakından incelemek gerekiyor.

Sarı Şerit

İlk olay, İstanbul’un Göktürk semtinde yaşanan bir “trafik kazası”. Ehliyeti olmayan ve 18 yaşının altındaki bir kişi, son model lüks bir araçla hız yaparken kontrolü kaybederek yol kenarındaki/emniyet şeridindeki insanlara çarpıyor ve 29 yaşında bir baba yaşamını kaybediyor. Failin annesi 24 saat içinde oğlunu yurt dışına kaçırıyor. Anne, burjuva sınıfına mensup bir insan. Eşi ünlü bir cerrah. Kendisi de iş insanlığını bırakıp “kitap yazarlığı” yapıyor. Mihr adlı kitabının tanıtımından bir bölüm şu şekilde:

Mihr’de kadınlığın coğrafyasına, bedenin sınırlarına cesur bir yolculuğa çıkarıyor okurları Eylem Tok. Âdem ve Havva’dan bu yana iki cinsi ayıran ve birleştiren aşk’ı da, arzuyu da daha önce hiç denenmemiş bir kurguda anlatıyor.

Mihr, cinsel istismarın travmalarını tüm şiddetiyle anlatan; kadın olmaya, erkek olmaya, iyiliğe, kötülüğe ve masumiyete dair sarsıcı bir roman! Yorgun düşmüş bir çocukluğun çığlığı, bir ağıt aslında...

Aynı zamanda da bir iyileşme yolculuğu...”

Eylem Tok, yazarlığın hangi temaları işlemekten geçtiğini iyi biliyor, çünkü burjuva sınıfına ait bir insan. Yorgun düşmüş çocukluktan bahsediyor diye tanıtılan Tok’un oğlu, bir babayı evladından ayırıyor, faili de annesi kaçırıyor. Temaları arasında aşk, beden, cinsellik, kadınlık, şiddet geçiyor. Düzenin bütün çarpık ve yoz pratiklerini kendisi yeniden üretiyor. Aslında yazarın adı “feminist hareket” olarak yazılsa hiç fark edilmez. Son model araç, ehliyetsiz bir çocuğa veriliyor. Olay sonrası, adaletten bahseden bu kadının adaletsizliğin timsali olduğu anlaşılıyor. Onun şahsında burjuva sınıfının karakteri budur. Motokuryeye çarpan Somali başkanının oğlu da kaçmıştı. Ülkesi sömürülerek açlıkla kırılan başkanın oğlu, konsolosluk aracıyla bir işçiyi katledip kaçabiliyor. Benzer örnekler çoğaltılabilir. Burada dikkat çekici bir ayrıntı var: Burjuva bir kadının feminist içerikte kitapta yazarak beden teorisine yönelmesi.

İkinci olay ise Şişli-Mecidiyeköy metro durağında, 25 yaşında bir kadın öğrencinin metro raylarına atlayarak yaşamına son vermesi. Telefonuna yazdığı notta, ailesine yük olmak istemeyip hayallerinden vazgeçtiği ifadeleri geçiyor. Metro duraklarında bulunan bir sarı şerit vardır, tren bekleyen yolcular kapı açılmadan o şeridi geçemez, çünkü tehlikelidir.

Metro durağının olduğu bölgede KESK ve diğer konfederasyonlara bağlı sendika iş kollarının büroları bulunuyor, bir dönem DİSK genel merkezi de aynı bölgedeydi. Aynı şekilde, birçok reformist partinin bürosu da var. İki durak sonrası ise feminist gece yürüyüşlerinin düzenlendiği Taksim.

Her iki olay da 8 Mart sularında yaşandı. Feminist hareketin kadın sorununa bakışı her açıdan tutarsız. Erkek bir yazarı hedefe koyduklarında, onun kitapları için boykot kampanyası başlatıp ilgili yayınevinin de sözleşmeyi feshetmesi çağrısını yapıyorlar. Feminizm ve beden teorileriyle inşa edilmiş bir romanın yazarı kadın olduğu için sesleri çıkmıyor. Aynı şekilde, metroda intihar eden kadın özelinde herhangi bir söylem geliştirmiyorlar. Anadolu’nun birçok kentinde kadınlar yoksulluktan ve sömürü düzeninin yaydığı umutsuzluk ve yalnızlıktan dolayı intihar ediyor ama feminist çevreden tek sözcük duyulmuyor.

Nasıl bir kadın hareketi olsaydı 8 Mart anlamlı olurdu? İsrail Konsolosluğu önünde Filistinli kadınlar için protesto gerçekleştirilseydi, metro durağı girişinde ve yakın meydanda “canına kıyan kadınların nedeni sömürü düzenidir, bu düzene yaşamlarımızı teslim etmeyelim” çağrısı/ajitasyonu yapılsaydı, en çok kadın istihdam ettiğini iddia edip işçilerinin greve çıktığı tekstil kapitalistleri 8 Mart’ta protesto edilseydi, o zaman dünya emekçi kadınlar günü gerçek anlamına ulaşırdı.

Sınıf uzlaşmacılığının sonucu bu: Burjuva kadınlar ile işçi, emekçi, öğrenci kadınları sadece cinsiyet üzerinden eşitleyip tarih yapıcı kabul etmek. 8 Mart kadınlara hediye alma günü değil. Tepkisinde haklı olanlar, çözümü 8 Mart indirimi yapan kapitalistlerde buldular, çünkü feministler de kapitalistler de bugünü kadınlar günü olarak kabul ediyor.

“Ülkenin genel tablosu üzerinden neden mercek feministlere tutuldu, bütün bunların sorumlusu feministler mi?" şeklinde gelebilecek bir soruyu da yanıtlamak gerekiyor. Bu çevre, erkeği ve kadını iki "düşman" kampa ayırarak tarihi ikiye bölmeye çalışıyor fakat izlediği politikanın tutarsızlığını bu iki olay özelinde hayat doğruluyor. Feminist gece yürüyüşlerine sadece kültürel anlamda orta sınıf kadınlar gidiyor. Ülkedeki işçi emekçi kadınlara umut olsaydı, bu kadar kadın intihar eder miydi? Mademki ülkeyi kadınlar kurtaracak, o zaman neden bu vakalarda sessiz kalıyorlar? Bu soruyu yanıtlayamazlar.

Onların zihni, Eylem Tok’ların kaçtığı batı ülkeleriyle şekillenip gönülleri Batılı yaşam tarzı hayalleriyle işgal edilmiş durumda. O yüzden Ukraynalı kadınlar için meydanlara inerler ama Filistin ve Anadolu kadınları için sesleri çıkmaz. Evet, kadınlar tarih yazacak ama erkek ile kadın emekçinin kavgaya döktüğü kolektif ter ile zafer kazanılacak.

Kadının beyanı esas: İntihar eden genç kadının bıraktığı notta, katilinin sömürü düzeni olduğu yazıyor. Feministler bu beyanı esas almıyor. Bu beyan, sınıfsal; onların kaçtığı ve dengeleri altüst eden yakıcı bir gerçek. Kadının beyanı esas ise o zaman bir soru daha sormak gerekir: Gezi’de elliye yakın erkeğin kendisine saldırdığını iddia eden kadının beyanını neden esas alamadınız? Gerçeği biliyordunuz çünkü daha sonra bunun bir komplo olduğu ortaya çıktı, hem de kamera görüntüleriyle. İlgili kadına destek çıkan yandaş gazeteci kadın, her ne kadar bu olayın gerçek olduğunu iddia ediyorsa kurtuluşun feminist ideolojide olduğunu dile getiren çevreler de aynı politikasızlığı yeniden üretiyor. Her iki çevre de aynı yerde buluşuyor: sadece “kadın” olmakta.

Sonuç ve Çözüm: Kızıl Şerit

Ülkenin son bir haftalık tablosunu bir yazıya sığdırmaya çalıştık. Bu yaşananlar sadece medyaya yansıyanlar. Sömürü düzeninin medyasının bile kaçıramayacağı gerçekler. Onlar sadece sonucu verir, biz nedenlere ve çözüme odaklanmak zorundayız.

Bütün bu yaşananların tek nedeni sömürü gerçeğidir. Bireyciliği, disiplinsizliği, intihara sürükleyen umutsuzluğu ve çözümsüzlüğü, son model arabalarla ve pahalı motosikletlerle trafiği altüst edecek şekilde sınıf atlama çabalarını içeren yozlaşmayı, yersiz yurtsuzlaşıp mültecileşmeyi, iş cinayetlerini, aile içi şiddeti ve travmaları, tacizi ve tecavüzü, çocuk işçiliğini, ailenin parçalanmasını, yalnızlığı ve depresyonu, iş yerlerinde intihar etmeyi, yoksulun yoksula uyguladığı şiddet anomalisini ve daha fazla yozlaşma ve çarpıklığı sömürü düzeni üretiyor. Şeridin dışına atarak yaşamını elinden aldıkları insanlar ise işçiler ve emekçiler.

Temel geçimini karşılama imkânına sahip, ekonomik anlamda düzenden şikâyetçi olmayan insan da sömürünün çarklarının dışında değildir. Düzen, yalnızlaşmayı dayatıyor. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte değinmek gerekirse dayatılan dijital dönüşümle herkesin metaverse evrende avatar karaktere dönüşmesi hedeflenerek insan silik bir hâle getiriliyor. Yalnızlaşan ve hayata güvenini yitiren insan, anlamsızlık, değersizlik, amaçsızlık ve boşluk duygusuyla intihara sürükleniyor. O yüzden mesele, sadece ekonomik değil, sınıfsaldır. Sınıfsal olan; yaşamın anlamını, kültürü, sosyolojiyi, edebiyatı ve psikolojiyi üreten gerçektir. O yüzden din, dil, mezhep, kültür, cinsiyet farklılıkları ayırt etmeksizin bizi kurtaracak tek gerçek sınıf mücadelesidir. Bu nedenle yürüteceğimiz ideolojik mücadelede sol görünüp burjuvazi lehine işleyen ideolojik saldırıları püskürtmemiz ve sınıfa güven verecek birlikteliği sağlamamız gerekiyor. Aksi halde, 1 haftalık kesit 365 gün yaşanmaya devam edecek. Üçüncü sayfaya sıkıştırılan değil, sürmanşette yer alacak yaşamlara sahibiz, o manşeti attırabilmemiz için sınıf mücadelesini vermemiz gerekiyor. Sömürü düzeninin bir sonraki kurbanı olmayacağız, bunun yolu da aynı kavgaya ter dökmemizden geçiyor. Gerisi yaşam, gerisi teferruat.

“Bu kent öldürüldü diyorlar
kurşuna dizildi bir geceyarısı
Hayaletler geziniyormuş şimdi
sokak aralarında ve caddelerde
baykuş tüneği olmmuş alanlar
ve yarasalar uçuşuyormuş
Silah ve esrar kaçakçıları
altın çağını yaşarlarken
artıyormuş bir yandan da
kumarhaneler, meyhaneler
Borsa oyunları, hileli iflaslar
birbirini kovalayıp dururken
nasıl çıkmışsa pek bilinmiyor
yaygınmış şimdilerde rus ruleti
İntiharların sayısı bilinmiyor
çoğalıp duruyormuş fahişeler
ve artık bunların hiçbiri
olay bile sayılmıyormuş şimdi
Bu kent öldürüldü diyorlar
bahar gelmez artık buraya
***
Bir kent nasıl öldürülür göz göre göre
Ben inanmıyorum kim ne derse desin
Sodon ve Gomore efsanelerde kaldı
Yaşanan bir başka tarih şimdi
Şöyle bir dokunsak toprağa yalın ayak
Duyacağız belki tarihin akışını
Bahar da gecikebilir unutmayalım
Böyle okuduk tarihin kitaplarından
Hele vakit gelsin,sevda dal versin
Uzanacağız bir sabah çiçekli bir ağaca
Unutmayalım aşkın sımsıcaklığını
Suskun bekleyişlerini varoşların
Kitapları,fabrikaları unutmayalım
Unutmayalım dağların öyküsünü
Zincirlerini kırmasını bilir bir kent
Aovrayı unutmayalım
Kışlık saray ne kadar dayanabilir
Hayatı kollamasını bilenlere
Ölüm suretini gezdiren serseriler
Sızıp kalacaklar birazdan
Ve bir tül gibi yırtılırken çevren
Bu kent yeniden yaşanacaktır
Bir kent nasıl öldürülür göz göre göre
Ben inanmıyorum kim ne derse desin.” [Ahmet Telli]

S. Adalı
17 Mart 2024

17 Mart 2024

,

Sol’un Kronik Gafleti ve Hazırlık

 


Kitap başka hayat başka…Devir üstümüze devrildi.
[Şule Gürbüz -Öyle miymiş?]

 

Faşizmi anlamlandırmaya çalışan ilk kişiler, onun kurbanlarıydı: Büroları Mussolini’nin ölüm mangalarıyla tahrip edilen İtalyan sosyalistleri örneğin. Birçok militan-sempatizan ve hatta teorisyen, bu azgın saldırıların ardından, faşizmin yönetici sınıfın şiddetinin sadece yeni bir biçimi olduğunu varsaydı.

Yaklaşık aynı sıralarda Torino’da gazetecilik yapan ve İtalyan Komünist Partisi’nin önde gelen figürlerinden olan otuz yaşındaki Antonio Gramsci, daha da radikal bir sonuca vardı. “Faşizm” diye yazıyordu, “yalnızca kısmen sınıfsal, yani gerçek bir amacın farkındalığıyla hareket eden siyasal güçlerin bir pratiği olarak yorumlanabilir”:

“(Faşizm) yaygınlaştı ve mümkün tüm örgütsel yapıları parçaladı. Burjuva ekonomik ve siyasal yönetim sistemi altında dizginlenemeyen temel güçlerin zincirlerinden boşanmış bir ifadesi hâline geldi. Faşizm, İtalyan toplumunun geniş ölçekli çözülmesinin ismidir.”[1]

Faşist Fragmana Rağmen…

Nazilerin yükselişi ve iktidara yürüyüşleri, tarihte üstüne en çok çalışılmış siyasal-toplumsal süreçlerden birdir. Hitler’in diktatörlüğe giden yolunun onun solcu hasımlarının siyasi teorileriyle döşendiği bir vak(ı)adır. Hakkıyla anlaşılmış olsalardı, Naziler durdurulabilirdi şüphesiz.

Mussolini’nin tümüyle yeni imtihanıyla yüz yüze kaldığında solun kavrayışsızlığını ve paniğini affedebiliriz. Ancak Hitler 1929’da iktidara tırmanmaya başlamadan önce demokratik dünyanın faşizmin ne olduğunu, kimlerce temsil edildiğini, nereden kaynaklandığını (etnografik, sosyolojik, siyasal, mental, felsefi kodlarının mahiyetini) ve onunla nasıl savaşılacağını düşünmek için bolca/yeterli zamanı olmuştu. Onların faşizmi neden yanlış anladığını kavramak; aradaki doksan küsur yıllık mesafeye karşın, bizleri derinden ve kalıcı olarak ilgilendirmektedir.

Goethe’nin ikonik oyunu Faust’ta Mefistofeles haklıydı:

Yaşam, daima teoriden daha hızlı hareket eder.

Yirmi birinci yüzyılın içerisinde koşar adım ilerlerken; irrasyonalizm ve önyargıya yönelik eğilim alabildiğine yükselirken, hiçbir şekilde teori yapma vaktinin bulunamayıp sadece eyleme geçmek için zaman bulunan dönemlerin yaşanması olasıdır: “Hazırlık her şeydir!

Yine, teoriye ilişkin Goethe, Mefistofeles’i şöyle konuşturur:

Sevgili dostum, teori gridir; ancak yaşamın ebedi ağacı yeşildir.”[2]

Peki kötü teorinin rengi nedir!

Kaldırım üzerindeki kanın kırmızısı mı yoksa Majdanek’in gaz odalarının duvarlarında hâlâ görülebilen kimyasal Ziklon B’nin neden olduğu mavi renk mi!

Yusuf K.
16 Mart 2024

Kaynakça:
[1] Gramsci Kitabı-Seçme Yazılar (1916-1935), Hazırlayan: David Forgacs, Dipnot Yayınları.

[2] Goethe, Faust, Çeviren: Yücel Pazarkaya, Can Yayınları.

16 Mart 2024

,

İnanmışlığımızın Filistin’i


 

Ali Devabşe’ye ve nicelerine…

Tanımsız bir kötülük bu sevgilim
Çocukların oyun bahçelerine tam tekmil silahlarla giriyor
Bir defa vurduğuna dönüp bin kurşun daha sıkıyor
Omuzlarımda sütten kesilmemiş ölümlerin yarası
Uzaklarda hep Rachel’ın yüzü
Kalbi buldozer altında
Kemikleri kırgın
Salıncakları delik deşik canımın

-Duvarlarında intikam yazılı bir mezarlıktı bizi yutan
Filistin,
Benim güzel insanlığım…

Söylesene kaç yüzyıldır
Taşlaşmış bir öfkeyi avuçlarına sığdırıyor çocuklar
Artık kimse dokuztaş oynamıyor mu?
En masumumuz en önce ölenimizdir, istisnası yok!
İnsan kanı vişne şerbeti değildir bayım, yanıldınız!
Ya öfkemizi bir gün karşılayabilecek mi yanılmışlığınız?

Bu tanımsız bir kötülük sevgilim
Bu Allahsız bir azap
Korkma, kırıldığı yerden bir daha kırılsın kemiklerimiz
Biliyorsun insan olmakla yetinmeyeceğiz
Biliyorsun insan ölmekle övüneceğiz

Varacağız bir gün çok hırpalanmış toprağımıza
Yorgun atların yüzünü okşamaya
Kederinden başlayacağız
Ve güzellikle yıkayacağız kanla yıkanan bayrakların vahşetini –evet güzellikle
Temiz çarşaflara yeniden inanacağız
Kaygısız uykulara yeniden inanacağız
Tabutsuz, sıradan hüzünlere
Yeryüzünün erdemine
Yeniden

İnanacağız
Hiç yoksa, inanmışlığımıza

İmgesu Ünal
İştirakî
dergisi
Sayı 7-8, s. 79

15 Mart 2024

Christchurch Katliamı


Christchurch Katliamı ve Beyaz Güç Hareketi

 

Yeni Zelanda Christchurch’teki iki camiye yönelik, geride 49 [50] ölü ve çok sayıda yaralı bırakan saldırı, bir yalnız kurt saldırısı ya da soyutlanmış birkaç radikalin işi değildi. Saldırı, insanların sosyal ilişkiler kurmak ve siyasal-ideolojik amaçlar için katıldıkları, geniş bir dip dalgası bulunan Beyaz Güç hareketinin bir parçasıydı.

Klansmen, Neonaziler, Dazlaklar ve diğer radikal beyazları bir araya getirmek için şiddet anlatılarını ve bu şiddetin sembol ve silahlarını kullanan Beyaz Güç hareketi, Vietnam savaşından sonra ABD’de doğdu.

Christchurch saldırganının geride bıraktığı materyaller -yalnız manifestosu değil sosyal medya paylaşımları, dergiler ve saldırıda kullanılan silahlar üzerine gelişigüzel yazılmış beyaz mesajlar, onun ideolojisini açıkça bu hareketin içine yerleştirir. Saldırgan, “Düzen” (Order) adlı bir Beyaz Güç terör hücresine katılmaktan dolayı 1980’lerin sonunda hapse giren ABD Beyaz Güç aktivisti David Lane tarafından kaleme alınan on dört kelimeye atıfta bulunmaktadır. Bu grup, ülke çapındaki Beyaz Güç hücrelerine dağıtmak üzere zırhlı araçlardan milyonlarca dolar soydu ve bir ırk savaşını kışkırtmak için altyapı hedeflerine saldırılar gerçekleştirdi.

On dört kelime [We must secure the existence of our people and a future for white children –“İnsanlarımızın varlığını ve beyaz çocuklar için bir geleceği güvence altına almak zorundayız”], Beyaz Güç hareketinin beyaz bir geleceği ve beyaz çocukların doğuşunu güvenceye almaya yönelik ana misyonuna gönderme yapmaktadır. Christchurch saldırganı, aynı zamanda yıllardır Beyaz Güç aktivizmine can veren ırkın yok olacağına dair apocalyptic (kıyametçi) korkuları işleyerek “halkımızın geleceği”ne atıfta bulunmaktadır. Manifesto, beyaz anneler ve çocukların epeyce stilize edilmiş pastoral görüntüleriyle son bulmaktadır. Kadınlara bu odaklanış, Beyaz Güç hareketinin önemli bir dayanağıdır; beyazların çoğalmasına yönelik yoğun vurgusu, farklı ırktan insanların aşırı çoğalmasından duyulan kaygıyı ve ırkın yok olacağı korkusunu ifade eder.

Ne soykırım ve beyaz olmayan nüfusun beyaz nüfusun yerini almasına dair fikirler ne de Müslüman göçmenlerin artan nüfusuna karşılık gelen komplo teorileri yeni. Beyaz Güç aktivistleri pek çok sosyal konuda diğer muhafazakârlarla aynı görüşleri paylaşırlar. Ancak onlar, bu konuları ırkın yok oluşuyla derinden ilgili konular olarak görürler. Bu konularda on yıllardır açıkça bu şekilde yazmaktadırlar. Irklar arası evliliklere, kürtaja, gey ve lezbiyen hareketlerine karşı olduklarını söylerler, çünkü bunlar, beyaz ırkın doğum oranını düşürecektir. Göçe karşıdırlar, çünkü göçmenlerin kendi yerlerini almalarından korkarlar. Bu konuları, -her birinin ırkın yok olmaması için üç çocuk doğurması gerektiğini söyledikleri- beyaz kadınların iffet ve saflığı hakkındaki fikirlerle ve öteki ırkların aşırı çoğalmasına dair nefret dolu hakaretlerle çerçevelemişlerdir.

Çoğu insan, Christchurch’teki olayı göçmen karşıtı ve İslamofobik olarak anladı ve saldırının bu ideolojiler tarafından motive edildiğinden emin oldu. Oysa bu olayı daha geniş Beyaz Güç hareketi içine yerleştirdiğimizde, onun, Yaşam Ağacı sinagoguna yönelen saldırıyı ve bir Sahil Güvenlik görevlisi tarafından Kongre üyelerine ve diğer düşmanlara karşı saldırı teşebbüsünü içeren bir şiddet dalgasının parçası olduğunu görebiliriz.

Bir başka deyişle, bu hikâyeleri ayrı ayrı alırsak, birbirinden soyutlanmış bir olaylar dizisi -bir antisemitik, bir göçmen karşıtı ve bir siyasal şiddet teşebbüsü- görürüz. Bunları Beyaz Güç hareketinin parçası olarak adlandırmak, bir kitlesel saldırı dalgasını açığa çıkaracaktır: Bir tanesi başarısız olsa da son altı ayda üç saldırı. Bu gibi saldırıların daha uzun bir listesi daha önce Norveç’te, Quebec’te ve Charleston’da gerçekleştirilenleri de kapsayacak ve geriye doğru Oklahoma City’deki bombalama olayına (1995) kadar uzanacaktır.

Arşivler, şu kısa zaman aralığında Beyaz Güç aktivistlerinin şiddet içeren yeraltı oluşumlarına ve ABD çapında bir saldırı ve bombalama dalgası başlatan ve muazzam ölçüde yıkıcı bir Oklahoma City bombalaması ile eşleşen hücre tarzı teröre dayalı eylemler tertiplediklerini açıkça göstermektedir. Pearl Harbor ve 11 Eylül 2001 saldırıları arasında ABD topraklarında en büyük hasara yol açan Oklahoma saldırısında 168 kişi hayatını kaybetti ve biz hâlâ bu saldırıyı bir ya da birkaç kişinin işi olarak gören yaygın bir anlayışa sahibiz. Öyle değildi. Bu saldırı, bir sosyal hareket tarafından biçimlendirilen ve bu hareketle -hem sosyal hem de ideolojik- bağlara sahip insanlar tarafından yürütülen yılların örgütlenmesinin sonucunu temsil etmektedir.

Beyaz Güç hareketi, son derece ulus-ötesi, ABD ve başka ülkelerde derin köklere sahip fikirlerle güdülenen bir harekettir. Çoğu ulus-ötesi hareket gibi, Beyaz Güç hareketi de hem –İngiltere’deki dazlak kültürü gibi- dışarıdan girişlerle biçimlendi hem de ABD paramilitarizmi tarafından biçimlendirilen özgül bir Beyaz Güç ideolojisini dışarıya ihraç etti. Aryan Ulusu gibi gruplar, kendi materyallerini 1980 ve 90’larda dünyanın dört bir yanına gönderdiler, Avustralya ve Yeni Zelanda’daki aktivistler, ABD’den gönderilen Beyaz Güç materyallerini okuyabildiler. O kadar ki Wotansvolk ve “Yaratıcının Dünya Kilisesi” (World Church of the Creator) gibi Beyaz Güç grupları, diğer ülkelerde şubeler ve üyelikler tesis ettiler. Wotansvolk, 2000 yılı itibarıyla 41 ülkede temsilciliklere sahiptir, Yeni Zelanda, Kanada, Norveç ve Güney Afrika’nın da aralarında bulunduğu çok sayıda ülkede Yaratıcının Dünya Kilisesi’nin şubeleri bulunmaktadır.

Beyaz Güç’ün dili ve stratejisi, ırkçı Güney Afrika gibi ülkelerde görülen ve birkaç on yıl içinde 500.000’den fazla satan ve âdeta bir elkitabına dönüşen “Turner Günlükleri” (The Turner Diaries) gibi kitaplar üzerinden de yayılmaktadır. Beyaz Güç aktivistlerinin çoğalıp yayılmak için seçtikleri yerler, ulusal sınırları aşan bir Beyazlık fikrini hayata geçirme planıyla uyumludur. Bu hareketi beyaz ulusçuluktan ziyade “Beyaz Güç” olarak adlandırışımın nedeni bu ulus-ötesi karakteridir.

Bu hareketin nihai amacı da son derece radikaldir ve sadece çoğu insanın “ulusalcılık” sözcüğünü duyduğunda düşündüğü gibi aşırı heyecanlı (overzealous) bir yurtseverlik değildir. Esasen bu hareket tarafından işlenen kitlesel zararlar bizatihi hareketin amacı değildir. Bunlar, daha geniş bir beyaz kitleyi Beyaz Güç eylemcilerinin açıkça ne istediğine uyandırma amacına götüren araçlardır: Göçmenler ve farklı ırktan ötekiler tarafından beyaz ırka yönelen tehditler. Şiddet, dünyanın dört bir yanındaki beyaz kitleleri bir ırk savaşı başlatmak için motive etmenin aracıdır.

Christchurch manifestosu sadece bu strateji hakkında konuşmaktadır. Silah kullanmayla ilgili bir bölümde saldırgan, ABD sağını kızdıracak ve daha fazla çatışmayı tetikleyecek bir silah gaspı işini nasıl kışkırtmayı umduğu hakkında yazmaktadır. Bu strateji doğrudan Turner Günlükleri’nden [XVII. Bölüm) alınmıştır.

Bu şiddet eylemlerini siyasal olarak güdülenmiş, bağlantılanmış ve amaca yönelmiş olarak anlamak, böylesi saldırılar hakkındaki anlayış, konuşma ve yazma şeklimizi kökten değiştirecektir -ki bu da farklı bir yanıt için önemli bir ilk adımdır.

Kathleen Belew
17 Mart 2019
Kaynak

Çeviri: Muhsin Altun

14 Mart 2024

Batılı Sol Entelijansiya III


Burjuvazinin savunduğu “ifade hürriyeti” meselesini nasıl ele almalıyız? Bugün burjuva dünyasında “ifade hürriyeti” gerçekten var mı?

Burjuva ideolojisi, ifade hürriyeti meselesini iktidar ve mülkiyet sorunlarından soyutlayarak, birbirinden tecrit edilmiş bireylerin eylemlerini yöneten soyut bir ilkeye dönüştürmeye çalışır. Böyle bir yaklaşım, iletişim araçlarının ve bu araçlara kimin sahip olduğu ve kontrol ettiği gibi çok önemli bir sorunun materyalist analizini engellemek derdindedir. Bu ideoloji, böylelikle, tüm analiz alanını toplumsal bütünlükten teorik ilkeler ile münferit bireysel konuşma eylemleri arasındaki soyut ilişkiye kaydırır.

Bu yaklaşımın avantajlarından biri, bir kişiye soyut ifade hürriyeti hakkının tam da sesini duyuracak güçten yoksun olduğu için verilebilmesidir. Kapitalist dünyada yaşayan çoğu insanın durumu budur. İnsanlar, ilkesel olarak, bireysel görüşlerini istedikleri şekilde ifade edebilirler. Ancak gerçekte bu görüşler, iletişim araçlarının sahiplerinin yayınlamak istedikleri bakış açılarına uymuyorsa büyük ölçüde önemsiz hâle gelecektir. Onlara basit bir kürsü bile verilmeyecektir. Yönetici sınıf, iletişim araçları üzerinde öylesine büyük bir güce sahiptir ki, pek çok insanı sansürün var olmadığına ikna etmiş durumdadır. Bu görüşler, açıktan bastırılabilmekte veya kamuoyu farkına bile varmadan yasaklanabilmektedir.

Kapitalist ana akımın dışındaki bakış açıları geniş bir kitle kazanabiliyor ve gerçek bir güç oluşturmaya başlayabiliyorsa, o zaman mülk sahibi sınıfın ve burjuva devletinin neler yapabileceğini biliyoruz demektir. Sınıf düşmanlarını ve onların fikirlerinin serbest dolaşımını destekleyen her türlü altyapıyı yok etmek adına ifade hürriyetine yönelik her türlü çağrıyı hurdaya çıkarma konusunda uzun bir geçmişe sahiptirler. Bu noktada Yabancı ve Başkaldırı Yasaları’nı, Palmer Baskınlarını, Smith Yasası’nı, McCarran Yasası’nı, McCarthy dönemini ya da “yeni” Soğuk Savaş’ı örnek gösterebiliriz. Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü özel askeri operasyonun başladığı günden bu yana dünya, burjuvazinin ABD içindeki iletişim araçlarını tümüyle kontrol altında tuttuğu gerçeği konusunda bir ders alma imkânı buldu. Başta Russia Today ve Sputnik olmak üzere YouTube ve sosyal medyadaki kapsamlı sansüre ek olarak, tüm büyük medya, Rusya ve Çin karşıtı propagandalarının yanı sıra ABD’nin vekâlet savaşına sorgusuz sualsiz destek sunmak için elindeki savaş davullarını çalıp durdu (bu noktada belirtmekte fayda var: son dönemde kimi muhafazakârlar, bu gelişmeyi kendilerini bir şekilde savaş karşıtı olarak takdim etmek için bir fırsat olarak gördüler). Burjuvazinin ifade hürriyeti hakkına sunduğu destek, esasında egemen sınıfın iletişim araçlarına sahip olma hakkıyla ilgili bir meseledir. Bu hakkı ellerinde tutmak istiyorlar, çünkü böylelikle kimlerin görüşlerinin büyütülüp yayılmaya değer olduğuna, kimlerin marjinalleştirileceğine veya sessizliğe gömüleceğine hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan karar vermek istiyorlar.

Makalelerinizin birinde “Faşist yönetişim tarzlarının tüm gerçekliğiyle karşımızda olduğunu, liberal dünya düzeninin bugün parçası hâline geldiğini” söylüyorsunuz.[53] Neden böyle düşünüyorsunuz?

Şimdilik adını “Faşizm ve Sosyalist Çözüm” koyduğum kitap çalışması için yürüttüğüm araştırmalar dâhilinde hâkim anlayış olarak “her bir devlete tek hükümet düşer” anlayışını sorgulayan, süreci izah etmeye yönelik bir çalışmanın genel çerçevesini ortaya koydum. Bu yaklaşıma göre açıktan yürüyen bir savaş içerisinde değilse her bir devlet, belirli bir dönemde sadece tek bir yönetişim tarzına sahip oluyor. Bu diyalektik dışı modeldeki sorunu, ABD ve Batı’daki liberal burjuva demokrasilerinde kolaylıkla görmek mümkün.

Konuyla ilgili bir makalemde ortaya koyduğum biçimiyle, ABD hükümeti İkinci Dünya Savaşı sonrası on binlerce Nazi’yi ve faşisti örgütleyip kendi işlerinde kullandı.[54] Birçoğuna Ataş Operasyonu gibi operasyonlar dâhilinde ABD’ye güvenli giriş hakkı verdi ve bu isimleri NATO ve NASA dâhil, birçok bilim, istihbarat ve askeri kurumun kadrosuna dâhil etti. Birçoğu ise Avrupa genelinde kurulan gizli ordularda, Avrupa’daki istihbarat kurumlarında, hatta İtalya’da karşımıza çıkan Mareşal Badoglio gibi isimler şahsında görüldüğü üzere, hükümetlerde istihdam edildi.[55] Bugün hâlâ bu Naziler ve faşistler Latin Amerika’ya veya başka bölgelere uzanan gizli kanallarda bir biçimde kullanılıyorlar. Japon faşistleri ise CIA eliyle yeniden iktidara taşındı. Liberal Parti’yi ele geçiren bu faşistler, onu bundan sonra Japon imparatorluğunun liderlerini yetiştirecek sağcı bir kulüp hâline getirdiler. ABD imparatorluğunun yetki ve kudret bahşettiği, antikomünist faaliyetin bu yetkin isimlerinden oluşan küresel ağ, kirli savaşlar yürüttü, darbeler gerçekleştirdi, başka ülkeleri istikrarsızlaştırmak için uğraştı, sabotajlara ve terör faaliyetlerine imza attı. Evet, faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nda esas olarak yirmi yedi milyon Sovyet yurttaşının ve yirmi milyon Çinlinin büyük fedakârlığı neticesinde mağlup edildi, ama onun liberal demokrasiler dâhil, birçok ülkede ortadan kaldırılmadığı da bir gerçek.

İlerici liberal uzmanların zaman zaman iddia ettiği gibi, ABD'nin yurtdışında faşist yönetim biçimleri uyguladığını ancak iç cephede demokrasiyi koruduğunu söylemek kimilerine cazip gelebilir. Ancak bu, tam olarak doğru değildir. Tarihsel-materyalist analiz, bazı çalışmalarımda savunduğum gibi, sezgisel düzeyde birbirinden farklı üç boyutu her daim dikkate almalıdır: tarih, coğrafya ve sosyal tabakalaşma. Bu bağlamda, sadece liberal uzmanlarla aynı sınıfsal kesimi işgal edenleri değil, tüm nüfusu incelemek önemlidir. Örneğin Yerli nüfusunu ele alalım. Soykırıma varan bir yok etme politikasına maruz bırakılan ve daha sonra ABD devleti tarafından kontrol edilen ve denetlenen özel alanlara kapatılan bu nüfusun önemli bir kısmı, özellikle de en yoksulları, hâlâ ırkçı polis terörünün hedefi olmakta, temel insani ve demokratik hakları için mücadele etmektedir.[56] Aynı durum, yoksul ve işçi Afrikalı-Amerikalı nüfusun bazı kesimleri ve göçmenler için de geçerlidir. George Jackson’ın “Dördüncü Kutsal Roma İmparatorluğu” olarak adlandırdığı ABD’ye yönelik sert eleştirisini bu şekilde anlamamız gerekiyor.[57] Nüfusun belirli kesimleri, yani hayatta kalma mücadelesi veren, ırkçı saldırılara maruz kalan yoksullar ve işçi sınıfı, genellikle demokratik haklar ve temsil sistemi aracılığıyla değil, öncelikle devletin ve devlet dışında kurulmuş yapıların uyguladığı baskı ile yönetiliyor. Peki o zaman onların bir demokraside yaşadıklarını neden varsayalım? Unutmayalım ki Nazilerin kendileri de ABD’de ırk ayrımcısı ve ırkçı devletçiliğin en gelişmiş biçimini görmüş ve bunu açıkça bir model olarak kullanmışlardı.[58]

Çoklu yönetim biçimleri paradigması, kapitalist toplum içinde işleyen sınıf dinamiklerine ve nüfusun muhtelif unsurlarının aynı şekilde yönetilmediği gerçeğine dikkat ettiği ölçüde diyalektik bir yaklaşımdır. Örneğin ABD’deki meslek sahibi-yönetici sınıf tabakasının üyeleri, resmi anlamda bazı demokratik haklara sahiptir ve bu haklardan çeşitli yasal sınıf mücadelesi biçimleri dâhilinde başarıyla istifade edebilmektedirler. Sömürülen bir nüfus olarak kapitalizmin boyunduruğu altında olanlarsa, özellikle de Ejderha olarak bilinen George Jackson gibi boyunduruktan kurtulmak için örgütlenmeye başlamaları durumunda, genellikle çok farklı bir şekilde yönetilirler. Bu noktada polis terörüne ve kanunsuz şiddete maruz kalırlar ve (Ward Churchill’in hesaplamalarına göre) 1968 ile 1976 yılları arasında FBI ve polis tarafından öldürülen yirmi dokuz Kara Panter ve altmış dokuz Kızılderili aktivist gibi sözde hakları, genellikle ayrım gözetilmeksizin çiğnenir. Hayatının önemli bir kısmını hapishanede geçiren ve daha sonra şüpheli bir şekilde öldürülen Jackson gibi teorisyenler, bunu “faşizm” olarak adlandırdılar.

Yönetişim sürecinin kapitalizm koşullarında gerçekte nasıl işlediğini anlamak için, farklı biçimlerine dikkat eden, ayrıntılara odaklanmış bir diyalektik yaklaşımı benimsemek gerekmektedir. Sözde liberal demokrasi, uysal öznelere haklar ve temsil vaat ederek, kapitalizmin iyi polisi gibi işlev görür. Büyük ölçüde orta ve üst orta sınıf tabakaları ve onlara talip olanları yönetmek için kullanılır. Faşizmin kötü polisi, hem yurt içinde hem de yurt dışında nüfusun yoksul, ırksallaştırılmış ve hoşnutsuz kesimlerinin üzerine salınır. Açıkçası iyi polis tarafından yönetilmek, tercih edilir ve sınırlı demokrasi biçimlerinin bile savunulması ve genişletilmesi (özellikle de devlet aygıtının tamamen faşistlerin eline geçmesiyle oluşacak dehşetle kıyaslandığında) değerli taktiksel hedefler olarak görülür. Tıpkı bir polis sorgusunda olduğu gibi, iyi polis ve kötü polisin aynı devlet için ve aynı amaçla birlikte çalıştığını kabul etmek stratejik açıdan önemlidir: kapitalist toplumsal ilişkiler, burjuva demokrasisi havucu veya faşizm sopasıyla sürdürülür, hatta bu ilişkiler daha da derinleştirilir.

Birçok insan, “Trump” denilen olgunun ortaya çıkışına bakıp faşizm tehlikesinin büyüdüğü sonucuna ulaşıyor. Bu bakış açısı konusunda ne düşünüyorsunuz? Trump destekçilerinin 6 Ocak 2021’de Kongre binasını basmalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Trump, faşist güçleri cesaretlendirmiş ve faaliyetlerini teşvik etmiştir. Trump, aşırı milliyetçi bir beyaz üstünlükçüsü, kapitalizme ve emperyalizme bağnazca bağlı olan biridir.[59] Fakat bu Trump denilen olgu, emperyalist düzen içinde açığa çıkan daha büyük bir krizin semptomudur. Çok kutuplu bir dünyanın ısrarlı gelişimi, Çin’in yükselişi, finansallaşmış neoliberalizmin başarısızlıkları ve önde gelen emperyalist devletlerin azalan gücü nedeniyle, faşizm, kapitalist dünya genelinde yükseliştedir.

ABD bağlamında, Joe Biden’ın 2020 seçimleri için yürüttüğü başkanlık kampanyası büyük ölçüde, iktidarın barışçıl bir şekilde devredilmesine ve hukukun üstünlüğüne saygı göstereceği için ülkeyi faşizmden kurtarabileceği fikri etrafında örgütlendi. Burjuva demokrasisinin açık bir faşist diktatörlüğe açık ara tercih edilebilir olduğu kesinlikle doğrudur ve birincisi için ikincisine karşı mücadele etmek son derece önemlidir. Burjuva demokrasisi, her ne kadar yozlaşmış, işlevsiz ve yalancı olma eğiliminde olsa da, nüfusun belirli kesimlerine örgütlenme, siyasi eğitim ve güç inşa etmek için önemli bir manevra alanı sağlar. Bununla birlikte, ABD’deki Demokrat Parti’nin faşizme karşı bir kale olduğunu varsaymak büyük bir hatadır. Biden göreve geldiğinde, Trump’ı milleti kışkırtmayı temel alan komploya imza atma suçundan hapse atmak için hemen adım atmadı ve sahadaki faşistlere genellikle yumuşak davrandı (bu kesimin çok küçük bir kısmı komplo kurmakla suçlandı, aldıkları cezalar beklenmedik ölçüde hafif cezalardı). Ancak şimdi, olaydan yıllar sonra ve 2024 başkanlık seçimlerine giden propaganda sürecinde komploculardan bazıları hapis cezasıyla karşı karşıya kalırken, Trump da farklı davalarda yargılanıyor. Dahası, Biden yönetimi, ABD polis devletini, ırkçı polis şiddetini ve (kurulmasına yardım ettiği) kitlelerin hapse tıkılmasını öngören sistemi zayıflatmak için ciddi bir adım atmadığı gibi, faşist örgütleri ve milisleri dağıtma konusunda hiçbir şey yapmadı. Joe Biden, Trump gibi kendi ülkesindeki faşist hareketleri açıktan desteklememiş olsa da (ki bunun olumlu bir gelişme olduğu açık), ekibi, ABD’nin emperyalist ajandasını uygulamaya koymuş, Ukrayna gibi ülkelerde faşizmin gelişmesini saldırgan bir üslupla desteklemiştir.[60]

Kongre Binası’nın basılmasıyla ilgili olarak şu söylenebilir: bu olay, sadece Biden’ın seçilmesine karşı kendiliğinden gelişmiş olan bir ayaklanma değildi. Konuyla ilgili ayrıntılı bir makalede de tespit ettiğim biçimiyle, baskın, kapitalist egemen sınıfın bir kesimi tarafından desteklendi ve ABD hükümetinin en üst düzeyleri bunun gerçekleşmesine izin verdi.[61] Publix süpermarketinin varisi Julie Jenkins Fancelli, “Hırsızlığı Durdurun” mitingi için yaklaşık 300.000 dolar temin etti. Trump ailesi de milyonlarca dolar topladığı protestonun finansmanına doğrudan katkı sundu: “Trump’ın politik faaliyetlerini yürütenler, 6 Ocak eylemini örgütleyenlere 4,3 milyon doların üzerinde para aktardılar.”[62] Halktan insanların gerçekleştirdiği bir eylemden çok belirli bir partinin bizzat yürüttüğü bir operasyondu. Ayrıca elimizde, asgari düzeyde de olsa, Kongre Binası’nın basılmasına istihbaratın, ordunun ve polis teşkilâtının üst kademelerindeki isimlerin izin verdiklerini açık biçimde ortaya koyan işaretler de mevcut. Kongre Binası önünde ilerici güçlerce yapılan eylemlerde uygulanan ağır güvenlik önlemlerine aşina olan, sadece video görüntülerine ve Kongre Binası polisinin sadece beşte birinin o gün görevde olduğu ve geniş çapta beklenen ayaklanmalar için yetersiz donanıma sahip olduğunu gören herkes, böylesi bir sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Artık biliyoruz ki Ulusal Muhafızlar’ın binaya konuşlandırılması adımının atılmasındaki gecikmeden doğrudan ordunun üst düzey komuta kademesi sorumluydu. Ayrıca, Kongre Binası yakınlarında hazır bekletilen İç Güvenlik Bakanlığı ajanları harekete geçirilmedi. Tüm bunlar ve çok daha fazlası, Kongre Binası baskınında ABD hükümetinin en üst kademelerinin suç ortaklığına işaret etmektedir.

ABD ulusal güvenlik devleti tarafından yürütülen psikolojik operasyonların kapsamlı tarihini ciddiyetle inceleyen herkes, 6 Ocak’ın bu tarihle örtüşen yönlerini illaki görecektir. Açık konuşmak gerekirse burada ben, burjuva medyasının yaydığı, Kongre Binası’nı basan insanların hepsinin bu işin içinde olduğu ya da bu kişilerin parayla tutulmuş aktörler olduğu türünden saçma ve aptalca iddialar üzerine kurulu bir komplodan bahsetmiyorum. Bu tür operasyonlar, gerekli bilgiye sadece ilgili kişilerin vakıf olması ilkesi uyarınca yürütülürler, yani ideal bir durumda emir komuta zincirinin en tepesinde bilerek suç ortağı olan, sadece birkaç kişi vardır. Onların altında ise olan bitenin bilincinde olmayan ve kendi başlarına hareket eden çok sayıda kişi bulunur. Bu durum, yüksek düzeyde bir öngörülemezlik yaratır ve böylece aşağıdaki kitlenin gerçekleştirdiği kendiliğinden eylemler arzu edilen görüntüye kavuşurlar, bu da tepedeki karar vericilere gerekli koruma kalkanını sağlar.

Kongre Binası’nın basılması eyleminin parasını veren, onu teşvik eden ve buna izin veren, bu iş için özel seçilmiş uygulayıcı kişiler konusunda çok daha fazla şey bilmemiz gerekiyor. Daha fazla bilgi elde edilene dek, ki muhtemelen zaman içinde elde edilecektir, en azından bunun Biden yönetimi için son derece faydalı bir olay olduğunu biliyoruz. Olay, “Uykucu Joe” olarak bilinen Biden’a demokrasinin kurtarıcısı halesini tesadüf eseri başına geçirme fırsatı sundu, böylelikle Biden, sağa yöneldiği, egemen sınıf adına emekçi halka karşı savaş yürüteceği koşullarda gerekli kılıfa kavuştu. Bu sayede Trump da hapse atılmak yerine eski imajına ve haklarına yeniden kavuştu. Tucker Carlson ve Alex Jones gibi Trump yönetiminin medyadaki kuklaları kimseyi incitmeyecek bir hikâye uydurdular, bu sayede Trump ve destekçileri, korkunç bir hükümet komplosunun kurbanları hâline geldiler. Büyük hükümete karşı çıkan ve özgürlüğe sevdalı bir muhalif olarak takdim eden Trump, düzenin dışında duran isim olarak yeniden başkan adayı hâline geldi. Ona karşı açılan davaların seyri nasıl olacak bilinmez, ama zamanlamalarının epey manidar olduğu açık, zira bu davalar, olay yaşandıktan, yeni başkanlık seçimi süreci iki emperyalist adayın kafa kafaya yarışacağı yeni başkanlık seçimi sürecinin hız kazandığı bir dönemde gündeme geldi.

Bugün dünya solu, burjuvazinin ideolojik hegemonyasına nasıl karşı koymalı? Ne tür bir devrimci teori inşa etmeliyiz?

Kapitalist dünyada burjuvazinin ideolojik hegemonyası, kültürel aygıt, yani tüm kültürel üretim, dağıtım ve tüketim sistemi üzerinde uyguladığı nefes kesici kontrol sayesinde sürdürülüyor. Alan MacLeod’un tespitiyle, “Amerika’nın okuduğu, izlediği ya da dinlediği şeylerin yüzde 90’ından fazlasını beş şirket kontrol ediyor.”[63] Yukarıda kısaca ele aldığımız biçimiyle, bu devasa şirketler, ABD hükümetiyle kurdukları sıkı ilişkiler dâhilinde çalışıyorlar. Bu şirketlerin ana hedefini, 1981’de CIA Direktörü William Casey personelini topladığı ilk toplantıda şu şekilde dile getiriyor: “Uygulamaya koyduğumuz dezenformasyon programımızın tamama erdiğini, ancak Amerikan halkı inandığı her şeyin yanlış olduğuna kanaat getirdiği vakit bileceğiz.”[64]

Bu bize, ABD gibi bir ülkede verilecek ideolojik mücadelenin nesnel koşulları konusunda çok şey söyler. Dolayısıyla, sadece doğru bir analiz geliştirmemiz ve bireysel görüşlerimizi paylaşmamız, insanları rasyonel tartışmalar ve konuşmalar yoluyla ikna etmemiz gerektiğini düşünmek saflık olur. Gerçek bir etki yaratmak için kolektif olarak çalışmalı ve gücü kendi lehimize kullanmanın yollarını bulmalıyız.

Şu anda Jennifer Ponce de León ile birlikte üzerinde çalıştığımız ve kültürü bir sınıf mücadelesi alanı olarak inceleyen kitapta, üç farklı taktik arasında ayrım yapıyoruz. Truva Atı taktiği adını verdiğimiz ilk taktik, burjuva kültür aygıtını, olağanüstü altyapısından yararlanarak karşı hegemonik mesajları gizlice içeride yaymak, böylece geniş bir kitleye ulaştırmak için o altyapıyı sahiplerine karşı kullanmaktan ibarettir (“Postal” lakabıyla anılan, sosyalist eylemci, repçi ve sinema yönetmeni Raymond Lawrence Riley bunu başarıyla yapan, harika bir örnektir).

İkinci önemli taktik, fikirlerin üretimi, dolaşımı ve edinimi için alternatif aygıt geliştirmekle ilgilidir. Bu alanda birçok önemli çalışma yürütülüyor. Bu noktada alternatif medya ve yayınlardan, eğitim platformlarına, kültür alanlarına, aktivist ağlarına ve topluluk merkezlerine dek bir çaba ortaya konuluyor. Ponce de Léon’la birlikte bu türden çalışmalar yürüten Eleştirel Teori Atölyesi içerisinde yer alıyoruz.[65]

Üçüncü ve son taktikse iktidarı burjuvazinin elinden almış olan ülkelerde geliştirilmiş olan sosyalist aygıtlarla ilgili. Bunların ürettikleri haberler, bilgiler ve kültür, kapitalist kültür aygıtı karşısında gerçek bir seçenek sunuyorlar. Batı yarımkürede iki önemli örnek üzerinde durulabilir. İlki Küba’daki Prensa Latina, ikincisi Venezuela’daki Telesur’dur. Her iki kuruluş da oldukça önemli işler yapmaktadır.

İhtiyacımız olan devrimci teori konusunda Cheng Enfu ikna edici şeyler söylüyor. Kendisi, diğer pek çok kişinin çalışmalarını takip ederek ve daha da geliştirerek, Marksizmin yaratıcı olduğunu ve düzenli olarak değişen durumlara uyarlanması gerektiğini iddia ediyor.[66] Taşlaşmış bir doktrin olmaktan uzak olan Marksizm, Losurdo’nun deyimiyle, zamana göre değişen bir öğrenme sürecidir. İçinde bulunduğumuz dönemde bu konuda yapılması gereken çok iş var. En acil üç meselenin altını çizmek gerekirse, faşizmi, dünya savaşını ve ekolojik çöküşü hem anlayabilecek hem de durdurabilecek devrimci teoriyi daha da geliştirmemiz gerekiyor.[67] İmparatorluğun merkezinde yaşadığım ve örgütlendiğim için, şimdiye dek devlet iktidarının ele geçirilmesi pratiklerinden zerre etkilenmemiş olan bu özel bölgede, devrimci teori ve pratik geliştirmenin de elzem olduğunu söylemeliyim.

Genel olarak, en önemli devrimci teori, sosyalizmi inşa etmek denilen o karmaşık ve zor göreve katkıda bulunacak olan teoridir. 1917’den bu yana pek çok sürpriz yaşandı ve çok şey öğrenildi. Küresel durum bugün, Üçüncü Enternasyonal’in en parlak döneminde ya da Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemde olduğundan çok farklı görünüyor. Sosyalist ülkeler, (BRICS+, Bir Kuşak Bir Yol Girişimi, Şangay İşbirliği Örgütü, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), vb. gibi) emperyal dünya düzenine karşı çıkan yeni uluslararası çerçeveler inşa etmek için ulusal kalkınma niyetindeki kapitalist ülkelerle birlikte çalışıyorlar.

Batı ve Orta Afrika’da yaşanan son ayaklanmalar, Fransa’nın bölgedeki yeni-sömürgeci rejimine ve Batı emperyalizminin hapishanesine meydan okudu. Bu ve diğer sömürgecilikten kurtuluş mücadelelerini ve ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyayı anlamak ve ilerletmek, hayati önemi haiz teorik ve pratik bir görevdir. Aynı zamanda, emperyalist dünya düzenine karşı çıkmanın ve çok kutupluluğun gelişiminin sosyalist projenin genişlemesine nasıl basamak teşkil edeceğini açıklayabilmek de son derece önemli bir husustur. Bu, günümüzün en acil meselelerinden biridir.

Kaynak

Dipnotlar:
[53] Gabriel Rockhill, “Liberalism and Fascism: The Good Cop and Bad Cop of Capitalism,” 21 Ekim 2020, BAR.

[54] Gabriel Rockhill, “The U.S. Did Not Defeat Fascism in WWII, It Discretely Internationalized It,” 16 Ekim 2020, Counterpunch.

[55] “Etiyopya’da işlenen o korkunç savaş suçlarından sorumlu olan ve uzun süre Benito Mussolini ile birlikte çalışan Mareşal Pietro Badoglio, faşizm sonrası İtalya’da ilk kurulan hükümetin başına geçmesine izin verildi. İtalya’nın kurtarılmış olan kısmında yeni sisteme eskisi gibi şüpheyle yaklaşılıyordu, dolayısıyla buradaki insanlar yeni düzeni ‘Mussolini’siz faşizm (fascismo senza Mussolini] olarak tarif ediyorlardı.” (Jacques R. Pauwels, The Myth of the Good War [Toronto: Lorimer, 2015], s. 119).

[56] Bkz.: Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States ve Smith, Endless Holocausts.

[57] George L. Jackson, Blood in My Eye (Baltimore: Black Classic Press, 1990), s. 9.

[58] Örneğin bkz.: James Q. Whitman, Hitler’s American Model (Princeton: Princeton University Press, 2018).

[59] Bkz.:  John Bellamy Foster, Trump in the White House: Tragedy and Farce (New York: Monthly Review Press, 2017), MR.

[60] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Nazis in Ukraine: Seeing through the Fog of the Information War,” 30 Mart 2022, Liberation.

[61] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Lessons from January 6th: An Inside Job,” 18 Şubat 2022, CounterPunch.

[62] Anna Massoglia, “Details of the Money behind Jan. 6 Protests Continue to Emerge,” 25 Ekim 2021, OpenSecrets.

[63] Yayına Hz.: Alan MacLeod, Propaganda in the Information Age: Still Manufacturing Consent (New York: Routledge, 2019).

[64] Bu sık sık alıntılanan ifadenin kökeniyle ilgili bir tartışma için bkz.: Tony Brasunas, “Is the CIA Trying to Deceive All Americans?,” 9 Şubat 2023, Tonybrasunas.

[65] Bkz.: criticaltheoryworkshop.

[66] Bkz.: Cheng Enfu, China’s Economic Dialectic (New York: International Publishers, 2021).

[67] ABD’nin en önemli Marksistlerin biri olan John Bellamy Foster, bu üç alanla ilgili oldukça önemli çalışmalara imza atmış bir isimdir.

13 Mart 2024

Batılı Sol Entelijansiya II


Bugün Batı soluna hâkim olan kimlik politikasının ve çokkültürcülüğün oynadığı rolü ve gördüğü işlevi nasıl anlamak gerekiyor?

Kimlik politikası, tıpkı onunla ilişkili olan çokkültürcülük gibi, uzun zamandır burjuva ideolojisini tanımlayan kültürcülüğün ve özcülüğün günümüzdeki tezahürüdür. Özcülüğün meselesi, kapitalizmin maddi tarihinin sonucu olan toplumsal ve ekonomik ilişkileri doğallaştırmaktır. Örneğin, kimliğin ırk, ulus, etnisite, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi farklı biçimlerini zaman içerisinde değişen ve belirli maddi güçlerin sonucu olan, tarihsel süreçte inşa edilmiş yapılar olarak görmek yerine bu biçimleri, politik kitlenin sorgulanamayacak temeli olarak doğallaştırıyor ve onlara bu şekilde muamele ediyor. Bu türden bir özcülük, ilgili kimliklerin ardında işleyen maddi güçleri, bunun yanında, o kimlikleri kuşatan sınıf mücadelelerin üzerini örtüyor. Bu, bilhassa egemen sınıf ve yöneticilerinin işine gelen bir şey, zira bu insanlar, sömürgelikten kurtuluş mücadelelerinin, materyalist ırkçılık karşıtı ve patriarka karşıtı mücadelelerin taleplerine tepki geliştirmek zorunda. Bunlara verilecek en iyi cevapsa özcülük üzerine kurulu kimlik politikasıdır. Bu politika, gerçek sorunlara sahte çözümler önerir, çünkü o, hiçbir zaman sömürgeleşme sürecinin, ırkçılığın ve kadına yönelik zulmün maddi zeminiyle uğraşmaz.

Judith Butler gibi teorisyenlerin çalışmalarında gördüğümüz, kimlik politikasının özcülük karşıtı versiyonları ise bu ideolojiden köklü bir kopuş gerçekleştirmez.[36] Bireylerin veya birey gruplarının sorgulayabildikleri, kurcalayabildikleri, yeniden icra edebildikleri söylem yapıları olarak ifşa etmek suretiyle bu kategorilerin bazılarını yapısöküme uğrattıklarını iddia eden ve yapısöküm pratiğinin idealist parametreleri dâhilinde çalışan bu teorisyenler, kolektif sınıf mücadelesinin temel alanları olarak bu kategorileri üretmiş olan kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihini hiçbir şekilde materyalist ve diyalektik bir analize tabi tutamazlar.

Bu teorisyenler, ayrıca reel sosyalizmin bu ilişkileri dönüştürme mücadelesinin o köklü ve derin tarihiyle de ilgilenmezler. Bunun yerine, onlar, yapısöküm pratiğinden ve Fukocu soykütük anlayışının tarih dışına atılmış hâlinden istifade ederler, buradan da toplumsal cinsiyet ve cinsiyetler arası ilişkilere dair fikirler üfürürler. Bu teorisyenlerin elinden, sınıf mücadelesinin yerini çıkar grupları savunusuna bıraktığı liberal çoğulculuğa teslim olmaktan başka bir şey gelmez.

Buna karşılık, Domenico Losurdo’nun önemli çalışması Sınıf Mücadelesi’nde ortaya koyduğu biçimiyle, Marksist gelenek, sınıf mücadelesini çoğul yapısı dâhilinde anlama konusunda kapsamlı ve zengin bir tarihe sahiptir. Yani Marksist gelenek içerisinde toplumsal cinsiyetler, uluslar, ırklar ve ekonomik sınıflar (ayrıca cinsellik anlayışları) arası ilişkiler konusunda bir dizi savaş yaşanmaktadır. Bu kategoriler, kapitalizm koşullarında kendilerine has hiyerarşi biçimleri edinmiş olduğundan, Marksizm mirasının en iyi unsurları, bu kategorilerin tarihsel kökenlerini anlama ve radikal manada dönüştürme çabası içinde olmuşlardır. Hane içerisinde kadına dayatılan kölelik, ulusların ve ırksal açıdan aşağı görülen halkların emperyalist boyunduruğu kırma mücadeleleri, bu yönde ortaya konmuş çabalara uzun süredir tanıklık etmektedir.

Bu tarihin kesintili bir seyir dâhilinde ilerlediği, yapılacak daha çok iş olduğu açık. Bu, kısmen İkinci Enternasyonal gibi burjuva ideolojisine ait kimi unsurlarca lekelenmiş bazı akımların Marksizm içerisinde varolması ile ilgili bir durumdur. Gene de, Losurdo gibi isimlerin ortaya koyduğu biçimiyle, komünistler, bu sınıf mücadelelerinin öncüsü olmayı bilmiş, bu sorunların ana kaynağı olan kapitalist toplumsal ilişkilere inmek suretiyle, ataerkil hâkimiyeti, emperyalist tabiyeti ve ırkçılığı aşmak adına kimi çabalar ortaya koymuşlardır.

Önde gelen emperyalist ülkelerde, bilhassa ABD’de geliştirildiği biçimiyle, kimlik politikasının amacı, sanki komünistler kadın sorununu veya millet/ırk sorununu hiç düşünmezlermiş gibi, kendisini alabildiğine yeni bir bilinç olarak takdim etmek amacıyla, söz konusu tarihi gömmektir. Bu sebeple, kimlik politikası üzerine kafa yoran teorisyenler, kibirli bir üslupla ve cahilce bir yaklaşımla bu tür sorunları ilk kez kendilerinin ele aldıklarını, bunun yanında, o kaba indirgemeci Marksistlerin ekonomik determinizmini aştıklarını iddia ediyorlar.[37] Dahası, bu kişiler, söz konusu sorunları sınıf mücadelesinin işlediği alanlar olarak görmek yerine, kimlik politikasını sınıf politikasına mani olacak bir tür takoz olarak kullanıyorlar. Sınıfı analizlerinin parçası kılacak bir adım attıklarında ise sınıfı yapısal bir mülkiyet ilişkisi meselesi yerine kişisel kimliğe indirgiyorlar. Dolayısıyla, görüngülere odaklanan, yüzeysel çözümler sunuyorlar, yani sosyo-ekonomik düzenin sosyalist dönüşümü üzerinden emekçilerin hayatla ev içi kölelik ve ırkçı aşırı sömürü üzerine kurulu ilişkilerini dönüştürmek yerine temsil ve sembolizm meselelerine odaklanıyorlar. Bu kimlik politikası teorisyenleri, sorunun köküne inemediklerinden, anlamlı ve sürdürülebilir bir değişime öncülük edemiyorlar.

Adolph Reed’in nüktedan diliyle ifade ettiği biçimiyle, kimlikçiler, mevcut sınıfsal ilişkilerin sürmesinden, ülkeler arasındaki emperyalist ilişkilerin devam etmesinden memnunlar. Bu tespitle birlikte, bir de ezilen gruplarının egemen sınıf içerisindeki temsiliyle meslek sahibi-yönetici katman arasındaki orana da bakmak gerekiyor.

Sınıf politikasının ve sınıfsal analizin Batı solundan sökülüp alınmasına sunduğu katkının yanında, kimlik politikası, solu belirli kimlik meseleleriyle ilgili, gerçek hayattan kopuk tartışmalar dâhilinde solun bölünmesi sürecine de önemli katkılar sundu. Ortak düşmana karşı sınıfın birliğini tesis etmek yerine kimlik politikası, emekçi halkı ve ezilenleri öncelikle belirli toplumsal cinsiyetlerin, cinsel kimliklerin, ırkların, milletlerin, etnisitelerin, dini grupların vs. üyesi olarak tanımlamaları konusunda teşvik etmek suretiyle, onları böldü ve kendince gasp etti. Bu bağlamda, kimlik politikasının dayandığı ideoloji, gerçekte daha derinde bir sınıf politikasıdır. O, işçileri ve ezilenleri daha kolay yönetmek için onları bölmeyi amaçlayan burjuvazinin politikasıdır. Dolayısıyla, emperyalizmin merkez ülkelerinde meslek sahibi-yönetici sınıf katmanının hâkim politikasının kimlik politikası olması, kimseyi şaşırtmamalı. Kurumlara ve bilginin dolaştığı ortamlara hâkim olan bu politika, Reed’in doğru bir yaklaşımla, “çeşitlilik endüstrisi” dediği alanda kariyer sahibi olmanın ana araçlarından biridir. Kimlik politikası, herkesi kendisini ait olduğu özel grupla tanımlamaya ve imtiyaz sahibi olduğu temsiliyet ilişkisi dâhilinde salt bireysel çıkarları peşinde koşmaya teşvik etmektedir.

Duyarcılık, aynı zamanda bazı insanları sağın kucağına atmak gibi bir sonuç da doğurmaktadır. Eğer hâkim politik kültür, rekabetçi bireycilikle birleşmiş bir kabile zihniyetini teşvik ediyorsa o vakit beyazların ve erkeklerin çeşitlilik endüstrisi üzerinden haklarından mahrum kaldıkları sürece karşı kendilerini sistemin “mağdurlar”ı olarak görmenin ürünü olan özel ajandalarıyla çıkmalarında şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Bu anlamda, sınıfsal analizden mahrum olan kimlik politikasını, sağcı hatta faşist dizilimlerden sorumlu tutmak gerekmektedir.

Son olarak şunu da belirtmem gerek: bu kimlik politikası, Lenin’in Avrupa solu içerisinde emperyalizmin ana ideolojik araçlarından biri olduğunu söylediği sosyal şovenizm ile Yeni Sol içerisinde ideolojik köklere sahip. Hedefe konulan ülkelerde böl-yönet stratejisi, dini, etnik, milli, ırki veya toplumsal cinsiyetle alakalı çatışmalar körüklenmek için kullanılıyor.[38] Kimlik politikası, aynı zamanda emperyalist müdahaleler ve iç siyasete karışma, ülkeyi istikrarsızlaştırma kampanyaları için dolaysız bir kılıf olarak da iş görüyor. Bu noktada, Afganistan’da kadınları özgürleştirme davasının arkasına saklanıyorlar, bu emperyalist politika dâhilinde Küba’da “ayrımcılığa” uğradığı söylenen Siyahi repçileri destekliyorlar, Latin Amerika’da “ekososyalist” Yerli adaylara arka çıkıyorlar, Çin’deki etnik azınlıkları “koruyorlar” ya da ABD imparatorluğunun kendisini ezilen kimliklere cömertçe yardım eden güç olarak takdim ettiği, herkesin bildiği propaganda temelli operasyonları yürütüyorlar. Semboller üzerine kurulu kimlik politikasının emperyalizme gerekli kılıfı sağladığı, onun sınıf mücadelelerinin maddi gerçekliğiyle bir bağının bulunmadığı görülmeli. Bu anlamda, kimlik politikası da nihayetinde bir sınıf politikasıdır: o, emperyalist egemen sınıfın politikasıdır.

Slavoj Žižek, bugün dünya genelinde solcu akademisyen çevrelerinde epey etkili olan, birçok tartışmaya sebep olmuş, itirazlarla yüzleşmiş bir isim. Onu neden “kapitalizmin saray soytarısı”[4] olarak nitelendiriyorsunuz?”

Žižek, emperyalist teori endüstrisinin bir ürünü. Michael Parenti’nin de ifade ettiği biçimiyle, kapitalist dünyada emekçi halkın istihdam, barınma, sağlık hizmeti, eğitim, sürdürülebilir çevre gibi konularla ilgili gerçek ve maddi mücadeleler vermek zorunda kaldığı koşullarda, gerçeklik, herkese o radikal yüzünü gösteriyor. Bu anlamda, halk radikalleşiyor, birçok insan, yüzünü Marksizme dönüyor, çünkü insanların üzerinde yaşadıkları dünyayı gerçek manada o izah ediyor, yüzleştikleri mücadelelerin anlamını o veriyor, net ve uygulanabilir çözümleri o sunuyor. Bu sebeple, kapitalizmin kültürel aygıtı emekçi ve ezilen halk kitleleri nezdinde Marksizme yönelik olarak oluşan ilgiyi ortadan kaldırmayı zorunlu görüyor. Bu konuda geliştirdiği, özellikle meslek sahibi-yönetici sınıfın üyelerini ve gençleri hedef alan taktiklerinde kültürel aygıt, Marksizmin temel özünü çarpıtan, alabildiğine metalaştırılmış bir versiyonunu reklâm ediyor. Böylelikle Marksizmi meta güdümünde olan toplumdan kurtuluşun kolektif ve pratik çerçevesi olmaktan çıkartıp, onu diğer her türden meta gibi alınıp satılan, moda hâline gelmiş bir markaya dönüştürmeye çalışıyor.

Žižek, böylesi bir proje için her yönden en uygun isim. O, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nde büyümüş antikomünist bir muhbir. Kendisinin de her fırsatta dile getirdiği biçimiyle, Batı’da kariyer sahibi olmak için çabalayan bir küçük burjuva aydın olarak edindiği öznel deneyim, bir şekilde ona sosyalizmin gerçek niteliğine dair tanıklıkta bulunma konusunda özel bir hak bahşediyor. Sosyalist Yugoslavya’daki deneyimlerine dair anlattığı kişisel hikâyeler, nesnel analizin yerini alıyor. Şan şöhret ve para arayışında olan bir oportünist olarak Žižek, kendi sosyalist vatanını bugün Batılı kapitalist ülkelerden aşağıda olan bir ülke olarak görüyor, çünkü (ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait bir yayın olan) Foreign Policy’nin dünyanın en önemli düşünürleri arasında gösterdiği Žižek, kendisine kariyer basamaklarını tırmanma fırsatı sunan Batılı kapitalist ülkelere hizmet etmeye mecbur.

Žižek, Sosyalist Yugoslavya’da sosyalizmin ortadan kaldırılması konusunda oynadığı rolü böbürlenerek anlatıyor. Kendisi, Yugoslav Komünist Partisi’nin CIA tarafından desteklenmekle suçladığı önde gelen muhalif dergi Mladina’nın [“Gençlik”] en önemli siyaset yazarlarından biriydi. Ayrıca Liberal Demokratik Parti’nin kurucularından olan Žižek, Slovenya’nın ayrılması sonrası yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde partinin adayı oldu ve seçim sürecinde “devletteki reel sosyalizme ait ideolojik aygıtın parçalanması sürecine somutta katkı sunma” sözü verdi.[40] Ufak bir oy farkıyla seçimi kaybeden Žižek, kapitalizmin yeniden tesis edilmesi sonrası işleyen, halkın büyük çoğunluğunu hayat koşullarının iyice kötüleşmesine sebep olan kapitalist şok terapisi süreci boyunca Sloven devletine ve iktidar partisine açıktan destek sundu. Kurucuları arasında bulunduğu, özelleştirme yanlısı parti, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya girme fikrine destek sunan parti olarak, emperyalist kampla bütünleşme yönünde ilerleyen sürece katkıda bulundu.

Ben, bu Doğu Avrupalı liberali, “kapitalizmin saray soytarısı” olarak görüyorum, çünkü onun derdi Marksizmin “kuyruğuna teneke bağlamak”. Žižek, tam da bu sebeple, kapitalist toplum içerisinde hâkim olan güçlerin yoğun olarak desteklediği bir isim. O Marksizmi, kurtuluşun ve özgürleşmenin gerçek maddi mücadelelerden beslenen kolektif bilimi olarak anlamak yerine, oportünist bir yaramaz çocuğun küçük burjuva politik duruşundan ibaret olan, düşünsel hileye dayalı provokatif bir söylem olarak görüyor. Ondaki muziplik, haylazlık ve yüzüne geçirdiği “komünist” maskesi, burjuvazinin hoşuna gidiyor, ayrıca kısa süreliğine eğitimsiz kişilerin dikkatini çekiyor. Žižek, tıpkı bir soytarı gibi insanları bir yandan sinir etmeyi bir yandan da güldürmeyi meziyet hâline getirmiş bir isim. Bu becerisi, dijital çağda beğeni ve takipçi sayısına da yansıyor.

Žižek, aynı zamanda Hollywood’un genelde burjuva kültür aygıtının ürettiği ürünleri satma konusunda da iyi. Sermaye, bu kesesini süreç içerisinde dolduran düzenbazı epey seviyor. Tüm iyi soytarılar gibi o da saray adabının sınırlarını biliyor ve o adaba saygısı neticesinde reel sosyalizmi aşağılıyor, kapitalizme uyum fikrini satıyor, hatta doğrudan emperyalizme destek çıkıyor. Burjuva basınının bazen onu dünyanın “en tehlikeli aydını” olarak tanımlamasının nedeni, Žižek’in Marksizmin emperyalizmle mücadele ve sosyalist bir dünya inşa etme projesine zarar veriyor olması.

Nesnel düzlemde yukarı çıkma ile öznel planda sağa kayma arasındaki oranın doğruluğunun bir ispatı olarak Žižek, emperyalizme verdiği antikomünist destekle birlikte daha da gericileşti. Örneğin son dönemde Afrika’da yeni sömürgeciliğe karşı koyma çabalarıyla ilgili olarak şu türden bir yorumda bulundu: “Orta Afrika’daki ‘sömürgecilik karşıtı’ ayaklanmaların Fransız yeni sömürgeciliğinden daha kötü olduğu çok açık.”[41]

Son yaptığı açıklamalardan birinde ise bu sefer desteklediği devrim tipini resmediyordu. Nahil Merzuk’un polis tarafından katledilmesi sonrası 2023 yılının yaz aylarında Fransa’da yaşanan isyanları ele alan Žižek, ne zaman tutarlılığı olan bir laf etse illaki istifade ettiği Marksizme başvurdu ve gene önemli bir Marksist görüşü dile döktü. Ona göre, ayaklanmaların zafere ulaşabilmesi için örgütlü bir stratejiye ihtiyacı vardı. Bu strateji yoksa ayaklanmalar başarısız olurdu. Ardından da başarılı bir devrim konusunda şu örneği verdi: “Protestolar ve ayaklanmalar, ancak 2013-2014’te Ukrayna’da gerçekleşen Maidan ayaklanması gibi özgürlükçü bir vizyon üzerinden gerçekleştirildiği takdirde olumlu bir rol oynayabilir.”[42]

Oysa herkesin bildiği üzere Maidan ayaklanması, ABD ulusal güvenlik aygıtının kışkırttığı ve desteklediği faşist bir darbeydi.[43] Yani Žižek, esasında Samir Amin’in “Avrupai/Nazi darbesi” olarak nitelendirdiği emperyalizm destekli faşist bir darbeyi başarılı bir devrime yol açacak “özgürlükçü vizyonun olumlu örneği” olarak görüyordu.[44] Bu konum yanında, ABD-NATO’nun Ukrayna’da yürüttüğü vekâlet savaşına sadakatle verdiği destek, bize “dünyanın en tehlikeli aydını” olmanın ne anlama geldiği konusunda bir şeyler söylüyor: Žižek, komünist maskesi takan, esasında faşistlere hayran olan biridir.

ABD, uzun zamandır Batı’da liberal demokrasi modeli olarak görüldü. Oysa siz, Amerika’da demokrasi olmadığı düşüncesindesiniz.[45] Bu konuyla ilgili bakış açınızı izah edebilir misiniz?

Nesnel bir ifadeyle, ABD’de hiçbir zaman demokrasi diye bir şey olmadı. Bir cumhuriyet olarak kurulmuş olan ABD’nin tüm o kurucu babaları demokrasiye açıktan düşmandı. 1787’de Filedelfiya’da düzenlenen Anayasa Kongresi’nde alınan notları içeren Federalizm Belgeleri de ilkin yerleşimci koloniler üzerine kurulan maddi yönetişim pratiği de bu düşmanlığı açık bir biçimde ortaya koyuyor.

Herkesin bildiği gibi, Bağımsızlık Beyannamesi’nde “acımasız ve yabani Kızılderililer” olarak anılan, yerli nüfusuna da Afrika’dan getirilen kölelere de kadınlara da yeni kurulan cumhuriyette demokratik bir hak ve yetki verilmedi.[46] Aynı durum, sıradan beyaz işçiler için de geçerliydi. Terry Bouton gibi akademisyenlerin detaylarıyla ortaya koyduğu biçimiyle:

“Birçok sıradan beyaz erkek, neticede Amerikan Devrimi’nin kendi ülkülerini ve çıkarlarını asli hedef kılan hükümetler kurmadığını düşünüyorlardı. Bilâkis, bu kişiler, devrimin elitlerinin hükümeti kendi faydalarına olacak şekilde biçimlendirmiş, sıradan halkın bağımsızlığını ortadan kaldırmışlardı.”[47]

Her şeyin ötesinde Anayasa Kongresi denilen pratik, başkanı, yüksek mahkemeyi veya senatörleri halkın seçmesine izin vermiyordu. Tek istisna, temsilciler meclisiydi. Ancak burada da meclise girmek için gerekli vasıfları eyaletlerin yasama organları belirliyordu. Ülkede oy kullanma hakkına sahip olmak içinse mülkiyet sahibi olmak gerekiyordu.

Dolayısıyla, o dönem ilericilerin bu konuyu eleştirmelerine hiç şaşırmamak gerek. Örneğin Patrick Henry ABD’nin demokrasi olmadığını söylüyordu.[48] George Mason ise yeni yapılan anayasayı “özgür insanlar arasından despotik bir aristokrasi tesis etme konusunda ortaya konulmuş cesurca girişim” olarak nitelendiriyor, “dünyanın böylesine daha önce hiç tanık olmadığını” söylüyordu.[49]

Her ne kadar “cumhuriyet” terimi, o dönemde ABD’yi tanımlamak için yaygın olarak kullanılıyor olsa da bu durum, uyguladığı soykırım politikaları sebebiyle “Kızılderili Katili” olarak anılan Andrew Jackson’ın popülist bir başkanlık kampanyası yürüttüğü 1820’lerin sonlarından itibaren değişmeye başladı. Jackson, Massachusetts ve Virjinya’daki soyluların düzenine son veren sıradan Amerikalının kullandığı anlamıyla kendisini demokrat olarak takdim eden bir isimdi. Yönetişim tarzında hiçbir yapısal değişikliğin yapılmamış olmasına rağmen Jackson gibi siyasetçiler, elit kesimin diğer üyeleri ve onlara bağlı idareciler, “demokrasi” terimini cumhuriyeti tanımlamak için kullanmaya, bunun yanında, dolaylı olarak cumhuriyetin halkın çıkarlarına hizmet ettiğini söylemeye başladılar.[50] Bu gelenek devam edip bugüne dek geldi. Günümüzde “demokrasi”, oligarşik burjuva düzenini ifade eden bir örtmece olarak kullanılıyor.

Öte yandan, ABD’de iki yüz elli yıldır süren sınıflar mücadelesi dâhilinde demokratik güçler egemen sınıftan önemli tavizler kopartmayı bildiler. Bu süreçte seçmen kurulu feshedilmiş, yüksek mahkeme yargıçları ömürlerinin sonuna dek görevde kalma imkânından mahrum kalmamış olsa da, halk, senatörleri ve başkanı seçme imkânına kavuştu. Seçme hakkının kapsamı, kadınları, Afrikalı-Amerikalıları ve Yerli Amerikalıları kapsayacak şekilde genişletildi. Bunlar tabii ki savunulması, kapsamının genişletilmesi, tüm seçim ve kampanya sürecine yönelik, meselenin temeliyle ilgili demokratik reformlar üzerinden yorumlanması gereken kazanımlar. Fakat bunlar, önemli demokratik mevziler olsalar da onların plütokrasinin hâkimiyeti üzerine kurulu olan sistemi zerre değiştirmediklerini de görmek gerek.

Çok değişkenli istatistiki analizi temel alan oldukça önemli bir çalışmada Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “ekonomi sahasının elitlerinin ve iş dünyasının çıkarlarını temsil eden örgütlü grupların ABD hükümetinin politikaları üzerinde somut etkilere sahip olduğunu, öte yandan, sıradan yurttaşların ve kitle temelli çıkar gruplarının hiçbir etkiye sahip olmadıklarını, olsa bile bu etkinin çok düşük düzeyde olduğunu” ortaya koydu.[51] Bu plütokrasi üzerine kurulu yönetim biçimi, sadece ülke içerisinde değil, uluslararası planda da işliyor.

ABD, kendisindeki iş dünyasını temel alan antidemokratik yönetim tarzını her yere dayatmaya çalıştı. William Blum’ın yoğun çalışmanın ürünü olan araştırmasına göre, İkinci Dünya Savaşı ile 2014 arası dönemde ABD ellinin üzerinde yabancı hükümeti devirmeye çalıştı ki bu hükümetlerin büyük bir kısmı iş başına seçimle gelmişti.[52] ABD, demokrasi değil, plütokratik bir imparatorluktur.

Ülkedeki plütokrasi biçimini ifade etmek için “burjuva demokrasisi”, “biçimsel demokrasi” ve “liberal demokrasi” gibi tabirler kullanılıyor. Bugün plütokratik düzende belirli biçimsel demokratik hakların var olduğu ve bunların emekçi halkın elde ettiği birer zafer olarak görülmesi, bu kazanımların öneminin hiçbir şekilde ufaltılmaması gerektiği tabii ki doğru ve bu gerçeği vurgulamak tabii ki kıymetli. Ama bir yandan da bizim nihayetinde, ABD’deki devlet üzerinde tesis edilmiş oligarşik kontrolü ve sınıf mücadelesiyle elde edilmiş önemli hakları da içerecek biçimde, yönetişim tarzlarının karmaşık yönlerini ele alacak diyalektik bir değerlendirme yapmamı gerekiyor.

Kaynak

Dipnotlar:
[36] Bkz.: Tita Barahona, “Judith Butler, la pope del ‘feminismo’ postmoderno, y su apoyo al capitalismo yanqui,” Canarias-semanal, 7 Nisan 2022, Semanal ve Ben Norton, “Postmodern Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamala Harris,” 18 Aralık 2019, Bennorton. Türkçesi: İştiraki.

[37] Bu konuda benim “Critical and Revolutionary Theory” isimli makalemde Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser’a yönelttiğim eleştirilerime bakılabilir. Türkçesi: İştiraki.

[38] Stephen Gowans, Washington’s Long War on Syria (“Washington’ın Uzun Suriye Savaşı -Montreal: Baraka Books, 2017) isimli çalışmasında birçok güzel örnek sunuyor.

[39] Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court Jester: Slavoj Žižek,” 2 Ocak 2023, CounterPunch. Türkçesi: İştiraki.

[40] Youtube’da yayınlanan, 1990’daki seçim tartışmasına ait kayda bakılabilir: “Slavoj Žižek—1990 Election Debate in Slovenia,” 9:40, yüklenme tarihi: 18 Mayıs 2021, Youtube.

[41] Slavoj Žižek, “Why the West Will Keep Losing in Africa: Neocolonialism Is Giving Birth to a Wretched Authoritarianism,” 4 Eylül 2023, New Statesman.

[42] Slavoj Žižek, “The Left Must Embrace Law and Order,” 4 Temmuz 2023, New Statesman.

[43] Örneğin bkz.: Collon, Ukraine: La Guerre des images ve Pepe Escobar, “Why the CIA Attempted a ‘Maidan Uprising’ in Brazil,” 10 Ocak 2023, Cradle.

[44] Samir Amin’in tespiti şu şekilde: “Kiev’de gerçekleşen Avrupai/Nazi darbesi olarak nitelendirebileceğimiz olayı üç güç örgütledi. Bu üç gücün demokrasiyi savunduğunu ve onun tesis etmek için politikalar geliştirdiğini iddia eden Batılı medya kuruluşları yalan söylüyorlar.” [Samir Amin, “Contemporary Imperialism,” MR 67, Sayı. 3 [Temmuz-Ağustos 2015]: s. 23–36).

[45] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The U.S. Is Not a Democracy, It Never Was,” 13 Aralık 2017, CounterPunch.

[46] Yayına Hz.: John Grafton, The Declaration of Independence and Other Great Documents of American History 1775–1865 (Mineola, New York: Dover, 2000), 8. Ayrıca bkz.: Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States (Boston: Beacon Press, 2015) ve David Michael Smith, Endless Holocausts (New York: Monthly Review Press, 2023).

[47] Terry Bouton, Taming Democracy: “The People,” the Founders, and the Troubled Ending of the American Revolution (Oxford: Oxford University Press, 2007), 4.

[48] Yayına Hz.: Ralph Louis Ketcham, The Anti-Federalist Papers and the Constitutional Convention Debates (New York: Signet, 2003), 199.

[49] Yayına Hz.: Herbert J. Storing, The Complete Anti-Federalist, Cilt. 2 (Şikago: University of Chicago Press, 2008), s. 13.

[50] Her ne kadar bu genel çerçevesini kimi yönlerden sorunlu bulsam da kitabın üçüncü bölümünde dile getirdiğim iddialara dair somut deliller sundum: Gabriel Rockhill, Contre-histoire du temps présent: Interrogations intempestives sur la mondialisation, la technologie, la démocratie (Paris: CNRS Éditions, 2017). Çalışmanın İngilizcesi de mevcut: Counter-History of the Present: Untimely Interrogations into Globalization, Technology, Democracy (Durham: Duke University Press, 2017).

[51] Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “Testing Theories of American Politics: Elites, Interest Groups, and Average Citizens,” Perspectives on Politics 12, Sayı. 3 (Eylül 2014): s. 564.

[52] Bkz.: William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions Since World War II (Londra: Zed Books, 2014), ayrıca “Overthrowing Other People’s Governments: The Master List”, WB.